Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

hikayelere devam

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Şimdi Pişer

Hz. Ömer (r.a.). Halife... Devlet Başkanı.... Sık sık kıyafet değiştirerek halkın arasına girer. Bir gece dolaşırken şehrin dışında küçük bir ışık pırıltısı görür. Mutlaka orada bir yaşayan vardır diyerek, ışığın parladığı yere ulaşır. Bakar, orada yaşlı bir kadın, üç çocuğu ile eski bir çadırda barınmaktadır.

Çocuklar :
- Anne açız... Yemek...
İhtiyar kadın çömleğin içine doldurduğu su ve bir kaç taşı karıştırırarak:

- Şimdi pişer, sabredin çocuklar.

Hz.Ömer (r.a.) selam vererek:
- Çocuklar neden ağlıyor?

Kadın:
- Yoksuluz evladım. Kimsemiz yok. Bugün yiyeceğimiz kalmadı. Çocuklar açlıktan ağlıyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Çömleğe su ve taş koyup karıştırıyorum ki onları avutup susturayım. Halife bizim halimiz görmüyor. Allah'ın huzurundfa ondan davacı olacağım.

Hz.Ömer (r.a.) duygulanarak :
- Siz Halifeye söylemezseniz sizin bu halinizi nereden bilecek?

Kadın :
- Halife, idaresi altında bulunanların hallerini soracak, ihtiyaç içinde kıvrananların yardımına koşacaktır. Yoksa Allah ondan bu perişan halimizi sorar.

Bunun üzerine Hz.Ömer (r.a.) pür telaş Medine'ye dönüp bir çuval un ve bir miktar yağ alıp bizzat kendi sırtıyla taşır. Sonra hemen sıcak bir çorba hazırlatıp çocuklara yedirir. Daha sonra onların huzur içinde uyuduklarını görünce Allah'a hamdeder.İhtiyar kadına kendisinin Halife olduğunu bildirir ve onu Beytülmal'dan maaşa bağlar.
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Şeytan'ın Hilesi

Şeytan, şeytanlığını yapabilmek için, insanların zihnine girebilmek için kendine bir yol arar ve bulur. Allah'tan sakınan, gece gündüz ibadet eden birçok kimse vardı. Onlar Allah'ı Allah'da onları sever, dualarını geri çevirmezdi. Allah'ın bu sevdiği kullarını insanlarda sever ve sayardı. Şeytan bu durumu değerlendirmeyi düşündü.

Bu Allah dostları, halk tecelli edip vefat edince, Şeytan halkın içine girer ve onlara her fırsatta onları hatırlatmaya başlar.
- Şunu, şunu nasıl bilirdiniz?
- Allah Allah. Sorduğun soruya bak. Nasıl bileceğiz? Onalr Allah'a çok bağlıydılar. Duaları geri çevrilmezdi.
- Onlara ne kadar üzülüyorsunuz?
- Çok çok.. Tarifi mümkün değil.
- Öyleyse onları görmek isterdiniz değil mi?
- Hemde nasıl!
- Niçin onlara hergün bakmıyorsunuz?
- Ne demek istiyorsun? Hiç mümkün olabilir mi? Onlar vefat ettiler, aramızdan ayrıldılar.
- Siz de onların resimlerine bakın!

Şeytan'ın bu sözleri halkın beğenisini toplar. Bunun üzerine o salih inmsanların resimlerini yaparlar ve hergün o resimlere bakmaya başlarlar böylece ayrılık özlemlerini giderirler. Zamanla resimlerden heykellere geçerler. Bunları evlerine ve mabetlerine kadar her yere koyarlar.

Resim ve heykelleri ilk yapan bu insanlar Allah'a ibadet ediyorlar. O'na ortak koşmuyorlardı. Bu heykellerin taştan yapıldığını, yarar ve zararı olmadığını biliyorlar, ancak gene de saygı gösteriyorlardı. Gittikçe heykeller çoğaldı. Heykellerin çoğalmasıyla saygıda çoğaldı. Heykellere saygı ve bağlılık gösterisinde bulunmak moda oldu. Öyle olduki, salih bir kimse vefat edince, hemen heykelini yapmak bir görev haline geldi.

Nesiller geldi nesiller gitti. Çocuklar torunlar babalarının ve dedelerinin heykellere tavırların görmüş, onların önünde başlarını eğdiklerini, saygı duruşunda bulunduklarını görmüşlerdi. Boynuz kulağı geçer misali, çocuklar saygıda babalarınıda geçtiler, secde etmeye, ihtiyaçlarını heykellerden istemeye başladılar. Bu arada heykeller için kurban kesmelerde başlamıştı.

Sonunda heykeller putlaştı. İnsanların ihtiyaçlarını gideren tanrılar olarak kabul görmeye başladı. İbadet artık onlaraydı. Şeytan'ın tuzağına düşülmüştü
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Şeytan yolunu değiştirir

Hazret-i Resûl-i ekremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde oturan, Kureyş hâtunlarından birisi, yüksek ses ile konuşurken, hazret-i Ömer 'r.a.' gelip, içeri girmeğe izin taleb etdi. Hâtunlar kalkıp, sür'atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere 'r.a.' izin verilip, içeri girdi. Bakdı ki, hazret-i Resûl-i ekrem 's.a.v.' gülüyordu.

Ömer 'r.a.' dedi ki,
- Allahü teâlâ hazretleri mubârek dişlerini güldürsün, yâ Resûlallah! Neden dolayı gülersiniz.

Server-i kâinât hazretleri buyurdular ki,
- Bu hâtunlara hayret etdim ki, benim yanımda idiler. Ne vakt ki senin sesini işitdiler, kaçıp, perde arkasına girdiler.

Hazret-i Ömer 'r.a.' dedi ki:
- Yâ kadınlar! Beni görünce, Resûlullahın huzûrunda olduğunuz hâlde, niçin korkup, kaçdınız. Onun huzûrunda râhat oturup, korkmuyorsunuz!

Hâtunlar, perde arkasından dediler ki,
- Yâ Ömer! Sen yaratılışda şiddetli ve gadablısın.

Server-i kâinât buyurdular ki;
- Ey Hattâb oğlu! Sen sözünden ferâgat et! Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, şeytân yolda sana rastlasa, o yolu bırakıp, başka yola sapar, yolunu değişdirir.

[Peygamberimizin 's.a.v.' kadınlar ile oturması hicâb âyeti gelmeden evvel idi. Hicâb âyeti gelince, kadınlar ile bir arada oturmadı.]

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
HZ. ÖMER (R.A.)'İN 'ŞİKÂYET MASASI'

Bir cemiyet için, bir millet için adâlet, insanın damarında dolaşan kan gibidir. Adâlet mekanizması sıhhatli çalışırsa, cemiyet hayatı da sıhhatli olur. Dilerseniz Hazret-i Ömer (r.a.) devrinden bir misâlle mevzûmuzu müşahhaslaştıralım.

Ashâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'in iştirak ettiği hiçbir gazâdan geri kalmayan, bazan da Medîne'de Efendimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden Ensâr'dan Muhammed bin Mesleme (r.a.), Hz. ömer (r.a.)'in hilâfeti esnasında onun 'Şikâyet Masası' reisi idi. Memurlarla alâklı şikâyetler bu masaya gelirdi. O, gelen bu şikâyetleri inceler, araştırırdı. Neticede şayet haksızlık yapan, adam kayıran, rüşvet alan biri ortaya çıkarsa cezalandırılırdı.

Bir defasında Medîne'de toplanan memurlara, Hz. Ömer (r.a.) nasîhat ediyor ve onları, insanlara âdil davranmaları, zulmetmemeleri hususunda îkaz ediyordu. İşte bu esnada halkın arasından, sessiz-sâkin ve kimsesiz bir adam ortaya çıktı ve 'Beni memurlarınızdan işte şu adam, haksız yere dövdü. Halbuki suçladığı hususta benim bir kabahatimin olmadığı da sonradan anlaşıldı' diyerek dâvâcı olduğunu söyledi.

Bunun üzerine mes'ele araştırıldı... Adamın haklılığı anlaşıldı, memurun ona zulmen kırbaç vurduğu meydana çıktı. Hz. Ömer (r.a.)'in kararı kesindi:

' Seni döven memura sen de, onun sana vurduğu kırbaç adedince vuracaksın! Amr bin Âs (r.a.) itiraz etti:

' Yâ Ömer, bundan sonra memurlarınızı insanların gözü önünde dövdürecek misiniz? Şayet böyle yaparsanız, bu tatbikat, memurlarınızın itibarını düşürür, onları iş yapamaz hâle getirir. Hz. Ömer'in cevabı aynen şöyle oldu:

' Ben zâlimi, şu veya bu bahânelerle koruyup da, mazlûmu mâruz kaldığı zulümle başbaşa bırakmam. Kim zulmetmişse karşılığını görmeli ki, tekrarına cesaret edemesin. Böylece karar kesinleşti. Sessiz ve kimsesiz şikâyetçi adam, kendisine vurulan kırbaç adedince kırbaç vuracaktır zulmeden memura... Bu defa Amr bin Âs (r.a.), kimsesiz olan bu şikâyetçi adama gitti ve şu teklifte bulundu:

' Sana, onun vurduğu kırbaç sayısınca altın vereyim. Bunları al, dâvandan vaz geç. Yoksa kötü niyetli bazı insanlar cesaret bulur, memurlar korkaklaşır. Neticede adâletin temini daha da güç hâle gelebilir, dedi. Mazlum ve mağdur adam da bu teklifi kabul etti: Yediği kırbaç adedince altınları aldı, dâvâsından vaz geçti. Ve böylece, idare edenlerle idare olunanlar arasındaki buna benzer haksızlıklar da son bulmuş oldu.

Ne âdil bir hüküm, ne güzel bir hâl çaresi... Tabii ki ne mes'ut bir cemiyet! Bütün insanlığa örnek olması dileğiyle...

Kaynak: Fazilet Takvimi, 2001
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Şoför

Sokaklarda sefâlet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı? İşsizlik yaygındı. Çevresi de perişandı. Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin kapının önünde durduğunu, içinden de bir yolcunun indiğini gördü. Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı. Çünkü müşteri indirmişti. Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak evden çıkıp yola koştu. Yaklaşıp direksiyon başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi. – Sakın beni dilenci falan zannetmeyin. Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim. Bu gidişle namusumu lekelenmemden korkmaya başladım. Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım. Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum.

Beklenmedik bir anda gelen bu “Allah rızası için yardım” talebi zaten kıt-kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı. Düşünmeye başladı. Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına; ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu. Çünkü taksinin dört lastiği de kabaklaşmıştı. Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım da ikaz etmekten geri kalmıyordu:

– Ne zaman değiştireceksin bu lastikleri? Birazcık geç kalsan, aklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle?’ diye korku içinde bekliyorum.

O an için nefsi ve şeytan birlik olup vesvese vermeye başladılar:

– Sen zaten zor geçinen kimsesin. Yardım edecek durumda değilsin. Bas gaza, git yoluna!

Fakat imanı ve vicdanı da şöyle sesleniyorlardı:

– Para dediğin şey böyle gün için lazım olur. Belli olmaz Allah’ın rızasının nerede olduğu. Biriktirdiğin parayı bu muhtaç hanıma vermelisin. Tam yeridir. Çocukları aç durumda, Onu namusunu kirleterek, para kazanma zorunda bırakmamalısın.

Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki lastik parasını tümüyle kadıncağıza uzatarak:

– Al bacım, namusunla yaşa. Bu para bir müddet seni idare eder. Sonrasında da Allah başka sebepler halk eder! Dedi. Minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken kadının:

– Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihtiyacını karşılasın! duasını duydu. Gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) dedi.

Akşam eve gelince beklediği soruyla yine muhatap oldu.

– Hâlâ değiştirmemişsin lastiklerini...

– Bir lastikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek... diyerek geçiştirdi.

Bu geçiştirme işi birkaç gün devam etti. Bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış, “Bu defa ne diyeceğim?” diye düşünürken beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı. Hanım kendisine adres yazılı bir kağıt uzattı, sonra da şöyle dedi:

– Bugün bir lastikçi geldi, şu adresi verdi. “Yarın bana mutlaka gelsin, lastiklerini değiştireceğim” deyip gitti. Al şu adresi. Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı. Çünkü böyle bir lastikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi. İlk işi kağıttaki adrese gitmek oldu. Garipliğe bakın ki tamirciyi hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti. Elindeki kağıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı. Lastikçi:

– “Sen o musun?” deyip şoförün boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya. Sonra da şöyle devam etti:

– Tam üç gündür Resûlüllah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, “Şu adresteki şoförün lastiklerini değiştir, ücret olarak da benim şefaatime nail ol” buyuruyor. Allah için söyle. Sen ne türlü bir iyilik ettin, nasıl bir hayır dua aldın ki Resûlüllah Aleyhisselam üç gündür beni ikaz ediyor, senin lastiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor?

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
TAŞKAFA - BOŞKAFA - HOŞKAFA

Behlül Dânâ Hazretleri, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve para getirip 'Satıyorum'diye bağırmaya başlamış.
'Satıyorum, alan var mı?'

Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar:

' Birincisi parasız, ikincisi ise sudan ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü hiç sormayın... O, ağırlığınca paradır.

Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip:

' Bu gördüğünüz 'Taşkafa'dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez. İkincisi de 'Boşkafa'dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise 'Hoşkafa'dır ki, buna 'Kâmil kafa' da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir.

Alıntı: Fazilet Takvimi 1997
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
TAYİN EDİLMEYEN ÜCRET

O gün Süleyman bin Cafer Caferi ve İmam Rıza (a.s) birlikte dışarı çıkmışlardı. Güneş battı ve Süleyman evine gitmek istedi. Ali ibni Musa'r-Rıza (a.s) ona
- Bizim eve gel, bu gece bizle beraber ol' dedi. İtaat etti ve İmamla birlikte onun evine gittiler.
İmam, hizmetçilerini çiçek dikmekle meşgul gördü ve yine İmamdın gözü, onlarla birllikte çiçek dikmekte olan yabancı birine ilişti.
- Bu kimdir?' diye sordu.Hizmetçiler bunu bu ğün bize yardım etsin diye ücretli tuttuk.
-Çok güzel, ona ne kadar ücret tayin ettiniz?
- Sonra bir şeyler verip onu razı edeceğiz.
İmamda rahatsızlık ve öfke izleri belirdi. Ve hizmetçileri cezalandırmak üzere onlara döndü. Süleyman Caferi:
- Niçin kendinizi rahatsız ediyorsunuz?dedi.
İmam buyurdu:
- Bunlara tekrar tekrar talimat verdim. Bir işe başlanırken, işin ücretini tayin etmeden önce asla bir kimseyi görevlendirmeyin, dedim. İş ücretini tayin ederseniz, iş sonunda karşınızdakine bir miktarda fazladan verebilirsiniz. Elbette o da kendisine verilen muayyen ücretten fazlasını aldığı için size müteşekkir ve sizden memnun kalır. Sizi sever, aranızdaki ilgi daha da sağlamlaşır böylelikle yalnız kararlaştırdığınız miktara iktifa etseniz bile karşınızdaki sizden rahatsız olmayacaktır. Fakat ücreti tayin etmez de karşınızdakini görevlendirirseniz işin sonunda ona verdiğiniz her miktara rağmen, kendisine gösterdiğiniz sevgiye inanmayıp belki de sizin ona daha az ücret verdiğinize inanacaktır.

Bihar al-Envar
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
TEFECİLİKTEN TÖVBEKÂRLIĞA....

Hasan-ı Basrî (k.s.) hazretlerinin talebelerinden Habîb-i Acemî (k.s.) hazretleri, önceleri çok zengin birisi idi. Tefecilik yapar, faizle para verirdi. Bir gün evinde, tam yemek yiyeceği sırada kapıya bir dilenci geldi ve 'Allah rızâsı için bir sadaka' dedi. Habîb, onun yüzüne kapıyı kapattı, o fakiri mahzun bir halde geri çevirdi. Sofraya döndüğünde kabın içindeki yemeğin kana döndüğünü gördü! Bu hâdise karşısında dehşete düştü! Kendisini bir korku sardı! Yerinde duramaz hâle geldi!..

Bir cuma günü, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken, oyun oynayan çocuklar, Habîb-i Acemî'yi görünce, aralarında;

' Kaçın, kaçın! Tefeci Habîb geliyor! Ayağından kalkan toz, bize de gelir ve biz de onun gibi bedbaht oluruz, diyerek kaçıştılar.

Çocukların bu sözleri, ona çok ağır geldi.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine varıp elini öptü. Huzurunda tövbekâr oldu. O da Habîb'i talebeliğe kabul etti.

Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar onu görünce, alacaklarını talep eder korkusu ile kaçışmak istediler. Habîb-i Acemî bu vaziyeti anlayınca,

' Kaçmayın, bugün asıl benim sizden kaçmam lâzım, dedi. Ve kimden ne alacağı varsa, hepsini bağışladığını îlan etti.

Çocukların yanından geçerken, çocuklar bu sefer birbirlerine,

' Kaçın, kaçın! Tövbekâr Habîb geliyor. Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa, bizler Allâh'a âsî olmuş oluruz... diyerek kaçıştılar. Habîb, bu sözleri duyunca çok duygulandı. Yüreği sızlayarak, 'Yâ Rabbbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, bir tevbemle ismimi kötüler arasından çıkarıp iyiler arasına kaydeyledin' diyerek Allâh'a iltica etti.

Alıntı: Fazilet Takvimi, 2000
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
TERZİNİN TÖVBESİ

Bir terzi Allah dostlarından birine sorar:
-Peygamberimizin, "Allahü teâlâ, günahkâr kulunun tövbesini, canı gargaraya gelmeden kabul eder" hadis-i şerifi hakkında ne buyurursunuz?
Cevap vermeden o kimseye sorar mubarek zat.
- Mesleğin nedir?
-Terziyim, elbise dikerim.
-Terzilikte en kolay şey nedir?
-Makası tutup, kumaş kesmektir.
-Kaç senedir, bu işi yaparsın?
-Otuz senedir.
-Canın gargaraya geldiği zaman kumaş kesebilir misin?
-Hayır, kesemem!
-Bir müddet zahmet çekip, öğrendiğin ve otuz sene kolaylıkla yaptığın bir işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tövbe et! O zaman belki yapamazsın, buyurdu.

... ve tövbe...
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
TEVAZU

Ahmed Rufai Hazretleri, bir gün talebelerine:
- İçinizde kim bende bir ayıp görüyorsa bildirsin, dedi.
Müritlerinden biri:
- Efendim, sizde büyük bir ayıp var, diye cevap verdi.
Ayıbını talebesine soracak kadar kendini aşmış bu mütavazi insan hiç kızmadı, talebesi böyle söylüyor diye üzülmedi, belki sadece ayıbından kurtulabilmek ümidiyle sordu:
- Söyle dedi, kardeşim, o ayıbım nedir?
Talebe gözleri dolu dolu:
- Bizim gibilerin size talebe olması, dedi.
Bu söz gönüllere çok tesir etmiş, sohbette bulunan herkes ağlamaya başlamıştı. Ahmed Rufai Hazretleri de ağlıyordu. Bir ara sadece;
- Ben sizin hizmetçinizim, ben hepinizden aşağıyım diyebildi.

Evet, keşke insanlar tabi olanlara bakıp, tabi olanlarda, tabi olunanı aramasalardı... Zira hem dün, hem bu gün o altın halkayı temsil eden büyüklerin etrafındaki insanlar, ne denli nezih olurlarsa olsunlar, onları gösterebilmekte çok acizdirler. Bugün dahi, bir büyük gönül erinin yanına gelip giden insanlar; idareciler, gazeteciler, din adamları, "Talebelerinin ufku hocalarının çok gerisinde." demektedirler. Zaten, o cevher farkıdır ki, sair madenleri kirlerinden arındırır.

KAYNAK: AKAR, Mehmet; Mesel Denizi, Nil Yayınları, İstanbul 2001
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Tevekkülün Böylesi

Dindar ve mütevekkil bir köylü varmış. Bir de inancı kısa bir hanımı varmış. Köylü dayının ne zaman bir şeyi kaybolsa hanımı feryadı basarmış. Adamcağız da hiç üzülmezmiş ve hanımına:
- Aman hanım, eğer o bize helâlinden bir şeyse Allah ya onun daha iyisini verir, veya onu buldurur, dermiş.

Adamcağız bir gün şehre inip öküzlerini sattıktan sonra öküzlerin parasını ve bir miktar da biriktirdiği yüz altınını mola verip oturduğu bir çeşmenin başında unutmuş. Eve gelince durumu farketmiş. Karısına haber vermeden hemen dönüp çeşmenin başına varmış. Fakat altının yerinde yeller esiyormuş. Hani ya kendisi de üzülmeden edememiş. Tabii hanımı duyunca büsbütün hasta olmuş. Bu adam bir gün kırda bir kuyudan su çekerken başındaki sarığını kuyuya düşürmüş. Hemen sarığını almak için kuyuya inip kuyunun içinde bir beze sarılı yüz altın bulmasın mı. Sevinçle yukarı çıkmış. Meğer altınları ilk kaybettiğinde bir çoban altınları bulmuş, eşkiyalar gelirken benden altınları alır diye kuyunun içine atmış eşkiyalar da hiç para bulamayınca çobanı bir güzel dövmüşler ve hasta etmişler. Bir kaç gün evden çıkmamış ve kuyudan altınları gidip de alamamış. Dindar köylüye altınları böylece geri gelmiş. Köylü ve hanımı Allah'a hamdetmişler.
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
UMEYR'İN MACERASI

Bedir gazasından hemen sonraydı. Müşriklerin büyüklerinden Umeyr b. Vehb ile Safvan b. Ümeyye, Mekke'de bir kenara oturmuş, Bedir ölüleri için dertleşiyorlardı. Umeyr'in bir oğlu da Bedir'de esir düşmüştü. Safvan'a diyor ki:

- Borçlarım ve çocuklarım olmasaydı, esir oğlumu bahane ederek Medine'ye gider, Muhammed'i öldürürdüm.

- Bu işi yaparsan borçlarını ben öderim, çocuklarına da bakarım.

- Tamam, öyleyse bu iş aramızda gizli kalsın!

Umeyr kılıcını bileyip zehir sürdükten sonra yola çıkar ve Medine'ye ulaşır. Onun kılıcıyla mescidin kapısına geldiğini gören Hz. Ömer (R.A.) durumdan kuşkulanır ve vaziyeti Resul-i Ekrem'e haber verir. Rasulullah'ın isteği üzerine de, adamı kılıcının kayışından yakaladığı gibi huzura getirir. Rasulullah (A.S.) buyurur:

- Bırak onu ya Ömer! Sen de yaklaş ya Umeyr!

Sonra ona niçin geldiğini sorar. Umeyr cevaben der ki:

- Elinizdeki esir için geldim; ona iyi davranasınız.

- Öyleyse boynundaki bu kılıç ne oluyor?

- Allah kılıçların belâsını versin! Bize bir faydası mı var?

- Niçin geldiğini bana doğru söyle.

- Söylediğim gibi, sadece bunun için geldim.

- Hayır!.. Safvan'la Bedir'de ölenler için dertleşip anlaştınız. Sözleştikten sonra beni öldürmeye geldin. Fakat Allah buna engeldir!

- Senin Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim. Konuştuklarımızı, ben ve Safvan'dan başka bilen yoktu. Allah'a yemin olsun ki, bunu sana bildiren Allah'tan başkası değil! Elhamdülillah.

Umeyr artık, sadık bir müslümandır. Resul-i Ekrem (A.S.) buyurur:

- Kardeşinize dinini ve Kur'an'ı öğretin, esirini de salıverin!

Öyle yaptılar. Sonra Umeyr, halkı İslâm'a davet isteğiyle Mekke'ye döndü. Birçok kimse, onun sayesinde müslüman oldu.
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
ÜÇ MESELE

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri rh.a., hac için yola çıkıp Medine'ye ulaştığında karşılaştığı Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer. Seyyid Muhammed Bâkır:
-Sen kendi aklınca kıyas yaparak, Peygamber dedemin dinini ve hadislerini değiştiriyorsun, der.
-Böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırım efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah'a olduğu gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı Azam. Seyyid Muhammed Bâkır'a yer gösterir. Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife Hazretleri söze başlar:
-Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek mi daha güçsüz kadın mı?
-Kadın erkekten güçsüzdür.
-Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır?
-Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir.
-İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.'in sözüdür. Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl ve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için ona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim.
Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar:
-Namaz mı daha üstün, oruç mu?
-Namaz oruçtan üstündür.
-İşte bu da deden Rasulullah'ın sözüdür. Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza et mesini, orucu kaza etmemesini emrederdim.
Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar:
-Sidik mi daha pis, meni mi?
-Sidik meniden pistir.
-Eğer deden Peygamber s.a.v.'in dinini kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da sadece abdest almak gerektiğini söylerdim. Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmekten Allah'a sığınırım.

Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri yerinden kalkar ve Ebu Hanife'yi kucaklar. Tebrik edip ona ikramda bulunur

Yusuf Yavuz Semerkand
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Veliye Rastlamak İstiyorsan

Velilere rastgelmek istiyorsan, bir zaman hizmetten gaflet gösterme. Serçeye, kekliğe, güvercine yem ver. Belki bir gün de tuzağına bir hüma kuşu düşer. Her tarafa doğru durmadan niyaz okunu at. Umulur ki, oklardan birisi bir ava rastgele.

Bir çok sedeften ancak bir inci elde edilir. Bir çok oklardan da yalnız birisi hedefe dokunur.

Bir yere konmuş kervandan birisinin bir çocuğu kayboldu. adamcağız geceleyin kafile içinde döndü, dolaştı. Her çadırdan sordu, her tarafa koştu. Nihayet gecenin karanlığı içinmde, gözünün nurunu buldu. Çocuğu aldı, getirdi. Kervan halkı ile konuşmağa başladı.
- Çocuğu nasıl oldu da, buldun?
- Önüme kim çıktı ise, kime rastgeldimse çocuğum budur diye onu tetkike başladım. İşte bu surette buldum.

İşte bundan dolayıdır ki, velilere rastgelmek isteyen gönül sahipleri, belki bir gün menzile varıırız, diye herkesin ardından koşarlar. Bunlar bir gönül için birçok yükleri götürür. bir gül için birçok diken acısını çekerler.

Bostan ve Gülistan, Şeyh Sad-i Şirazi
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
VAZİFE BAŞINDA ÖLMEK

Hz. Osman b. Affan r.a. Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'in bugünkü tertibe göre derlenip çoğaltılmasını sağlamıştır. Halifeliğinin son yıllarında, yahudi asıllı İbn-i Sebe'nin başını çektiği entrikalar ve halifenin kâtibi Mervan b. Hakem'in halkı soğutan kaba tavırları, bazı bölgelerde hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Sonunda Mısır, Kûfe ve Basra'dan çıkıp Medine'ye gelen silahlı gruplar, bir ay kadar süreyle halifenin evini kuşatma altında tutmuş, halifelikten çekilmesini istemişlerdi.

Hazreti Osman r.a. ise, ölse bile taşıdığı halifelik gömleğini çıkartmayacağını bildirmiş, isyancıların istifa isteğini geri çevirmişti. Onlarla savaşmak isteyen sahabi arkadaşlarına da, Medine'de kan dökülmesine izin vermemişti.

Bütün çıkış yollarını kapatan kuşatma, Hz. Osman r.a.'ın susuz kalmasına yol açmıştı. Vefatından bir gece önce rüyasında, iki halifesiyle birlikte Rasulullah s.a.v.'i görmüş ve onun elinden su içmişti. Allah Rasulü s.a.v. ona: 'Yarın yanımızda iftarını açarsın' demişti. Ertesi gün, kuşatma altındaki evinde Kur'an-ı Kerim okurken, Hz. Osman r.a. isyancı katiller tarafından şehit edildi.

Bu olaydan sonra Hz. Osman r.a.'ın neden halifeliği bırakmayıp, ölmeyi göze aldığı merak konusu oldu. İnsanların merakına Hz. Aişe r.a. karşılık verdi:

'Allah Rasulü, bir gün Osman'ı yanına çağırdı. Başbaşa birşeyler konuştu. Sonunda Osman'ın omuzuna dokunarak üç kere şöyle dedi:

- Ey Osman! Umulur ki Allah sana bir gömlek (halifelik gömleği) giydirecek. Eğer kimi münafıklar senden onu çıkartmayı (vazifeyi bırakmayı) isterlerse, bana kavuşuncaya kadar o gömleği çıkarma!'

O gün bu haberi alan Hz. Osman r.a., halifeliğinin en zor günlerini yaşarken bile sabretti. Rasulullah s.a.v.'in emrine uydu ve nihayet vazifesi başında şehit edilerek O'na kavuştu
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Veysel Karâni Hazretleri

Karen'de parlayan pırlanta ....

Efendimiz'in (Sallallahü aleyhi ve sellem) bilinen iki hırkası vardır. Bunlardan biri Kaside-i Bürde'nin yazarı büyük şair Kaab bin Züheyr'e verilir ki, Topkapı Sarayı'nı ziynetlendirir. Diğeri de Kareli Üveys'e gönderilir. Hasılı bu iki kutlu miras da İstanbulumuz'a nasip olur. Belki de ona bu yüzden İslambol derler... Kimbilir? Peki siz Karen adında bir yer duydunuz mu? Yalanı yok ya, ben duymamıştım. Ta ki Veysel Karani hakkında bir şeyler okuyana kadar.

Karen, Yemen taraflarında adı bilinmedik bir beldedir. Etrafı kum dağları ile çevrilidir, kuraktır, çoraktır. Ortalıkta birkaç kuyu vardır, üç beş ağaç. Sonra hepsi birbirine benzeyen toprak damlı evler... Sadece develerin ve bedevilerin yaşayabildiği bu kavurucu coğrafyanın sakinleri kervan ağırlamakla geçinirler. Bir şey ekip biçmezler, hayvanlarını ise Üveys isimli bir çobana emanet ederler.

Üveys garip biridir. Dünyadadır, ama ne dünyalığı vardır, ne de dünyalık gibi bir kaygısı. Güttüğü develer için ücret istemez. Verenden alır, vermeyene sormaz bile. Adı üzerine çobandır işte, fakirdir. Ama iş cömertliğe geldi mi onunla yarışmak kimsenin harcı değildir. Paylaşacak çok şeyi yoktur, ama hayırda daima başı çeker.

Üveys, bizim bildiğimiz ismi ile Veysel Karani Hazretleri mütevazı yaşar. Ama halinden memnundur. Sessiz, dostları arasında yalansız, dolansız bir hayat sürer. Issız vadilerde, kaya kovuklarında ibadet eder. İnsanlar ona hep divane gözüyle bakarlar, ama aldıran kim?

ANASININ KÖLESİ

Mübareğin çok yaşlı bir annesi vardır. Hem kör, hem de kötürümdür. Veysel Karani onun eli ayağı, gözü kulağıdır. Yedirir, içirir, yıkar, paklar. Kadıncağıza bebek gibi bakar. Ne derse, ama ne derse yapar. En olmayacak arzularını bile ikiletmez. Bir yüz ifadesinden bin mânâ çıkarır ve hepsini de getirir yerine. Tabiri caizse, anasına kölelik eder.

Veysel Karani Hazretleri haram bilmez, yalan söylemez. Hoş, sahrada bir başına dolanan böylesi bir insanın günaha girme şansı da azdır ya. O, gün boyu zikreder, af diler. Ümmet-i Muhammede dua eder. Ama en bilinen özelliği Allah ve Resulüne duyduğu tarifsiz aşktır. Veysel Karani'nin tek arzusu vardır. Yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Server'i görebilmek. Efendimizi düşündükçe burnunun direği sızlar, yüreği bir hoş olur. Yumruk iriliğinde bir şeyler gelir, oturur boğazına. Hani o, anlaşılamayan ve anlatılamayan şeyler.

Ve gün gelir muhabbet ve Muhammed kelimeleri yüreğinde buluşur, dışarı taşar. Efendimizin hasreti kor olur, ciğerini yakar. Onu bir kez, ama bir kez görebilse, bir solukluk olsun sohbetinde bulunabilse ve adına sahabe denilen kutlu kadroya katılabilse...

Annesi itiraz etmese de, bu yolculuğa razı değildir. Omuzlarını kaldırıp boynunu büker. Mahzun bir üslupla 'İstiyorsan git!' der, 'Git bakalım, beni kime emanet edeceksen?' Doğrusu onu bırakabileceği kimse yoktur. Bu yaşlı kadına incitmeden kim bakabilir ki? Onun nazını kim çeker sonra?

HASRETİNİ YÜREĞİNE GÖMER

Üveys hasretini yüreğine gömer. Bir daha bu konuda tek kelime etmez. Ama o günden sonra daha fazla ağlar, daha fazla yalvarır. Aşkını kayalara, kumlara, anlatır. Kuşlarla, develerle dilleşir, serin seher yeliyle selâmlar yollar Haremeyn'e. Ve ufuklar perde perde açılır, dağlar çekilir aradan. Artık o günboyu ibadet eder, sürüyü melekler bekler. Hayvanlar mı? İnanın muma döner.

Evet Üveys, Allah Resulünün muhteşem sohbetine (madde planında) erişemez, ama mânâ aleminde çok şeye kavuşur. Efendimizle aralarında imrenilecek bir dostluk başlar. Hoş onlar için mesafelerin ne önemi vardır. Öyle ya alan uygun, veren olgun olduktan sonra 'feyz' nehir olur akar.

Serveri Kainat zaman zaman mübarek yüzlerini Karen taraflarına döndürür ve 'Yemen cihetinden rahmet rüzgarları esiyor' buyururlar, 'İhsan ve iyilikte Tabiinin en iyisi Üveys-i Karni'dir!'

MÜJDELER

Yine Efendimiz buyururlar ki: 'Ümmetimden bir kimse vardır ki, Kıyamet günü Rabia ve Mudar kabilelerinin koyunlarının kılları adedince insana şefaat edecektir.' (ki bu iki kabile sürülerinin çokluğu ile tanınırlar)
Eshab-ı kiram sorar:
- Ya Resullallah kimdir bu nasipli?
- Allahın kullarından biri.
- Peki adı nedir?
- Üveys!
- Ya memleketi?
- Karen!
- O sizi gördü mü?
Efendimiz mânâlı mânâlı gülümser, 'Baş gözü ile hayır!' derler. Sahabeden 'Hayret!' diyenler olur, 'Size böylesine aşık olan biri nasıl oluyor da koşmuyor huzurunuza?' Efendimiz izah eder: - Onun gelmemesi de bana olan bağlılığındandır. İhtiyar bir annesi vardır. İman etmiştir. Ancak gözleri görmez, hareket edemez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, kazandığını annesine harcar'.
Hazret-i Ebubekir sorar:
- Ya Resulallah biz onu görür müyüz?
Efendimiz mübarek kafalarını 'ne yazık ki hayır' manasında sallar, 'Sen göremezsin' buyururlar, ama Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali'ye dönüp müjdeyi verirler: 'Onu, siz göreceksiniz!' Sonra bir bir vasıflarını tarif ederler ki, bu işaretlerden biri avucunun içindeki gümüşi beyazlıktır.

'Aşık için zaman geçmez' derler, ama aradan yıllar geçer. Hani o dakikaları asırlaşan yıllar... Efendimiz hayatlarının son soluklarını aldıkları demlerde mübarek hırkalarını çıkarır ve 'Bunu Üveys-i Karni'ye verin!' buyururlar.

Resullullah'ın (Sallallahü aleyhi ve sellem) dar-ı bekaya göçmelerinin ardından Hazreti Ömer ve Hazreti Ali yollara düşer, Veysel Karani'nin izini bulurlar. Ahali böylesine şerefli iki kimsenin böylesine köhne bir yeri ziyaretine mânâ veremez. Hele 'Üveys'i arıyoruz!' cümlesine çok şaşırırlar. 'O divanenin tekidir' derler, 'İnsanlardan kaçar. Kimseyle konuşmaz, kimseye karışmaz. Ağladıklarımıza güler, güldüklerimize ağlar. Neşe nedir bilmez. Aradığınız sakın başka biri olmasın!'
Hazret-i Ömer dikkatle dinler, 'Bilakis!' der, 'Aradığımız o olmalı!'

Karenliler iki şanlı sahabenin önüne düşer, onları Arne Vadisi'ne getirirler. Veysel Karani'yi namaz kılarken görürler. Develer akıllı uslu dolanmakta, çobanlarını üzecek hareketlerden sakınmaktadırlar. Namazı biten Üveys misafirlerine döner. 'Hoşgeldiniz!' der. Hazret-i Ömer önce müsafaha eder, sonra gülümseyerek sorar 'Kimsin sen?'
- Abdullah! (Allah'ın kulu)
- Evet hepimiz Abdullah'ız, ama seni ne diye tanırlar?
- Üveys derler.
- Sağ elini açar mısın?
Açar. Efendimiz'in belirttiği işaret ayan beyan ortadadır. Büyük sahabe 'Ben Hattapoğlu Ömer'im' der, 'Arkadaşım Ali bin Ebu Talip!'
Vadiyi kısa ama mânâlı bir sessizlik kaplar. Sükutu yine Hazreti Ömer bozar: - Efendimiz sana selâm ettiler ve mübarek hırkalarını gönderip buyurdular ki 'Alıp giysin, ümmetime dua etsin!'

BEN GÜNAHKARIN BİRİYİM

Veysel Karani ağlamaklıdır. Şaşkınlıktan titreyen bir sesle 'Ya Ömer' der, 'Ben aciz ve günahkar bir kulum. Sizin aradığınız başka Üveys olmasın?'
Hazret-i Ömer 'Hayır sensin!' buyurur. 'Zira Efendimiz çizgi çizgi eşkalini verdi ve sen tamı tamına uyuyorsun buna.'
O büyük mücahide, o koca Ömer'e itiraz ne mümkün. Hele müjdenin böylesini getiriyorsa.

Üveys-i Karani mübârek hırkayı hasretle koklar, (ki ziyaret edenler iyi bilirler, Efendimizin gül teniyle ıtırlanan Hırka-i Şerif aradan geçen asırlara rağmen tarif edilemeyecek kadar güzel kokar) sonra yüzüne gözüne sürerek bir kuytuya çekilir. Mübarek alnını toprağa koyar ve ağlayarak yalvarır. 'Ya Rabbi !' der 'Bu ne nimettir. Yüzü suyu hurmetine kâinatı yarattığın Server benim gibi bir acizi hatırlıyor ve mübarek hırkalarını Ömer ve Ali gibi iki güzide sultanla bu günahkâra yolluyor. Senden bir tek dileğim var: Ümmet-i Muhammedi affeyle. N'olur. Bu hırkanın hakkı için!'

Gaibden bir ses gelir. 'Şu kadarını sana bağışladım. Haydi giy hırkayı!'
- Hepsini ya Rabbi! Hepsini.
- Şunları, şunları, şunları da bağışladım.
- Diğerlerinin hali n'olacak Ya Rabbi? N'olur, hırkanın ve hırkanın sahibinin hatırına...

HIŞŞT BAKSANA GİDİYORLAR

Tam bu sırada Karenlinin biri gelir ve o muhteşem huzuru bozar. 'Misafirlerin dönmeye niyetliler' diye ikaz eder güya, 'Onlara diyeceğin bir şey yok mu?'
Veysel Karani 'Ahh!' der, 'Ahh bu hali bozmayacaktın işte. İnanın az kalmıştı. Bütün ümmeti Muhammed affedilmedikçe giymeyecektim hırkayı.'

Aradan günler geçer. Karenliler şaşkın, hatta pişmandırlar. Öyle ya, elinin altında Üveys gibi bir cevher olsun da, sen onun kıymetini bilme. Ama bu kez mübareği hurmet ve ilgiyle bunaltırlar. Huzurunda el pençe divan durur, ısrarla nasihat isterler. Hele bazıları aşikare keramet bekler. Veysel Karani gibi mütevazı biri, ilginin böylesinden sıkılır. İşte tam o günlerde biricik annesi vefat eder ve onu Karen'e bağlayan hiçbir şey kalmaz. İşte şimdi yollara düşebilir.

Mübâreğin ilk hedefi elbette Haremeyndir. Önce hacceder, sonra Medine'ye gider. Ancak o münevver şehrin hüzünlü yüzünü görür ve Resullulah'ın yaşamadığı Peygamber beldesinde duramaz. Çeker çarığını, yürür uzaklara. Bir ara Basra'da eyleşir, bir ara Kufe'ye yerleşir. Yine eskisi gibi deve güder. Aç kalır, açıkta kalır. Horlanır, aşağılanır. Garip bu ya milletin gücü hep ona yeter. Hatta ufacık veledler bile sataşır, taş yağdırırlar. Büyük veli, çığlık çığlığa saldıran afacanlara gülümser 'N'olur ayaklarımı kanatacak kadar büyükleri atmayın' der, 'Abdestim bozulmasın e mi?' Zira o güne kadar bir kez olsun abdestsiz basmamıştır zemine.

MELEKLERİN İBADETİ

Veysel Karani Hazretleri bazen sehere kadar secdede, bazen sabahlara kadar rükûda kalır. 'Bırakın üç kere Sûbhane rabbiyel âla demeyi, ben bir keresini bile beceremiyorum' diye yakınır. Eh onun özlediği ibadet meleklerinkinden farksız olmalıdır. 'Namazda huşu öyle olmalıdır ki' der: 'Bağrına bıçak sokulsa duyulmaya.'

Biri sorar: 'Nasılsın?' Cevap manidardır: 'Akşama çıkacağını bilmeyen biri nasıl olursa!' Sevenleri ısrarla nasihat isterler. O gülümser:
- Allahü teâlâyı bilir misiniz?
- Evet biliriz.
- Öyleyse başka şeyleri bilmeseniz de olur.
- Aman efendim bir nasihat daha.
- Allahü teâlâ sizi bilir mi?
- Elbette bilir.
- Öyleyse başkaları bilmese de olur.
Mübarek, Allahü teâlâdan çok korkar ve buyururlar ki: İnanın Allahü teâlâ'yı tanıyana gizli kalmaz.

Veysel Karani hazretleri hayatını kendi ifadesiyle şöyle hülâsa eder. 'Yüksekliği tevazuda buldum, liderliği nasihatte... Nesebi takvada buldum, şerefi kanaatte... Rahatlığı zühdde buldum, zenginliği tevekkülde.'

Bizde ne takva, ne zühd, ne de tevvekkül. Eh bir şey bulamıyoruz tabii. Allahü teâlâ o büyüklerin yüzü suyu hürmetine sonumuzu hayreyliye.

Veysel Karani Hazretlerinin kutlu hırkası elden ele geçer ve Van civarında hüküm süren İrisan Beyleri'ne gelir. Hicri 1028 yılında 2. Osman Han'a hediye edilen nurlu emanet İstanbul'da heyecanla karşılanır. Asitane halkı ona 'Hırka-ı Şerif' der, ramazanlarda ziyaret ederler. Buğulu gözlerle ilmeklerine dalar, Efendimizi hatırlarlar.

Gel zaman git zaman büyük izdihamlar yaşanır. Hırkanın saklandığı ve sergilendiği küçük bina kalabalığı kaldırmaz olur. Abdülmecid Han bu mübarek hırkanın şerefine, Fatih'te koca bir mahalleyi istimlak eder ve biblo güzelliğinde bir cami yaptırır. Bu uğurda şahsi servetini fedadan çekinmez. Belki de şu ferah mabedi böylesine sevimli kılan, temelindeki ihlâstır, kimbilir?

ASIRLIK GELENEK

Ve asırlık gelenek yaşar. Hırka-i şerif, gözü yaşlı aşıkların ziyaretgahı olur. Medine'ye, Mescid-i Nebi'ye ulaşamayanlar hasretlerini burada dindirmeye çalışırlar. Cami çalışanları şirin mescidi güllerle bezerler, ki tasavvufta gül O'na işarettir. Efendimiz'e!

Hele Ramazan günleri civar coğrafya Hırka-i Şerif'e akar. Müminler kar demez, kış demez ziyarete koşarlar. Anadolu'nun dört bir yanından gelen aşıklar yaşlı gözlerle yüce Serverin kutlu mirasına bakarlar.

Allahü teâlâ bizleri yalan dünyayı Veysel Karani gibi görenlerden ve Resulü Ekrem'in (Sallallahü aleyhi ve sellem) şefaatine erenlerden eylesin!


Kaynak: Huzura Doğru
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
YABANCI ADAM

Çaresiz kadın, su kırbasını omuzuna yüklemiş ve soluyarak gidiyordu. Yabancı bir adam ona rastladı ve kırbayı kadından alarak, kendisi yüklendi. Kadının küçük çocukları gözlerini kapıya dikmiş, annelerini beklemekteydiler. Evin kapısı açılınca, masum çocuklar, yabancı bir adamın, annelerinin yanında eve geldiğini gördüler. O yabancı, annelerinin yerine su kırbasını omuzuna yüklenmişti. Yabancı adam, kırbayı yere bıraktı ve kadına sordu:
- Bizzat su çektiğine göre beyin yok galiba? Nasıl oldu kimsesiz kaldın?
- Kocam askerdi. Hz Ali bin Ebi Talib (a.s) onu, sınırlardan birine gönderdi ve orada şehit düştü. Şimdi birkaç çocuğumlayım.

Yabancı adam bundan fazla konuşmadı. Başını yere indirdi ve:
- Allahaısmarladık' deyip gitti. Fakat o gün, bir an bile o kadın ve çocuklarının düşüncesi aklından gitmedi. Gece rahatça uyuyamadı. Sabah hemen bir file aldı; et, un ve hurmadan meydana gelen bir miktar er zağı fileye koydu ve doğruca dün gittiği eve gitti, kapıyı çaldı.
- Kimsin?
- Dün su kırbasını getiren, Allah'ın kuluyum. Şimdi çocuklarına bir miktar yiyecek getirdim.
- Allah senden razı olsun. Allah, bizimle Ali İbn-i Ebi Talib arasında geçeni yargılasın.
Kadın kapıyı açtı açıldı ve yabancı adam, eve girdi. Sonra:
- Canım yardım etmek istiyor, izin verirsen hamur yapmayı, ekmek pişirmeyi, çocuklara bakmayı üzerime alayım' dedi.
- Çok güzel, fakat daha iyi hamur yoğurup, ekmek pişirebilirim. Ben ekmek pişirinceye kadar, sen de çocuklara bak.

Kadın hamur yapmak için gitti. Yabancı adam, hemen getirdiği bir parça eti kızarttı ve hurmayla beraber eliyle çocuklara yedirdi. Her birinin ağzına lokmayı koyarken
- Evladım, işinde kusur etmişse eğer, Ali İbn-i Ebi Talib'i helal ediniz' diyordu.
Hamur hazırlandı. Kadın,
- Ey Allah'ın kulu, hemen ateş yak' diye seslendi. Yabancı adam gitti, ateş yaktı ve yüzünü alevlerin yükselen ateşin şulelerine yaklaştırdı.
Kendi kendine:
- Ateşin sıcaklığını bir tad. Yetimlerin ve dulların işinde, kusur eden kimsenin, cezası budur, işte' dedi.
O anda, komşulardan bir kadın, eve girdi ve yabancı adamı tanıdı. Ev sahibe si kadına:
- Vay!; sana yardım eden bu adamı tanımadın mı? Bu, Emirülmüminin Ali İbn-i Ebi Talib'tir' dedi.
Zavallı kadın yaklaştı ve:
- Binlerce eyvahlar olsun bana, sizden özür dilerim' dedi.
- Hayır, ben senden özür dilerim. Çünkü senin işinde, kusur etmişim.

Bihar ul-Envar
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
YAĞMUR VE GÖZYAŞI

Hicretin 18. yılı başında, Hicaz'da büyük bir kıtlık musibeti yaşanmıştı. Bu yıla 'kül yılı' denilmiştir. Çünkü yağmur yokluğundan çorak topraklar kül şeklini almış, rüzgar önünde toprak kül gibi savrulur olmuştu.

Çevre halkı azık için Medine'ye akın ediyor, vahşi hayvanlar da açlıktan insanlara yaklaşmaya çalışıyordu. Halife Hz. Ömer r.a. beytülmalda (hazinede) bulunan bütün gıda maddelerini halka dağıttı. Ayrıca Basra, Mısır ve Şam bölgelerinden kervanlarla gelen yardımlar çevre halkına dağıtıldı. Daha önce süte ekmek doğrayarak yemek yiyen Hz. Ömer, kıtlık döneminde sadece zeytinyağı ve ekmekten başka yemek yiyemez olmuş, bu yüzden rengi değişmiş ve vücudu iyice zayıflamıştı. Bu kıtlık afeti dokuz ay kadar sürmüş, bu arada birçok kişi de açlıktan ölmüştü.

Bu müthiş kıtlık dönemi sonlarında bir zat (Bilal b. Haris), Peygamber s.a.v.'in türbesine yaklaşıp şöyle demişti:

- Ya Rasulallah! Ümmetine yağmur vermesini Allah'tan dile! Çünkü helâk olmak üzereler.

Daha sonra o şahsın rüyasına giren Rasulullah s.a.v. şöyle demişti:

- Ömer'e git, ona selamımı söyle. Yağmur yağacağını müjdele ve benden ona de ki: Ey ömer! Sen sözünde duran bir kişisin. Aklını başına al!

Adam uyanınca, kalkıp Hz. Ömer'e gitti ve rüyasını anlattı. Bu haberden ürperen Hz. Ömer, halka haber salıp onları mescidde topladı ve onlara:

- Sizler bende hoşlanmadığınız bir şey gördünüz mü? dedi.

- Öyle bir şey görmedik. Fakat neden böyle soruyorsun? dediler.

Hz. Ömer r.a. onlara rüya haberini anlattı. Onlar da bunun yağmur duasına işaret olduğu kanaatini belirttiler. Topluca yağmur duasına çıkıldı. Hz. Ömer, Rasulullah s.a.v.'in amcası Hz. Abbas r.a.'ın elinden tuttu, 'Ya Rabbi, Rasulünün amcası vesilesiyle sana yaklaşıyor, senden mağrifet diliyor ve sana yalvarıyoruz' diyerek, yağmur dileğiyle duasını sürdürdü. Oldukça yaşlanmış olan Hz. Abbas r.a.'ın da gözyaşları göğsüne dökülüyordu. O anda yoğun bulutlar gökyüzünü kapladı. Oradakiler, başlayan şiddetli yağmurla geri döndüler.
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Yahudilerin İftirası

Musa (a.s.) kardeşi Harun (a.s.) ile birlikte yolculuk ederken o zamana kadar görmedikleri bir ağaç görürler. Hemen ardında kapısı ardına kadar açık bir ev görürler. Seslenirler bir cevap alamazlar.Evin içinde bir kanepe görürler. Harun (a.s.):
- Ya Musa! Burası hoşuma gitti. İzin ver de şu kanepenin üzerinde biraz olsun uyuyayım.
- Uyu ya Harun.
Hz.Harun orada uyuduğu zaman ölüm meleği gelip Harun (a.s.) ruhunu kabzeder. İlk defa gördükleri ağaç kaybolur. Ev içindeki kanepe ile semaya kaldırılır. Musa (a.s.) bu duruma üzülerek yapayalnız İsrailoğullarına döner.
Onun kardeşiyle birlikte dağa çıkıp yalnız döndüğünü gören Yahudiler:
- Musa, İsrailoğullarının Harun'a karşı olan sevgisi yüüznden hased edip onu öldürdü, diye iftira ederler.
Musa (a.s.) :
- Kardeşimi öldürdüğümü ileri sürerek bana iftira ediyorsunuz. Halbuki o daha önce kendisi için takdir edilen hükmün tecellisi karşısındadır. O İlahi hüküm yerine geldi.
Yahudiler, bu iftirayı çoğaltınca Musa (a.s.) iki rekat namaz kıldı ve Rabbine kendisini temize çıkarması ve Yahudileri susturması için dua etti. Dua kabul olundu. Bir mücize olarak kanepe göründü. musa (a.s.'ın doğru söylediğine inanırlar.
 

uzm@n

New member
Local time
09:14
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
YAHUDİNİN SELAMI

Resuli-Ekrem (.s.a.a)'in eşi Ayşe, Resul-i Ekrem (s.a.a)'ın huzurunda oturmuştu ki, Yahudi bir adam içeri girdi. Girdiği anda Selam un aleykum yerine
- Essamu aleykum' yani 'ölüm üzerinize olsun'dedi. Uzun sürmedi, başka biri daha geldi. O da selam yerine
- Ölüm üzerinize olsun' dedi. Bunun tesadüf olmadığı malumdu. Resul-i Ekrem (s.a.a)'i dille incitmek için yapılan bir plandı. Ayşe çok öfkelendi, ve
- Ölüm sizin üzerinize olsun...' diye bağırdı.
Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu:
- Ey Ayşe küfür etme, küfür şekillenirse en kötü ve çirkin bir biçimde mücessem olur. Yumuşaklık ve sabırlı olmak, her neyin üzerine konursa, onu güzelleştirir, süsler ve her şeyin üzerinden kaldırılırsa güzelliğini azaltır. Niçin sinirlenip öfkelendin?
Ayşe:
- Görmüyor musun ya Resulullah'ın, bunlar küstahlık ederek, utanmadan selam yerine ne diyorlar?
- Evet, görüyorum onun için bende, 'Aleykum' yani 'sizin üzerinize olsun' diye cevap verdim, bu kadarı kafiydi
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst