Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

hikayelere devam

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
NİÇİN AĞIZLARI KAPALI?
Şeyh Necmüddin Ali (k.s.) hazretleri anlatıyor:

'Zaman zaman ziyaretime gelen bir kadın vardı. Basîreti (kalp gözü) açık bir hâtundu. Yine bir gün ziyâretime gelmişti. O sıralar elim biraz dardı ve o da bu hâlimi biliyordu. Evimde bir-iki göz ambar vardı. Eğer Allah Teâlâ, hubûbattan arpa-buğday gibi bir şey verirse o ambarlara koyardım. Şimdi ise onlar boştu. Kullanılacakları zamana kadar temizce dursunlar diye ağızlarını kapatmıştım. O kadın içlerinde bir şey var zannetti ve bana dedi ki:

' Mâdem ki elin dar, niçin şu ambarların içindekilerden azık edinmiyorsun?

' Boş onlar, dedim.

' O halde, dedi, niçin ağızlarını kapalı tutuyorsun?

' Temiz dursun diye...

Kalktı, onların kapaklarını açtı ve şöyle dedi:

' Bunlar, ağızları kapalı oldukları için boştur. Eğer ağızları açılsa, onlar da aç ve açık olan ağız gibi olurlar. Hak Teâlâ aç ve açık olan ağızın rızkını gönderir. İhtiyaç vakti gelince, her şeyin rızkını yine kendisine münâsip bir şeyden eriştirir.

O kadın bu işi yapınca, çok geçmeden Allah (c.c.) o ambarlara o kadar buğday gönderdi ki, bölmelerin hepsi doldu taştı.' (Abdurrahman Câmi k.s., Nefehâtü'l-Üns, Terc. Lâmiî Çelebi, v. 1532)


Alıntı: Fazilet Takvimi, 2001
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Niçin Evlenmiyor

Râbia-tül Adeviyye,
-Niçin evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi:
-Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim.
Birincisi, acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim?
İkincisi, Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?
Üçüncüsü, herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım? dedi.
O kimseler;
-Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten âciziz" dediler.
-O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim? buyurdu
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
NİÇİN GÜLÜMSEDİĞİMİ BİLİYOR MUSUNUZ?'
Resûlüllah (s.a.v.) ile ashabı ile beraber bulunuyordu, bir ara gülümseyerek:

-Niçin gülümsediğimi biliyor musunuz? diye sordular. Bizler, 'hayır' deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular ki:

-Kulun, Rabb'ine karşı kendisini müdâfaasından ve Allah ile aralarında geçen (şu) konuşmadan ötürü gülümsüyorum.

Kul der ki:

-Sen, dünyada beni zulümden korumadın mı?

Allah Teâlâ:

-Evet, buyurur. Kul:

-O halde ben de yabancı şâhidi kabul etmiyorum. Bana, benden şâhit istiyorum, deyince Allah Teâlâ:

-Peki, senin hesâbını kendi a'zâların görsün ve Kirâmen Kâtibîn de şâhit olsun, buyurur ve dili susturularak, a'zâlarına, 'Konuşun' denir. A'zâlar da teker teker yaptıklarını haber verirler. Sonra dili açılır. Adam a'zâlarına, 'Başımdan def'olun, ben sizi korumak için uğraşıyorum, siz ise yaptıklarınızı söylüyorsunuz' der
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
NİL NEHRİNİN TAŞMASI
Mısır, Hz. Ömer r.a.'ın halifeliği zamanında fethedilmişti. Mısır'ı fetheden komutan ise Hz. Amr b. As r.a. idi. Fetihten sonra Mısırlılar, Amr b. As r.a.'a gelerek bir adetlerini anlattılar:

- Ey komutan, adetlerimize göre Haziran ayını oniki gece geçince, bakire bir kızı güzelce süsleyip giyindiririz. Sonra Nil nehrine atarız. Böyle yaptığımız zaman Nil nehri taşıp, çevresini suluyor.

Amr b. As r.a. Mısırlılara dedi ki:

- Böyle bir işin İslâm'da yeri yoktur. İslâm geçmişteki kötü adetleri kaldırmıştır.

O yılın Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında Nil nehrinde hiç kabarma ve taşma görülmedi. Nil nehri mevsiminde taşmayınca, kuraklık başladı. Halk göç etmeye hazırlandı.

Amr b. As r.a. durumu bir mektupla halifeye bildirdi. Hz. Ömer r.a., Hz. Amr'a gönderdiği cevabında şunları yazdı:

- Şüphesiz ki sen doğrusunu yapmışsın. Elbette İslâm, geçmiş kötü adetleri kaldırmıştır. Sana mektubun arasında ayrıca bir pusula gönderiyorum. Bu pusulayı Nil nehrine at.

Hz. Amr b. As r.a., pusulayı okudu. Şöyle yazıyordu:

'Allah'ın kulu ve müminlerin emiri Ömer'den Mısır Nil'ine. Eğer sen kendiliğinden akmakta idiysen, şimdi de akmayıver! Fakat bir ve kudret sahibi Allah'ın emriyle akıyor idiysen, Allahu Tealâ'dan dileriz ki, seni akıtıp taşırsın.'

Hz. Amr r.a. pusulayı Nil nehrine attı. Bir sabah nehrin yedi-sekiz metre kadar yükselerek taştığını gördüler.

O günden sonra Nil'in bu hareketi, günümüze dek sürüp gelmiştir.
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
NUAYMAN'IN ŞAKASI
Bedevînin biri, Peygamber Aleyhisselâm'ı ziyarete gelmiş, mescid avlusunda devesini çöktürdükten sonra içeriye girmişti. Ashabdan birileri de, çok şakacı bir kişi olan Nuayman İbn-i Amr (R.A.)'a latife olsun diye şöyle bir teklifte bulundu:

- Sen şu deveyi kesiversen de onu yesek! Çünkü gerçekten et yemeyi çok özledik. Nasılsa Rasulullah Aleyhisselâm onun bedelini öder.

Nuayman da kalkıp deveyi kesiverdi! Adamcağız dışarı çıkınca, devesinin kesildiğini gördü ve feryadı bastı:

- Eyvah, devem kesilmiş!

Nebi Aleyhisselâm da dışarı çıktı ve sordu:

- Kim yaptı bu işi?

- Nuayman yaptı, dediler.

Peygamber Aleyhisselâm, Nuayman'ın peşine düşerek onu aramaya başladı. Nihayet bir evde saklandığını öğrendi.

Nuayman bir hendeğin içinde gizlenmiş, üstüne hurma dalları ve yaprakları örtmüştü.

Adamın biri, onun saklandığı yere doğru işaret ederek, yüksek sesle şöyle bağırıyordu:

- Ben onu görmedim, ya Rasulallah!

Rasulullah (A.S.) onu buldu, tutup hendekten çıkardı. Bulaşan toz ve topraktan yüzünün rengi değişmişti. Sordu ona:

- Bu yaptığını sana yaptıran nedir?

Nuayman boynunu büktü:

- Benim yerimi sana gösterenler var ya, ey Allah'ın Rasulü! İşte onlar bu işi bana yaptırdılar.

Allah Rasulü Aleyhisselâm, bir yandan şakacı Nuayman'ın yüzündeki tozları siliyor, bir yandan da gülüyordu. Sonra deve sahibini çağırarak devesinin bedelini ödedi.

Kaynak : Semerkand
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Nuşirevan'ın Adaleti
Hazreti Ömer ve Sa'd İbni Vakkas Hazretleri, İran'a at satmaya gitmişlerdi. İran'a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç görüp seyre daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun farkına farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip "Bedeviler" gibi sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine bindikleri Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.

Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre meyüs ve mükedder vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra:
- Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre elinizden atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder, diyerek teselli verdikten sonra:
-Her sabah hükümdarımız pazar yerinde halkın önünden geçer ve halk ona dert ve dileklerini bildirirler. O da ne icab ediyorsa hemen yapar. Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi.
Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde geldi. Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas'a geldi. Onlarda başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri veilmesini dilediler.
Hükümdar bunları dinleyince yüzü çok asıldı ve üzüntülü olduğu her halinden belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi. Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri yine akşam kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı, karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi.
Hancı birden öfkelendi ve :
-Demek kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor, dedi.
Sabah oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp:
-Hükümdarım, suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa cezasız kalır öyle mi? dedi.
Nuşirevan bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirli olduğu besbelli idi:
-At sahipleri yarın şehir terketsinler... Fakat biri şehrin kuzey, biri güney kapısından çıksın dedi.
Sabah oldu ve atların değerinden fazla para verdi. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri şehri terkediyorlardı. Bir de ne görsünler, şehrin bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercüman asılmışlar ve ölmüşler bile...
Fakat ne yazıktır ki, adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamış ve Efendimiz (s.a.v.) imansız gittiklerine teessüf ettiği isimler arasında bunu da symıştır.
Aradan zaman geçti, Hazreti Ömer Halife-i İslâm , Sa'd ibni Ebi Vakkas ise Mısır valisi oldu. Mısır'i İslamlaştırma ameliyesinde bir de cami yapılacaktı. Bu camiye en müsait yer ise bir yahudinin yeri idi. Mısır valisi yahudinin yerine cami yapımına başladı. Yahudi çaresiz bir şekilde düşünürken müslümanlardan bir zat:
-Nedir senin bu halin? diye sordu.
O:
-Bir evim vardı, başka bir şeyim yoktu. Vali şimdi oraya cami yapıyor. Ben ne yapabilirim? Şimdi açıkta kaldım, dedi.
Müslüman ona:
-Sen git Medine'ye... Orada Halife Ömer vardır. Derdinei ona anlat. Senin derdine mutlaka çare bulur, dedi.
Yahudi daha islamiyetin nasıl bir din olduğunu bilmiyordu. Medine'ye vardı. Halife'yi sordu, bahçede olduğunu söylediler. Gitti Bahçeyi buldu. Baktı ki, oarad bir adam çalışıyorYanına yaklaşıp:
-Ben Halife Ömer'le görüşmek istiyorum, dedi.
Ona göre hükümdarın tarlada ne işi vardı. Karşısındaki:
-Derdini anlat! Ömer benim, dedi.
Yahudi derdini anlatıp, bir çare bulunmasını söyleyince Hazreti Ömer, öfkelibir şekilde , bir kemiğin üzerine bir şeyler yazıp adamın eline verdi:
-Götür bunu valiye ver, dedi.
Yahudi bu yazışmadan pek bir şey anlamamıştı. Bundan bir şey çıkmaz, diyordu kendi kendine...
Mısır'a gelip kemiği Sa'd ibni Ebi Vakkas'a verince, vali çok korkmuştu. Hemen evi eskisinden daha güzel bir şekilde tamir etti ve yahudiye verdi. Hemde memnun etmek için bir miktar yardımda bulundu. Hazreti Ömer'in gönderdiği kemiğin üzerinde sadece şu iki kelime yazılı idi:
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Onlar Oruç Tutmadılar
Peygamberimiz bir gün ashabına oruç tutmalarını emrederek:
- Ben izin vermeden kimse orucunu açmasın, buyurur.
Herkes orucunu tutar. Akşam olunca, teker teker müracaat edenlere, iftar müsaadesi verir. Bu arada bir adam gelerek:
- Ya Resulullah! İki genç kız oruç tuttu ve yoruldular. Zat-i alinize gelmeğe utanıyorlar. Müsaade buyurursanız iftar etsinler, dedi. Resul-i Ekrem (s.a.v.) müsaade etmedi. Adam iki defa daha geldi. Sonunda Resulullah (s.av.)
- Onlar oruç tutmadılar. Bütün gün insanların etini yiyenler, nasıl oruçlu olurlar? Git onlara söyle: Oruç tuttularsa, istifra etsinler bakalım, buyurdu.
Adamcağız gitti, gerekeni söyledi. Onlar da denileni yaptı ve kan parçaları kustular. Adam Resülullah Efendimize dönerek vaziyeti bildirdi. Bunu üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):
- Nefsim kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki; eğer kusmayıp bu kan parçaları midelerinde kalsaydı, onalrı cehennem ateşi yerdi.
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
O Senin Ailenden Değil
Hz.Nuh'un kafirlerle beraber bulunan bir oğlu vardı. Hz. Nuh oğlunu dalgalardan kurtulmaya çalışırken görünce selendi:
- Ey oğulcağızım! Bizimle gemiye bin. Sakın kafirlerle beraber olma!
- Beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım!
- Allah dilemedikçe, bugün O'nun azabından koruyacak hiçbir şey yoktur.

Hz.Nuh ile oğlunun arasına dalgalar girdi. Hz.Nuh'un oğlu da boğulanlardan oldu. Hz.nuh oğlu için çok üzülmüştü. Nasıl üzülmesinki? O kendi oğlu değil miydi? Hz.Nuh dünyada sudan kurtulamayan oğlunu hiç değilse kıyamet günü kurtarmayı arzu etti!


Muhakkak ki, ateş sudan daha şiddetlidir. Ahiret alemindeki azap daha korkunçtur. Acaba Allah, kulu Nuh'a aile efradını kurtaracağına dair bir söz vermemiş miydi? Elbette vermişti. Allah Teala sözünden caymayacağı için Hz.Nuh Allah katında oğlu için şefaatte bulunmayı istedi.

Hz.Nuh rabbine şöyle yalvardı:
- Şüphesiz oğlum benim aile efradımdandır. Muhakkak ki, senin aile efradımı kurtaracağına dair verdiğin sözün haktır. Sen hakimlerin hakimisin!

Fakat Allah, soylara, soplara değil sadece amellere bakar. Allah kendisine ortak koşanlar hakkında yapılan şefaati kabul etmez. Allah'a ortak koşan bir kimse peygamberin ailesinden biri olamaz. İsterse öz oğlu olsun! Allah, Nuh kulunun dikkatini bu hususa çekerek şöyle buyurdu:
- Ey nuh! O senin ailenden değildir. Çünkü o iyi olmayan amellerin sahibidir. O halde bilmediğinm birşeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim.

Hz.Nuh (a.s.) hemen hatasını anladı ve derhal Allah'a yönelerek tevbe etti ve yalvardı:
- Ey rabbim! Bilmediğim bişeyi senden istemekten sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrana düşenlerden olurum.

Alıntı:
Kur'an'ın Işığında Peygamberlerin Kıssaları, Ebu Hasan Ali En-Nedvi, Çev.Ali arslan, Hikmet Neşriyat,
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Onu Cennet ile müjdeleyin!

Osmân bin Maz'ûn (r.a.) hazretlerinin bir oğlu vefât etdi. Ondan dolayı üzüntüsü çok olup, mahzûn oldu. Evinde oturdu. Evinde bir mescid binâ etdi. Orada ibâdet ederdi.
Resûlullah (s.a.v.) hazretleri işitip, buyurdu ki,
-Onu benim yanıma getirin. Onu Cennet ile müjdeleyin!
Sonra onu, Resûlullahın (s.a.v.) yanına götürdüler.
Resûlullah (s.a.v.) ona buyurdular ki;
- Bil, yâ Osmân ki, muhakkak Cehennemin yedi kapısı vardır. Ve Cennetin sekiz kapısı vardır. Cennet kapılarından her birine gitdiğinde, oğlunu orada görüp, Allahü teâlâdan sana şefâ'at eder hâlde olduğunu görmeğe râzı olmaz mısın!
Osmân bin Maz'ûn 'radıyallahü teâlâ anh',
- Yâ Resûlallah; râzı oldum, dedi.
Süâl edildi ki, yâ Resûlallah!
- Bizim oğullarımız da böyle olur mu?
Buyurdular ki,
- Evet olur, kıyâmete kadar ümmetimden sabr eden ve sevâb istiyen herkese de böyledir!
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Otuz Altın
Hammad.. Bir zamanlar Bağdat'ın en zenginlerindendi. Dünyalık adına nesi var nesi yoksa dağıttı. ... ve Bağdat'ın en fakiri oldu.

Bir gün kapısını çalarlar. Evde değildir, bir müddet beklerler. Tam sonra geliriz diye ayrılmak üzere idirlerki gelir. Elinde yiyecekler. Sofraya otururlar. Yemek esnasında içeriye o ana kadar görmedikleri yabancı biri gelir bir şey söylemeden Hammad'a otuz altın uzatır. Hammad'ın rengi gider, sarsılır ve:
- Almam!
- Alacaksın.
Yabancı adam o kadar ısrar ederki, Hammad almayacağı konusunda herkesin duyacağı şekilde yemin eder. O anda birkadın seslenir: :
- Bakın siz şunun yaptığına ! Bugün bu yediklerinizi alabilmek için, başımdan başörtümü aldı, pazara gitti sattı, yiyecek aldı. Şimdi de verilen parayı o kadar ısrara karşın kabul etmiyor, bir de üstelik almam diye yemin ediyor.
Sessizlkik.... Kadına hiç kimse cevap vermez... Sessizliğin ve sıkıntının hakim olduğu bir ortamda lokjmalar boğazlardan aşağı yuvarlanır yuvarlanabildiği kadar. sonunda içlerinden bir dayanamaz ve sorar:
- Hem böyle bir ihtiyaç içindesin, hem de sana verilen otuz altını kabul etmiyorsun. Söyleyebilirmisin neden?
- Hanımımın başörtüsünü pazara götürüp satmak için dolaşırken bir ses duydum "Bu işi bizim için yapıyorsun! Karşılığı sana tez ulaşır!" Eve dönüp o adamın bana otuz altını getirdiğini görünce, anladım ki, karşılığı geliyor. Onun için kabul etmedim.

Aman! Aman! Dikkat! Dikkatli ol, bir iş yaptın da karşılık bekleme. Karşılık beklemek bir yana, karşılık ister gibi de durma.
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Öğüt
Birgün Emir Süleyman Pervane, Mevlana'dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulumuştu. Mevlana, dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana, bir zaman düşündükten sonra:
- Emir Pervane, Kur'anı ezberlediğini duyuyorum, doğru mu? Dedi.
Pervane:
- Evet.
- Ayrıca, Şeyh Sadreddin'den hadis ilmi okuduğunu da duydum.
- Evet doğrudur.
Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu:
- Mademki, Tanrı ve onun peygamberinin sözlerini okuyorsun... O sözlerden öğüt alamıyorsan, hiçbir ayet ve hadis'in emrine uyamıyorsan, benim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın.
Pervane, bu sözler üzerine ağlıyarak dışarı çıkar.

Mevlana, Mehmet Önder, Tercüman 1001 Temel Eser
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
ÖLÜM DOĞURAN NİKÂH
Abbasî halifesi Harun Reşid'in önde gelen devlet adamlarından Cafer el-Bermekî (Ö.187/803), üstün bir alim, zarif bir edib ve pek cömert bir zengin olarak tanınıp sevilmişti. Çeşitli yerlerde valilik ve komutanlık yapmış başarılı bir idareciydi. Halifenin çok sevip takdir ettiği bir yakını ve yardımcısıydı. Babası Yahya el-Bermekî ise Harun Reşid'in veziriydi.

Harun Reşid, Cafer'i ve çok sevdiği kızkardeşi Abbase'yi yanından hiç ayırmazdı. Sohbet meclisinde onları da hazır bulundururdu. Harun, Cafer ile Abbase'nin aynı meclis ve sofrada meşru olarak buluşup görüşmelerini sağlamak için, Cafer'e çok fazla yaklaşmamak şartıyla Abbase'yi nikâhlama teklifinde bulundu. Cafer'in kabulü üzerine, Abbase'yi onunla nikâhladı.

Cafer ve Abbase, sohbetlerden sonra Harun kalkıp gidince başbaşa kalırlardı. Cafer verdiği sözün gereği Abbase'ye ilişmiyordu. Fakat Abbase rahat durmadı. Bir fırsatını bularak, zayıf bir anında Cafer'e nikâhın gereğini yaptırdı ve Cafer'den hamile kalarak bir oğlan çocuğu doğurdu. Halifeden korkan Abbase, çocuğu gizlice Bağdat'tan Mekke'ye gönderdi.
Harun Reşid o sene hacca gitmiş ve işin gerçeğini öğrenmişti. Bu duruma fena halde sinirlenmişti. Cafer'in artan kudreti, nüfuzu, bazı icraatları ve harcamaları da halifeyi ürkütüyordu. Nikâhın neticesi ise bardağı taşırdı. Bir hayatla birlikte bir ölüm doğdu. Cafer-i Bermekî, Harun Reşid'in emriyle idam edildi.
Derler ki, Cafer'in babası Yahya o yıl hac sırasında Kâbe'nin kapısında şöyle dua etmişti:
'Allahım! Eğer beni günahlarım yüzünden cezalandıracaksan, çoluk-çocuğum ve mallarımı almakla da olsa senin rızana ulaşmam için cezamı dünyada ver, ahirete bırakma.'
Yahya'nın duası kabul edilmişti. Oğlu Cafer idam edilmiş, kendisi de hapiste ölmüştür.


Yusuf Yavuz Semerkand
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Ömer'in Müslüman Oluşu

Bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem 's.a.v.', Ömer 'r.a.' hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl oldu.
Buyurdular ki,
- Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.

Ertesi gün, Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar.
- İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ 's.a.v.' zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki, yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken, putlara yardım etmeyi, onu öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler.

Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle, kılıncını takındı. Resûlullah 's.a.v.' hazretlerini öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine rastladı.
- Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb verip,
- Şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen, Muhammedi katl etmeğe gidiyorum, dedi.
Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre seni sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince,
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Nu'aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise, evvelâ seni katl edeyim.
Nu'aym hazretleri dedi:
- Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve enişten de girmişlerdir.
Ömer, bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma'lûm onların müslimân oldukları, dedi.
Nu'aym dedi:
- Eğer inanmaz isen, kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin ile boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise, o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o tehevvür ile gidip, kapılarına vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi.Anladı ki, okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi nâzil olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden Habbâbı 'radıyallahü anh' onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin âyetlerini ta'lîm ediyordu. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı bağlamışlardı. Ta'lîm ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi. Dinledikçe, istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe başlayıp, şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp, kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi, içeride olanlar, korkularından susdular. Habbâbı 'radıyallahü anh' gizlediler. Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir 'r.a.'. Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki, yüzlerine bakmaz. Kız kardeşi,
- Hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular.
Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler. Hazret-i Ömer, ezelî kelâmın te'sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne oturmağa sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler. Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her biri bir özr behâne edip, yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra, süâl buyurdular ki;
- Okuduğunuz ne idi.
Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da'vâ ile geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de Muhammedül-emînin dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra Muhammedi katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime şevk ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip, getirin okuduğunuzu, dinleyelim, dedi.
Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki,
- Okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem 's.a.v.' hazretlerine indirmişdir. Dinlemek istersen, evvelâ gusl eyle. Ondan sonra okuyalım, göresin.

Hazret-i Ömer 'r.a.' kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta'zîm ve tekrîm ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...) diye okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok yumuşadı. (Ben o Allahım ki, benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde yalnız bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ sûresinin 14.cü âyetine gelince, Kur'ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip, Kur'ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti gitmeğe başladı. Dedi ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ 's.a.v.' hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat, perde arasından dışarı çıkıp, dedi ki,
- Yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında, kabûl oldu. Allahü teâlâya hamd olsun.
Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü. Bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i Ömerin geldiğini görünce, hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler.
- Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazret-i Peygamberin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.
Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki,
- Yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu?
Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup, nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz sürüp, sonra,
- Yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı arz eyle, dedi.
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' tekbîr getirip, sürûr-ı kalb ile, hazret-i Ömer ile kucaklaşıp, boynuna sarıldılar. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler. Resûlullah 's.a.v.' buyurdu;
- Su getirdiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' temizlenip, gusl eyledi. Ona Kur'ân ta'lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile doldurdular. Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta'lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü ki, mağara gibi gizli bir yerde dururlar.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz.
Se'âdet ile buyurdular ki,
- Müşriklerin mü'minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz, Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de Harem-i beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni' olur.
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kalkıp, Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ile berâber, hazret-i Ömer önlerinde, elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş müşrikleri önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki,
- Meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımızda kırmak ister.
Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine güzel muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler. Ebû Cehl la'în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı.
- Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size demedim mi ki, sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz dediniz ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona ne söyliyelim. Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer 'r.a.' kılıncı kaldırıp dedi; (Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi 'aleyhisselâm'.
Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!

Kâfirler, bu hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar. Ebû Cehl la'în, yüksek sesle dedi ki,
- Görün Muhammedi ki, Kureyşin büyüklerini müslimân yapmağa başladı. Bu işler bize azdır. Dedim, gelin onlar çoğalmadan, öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu.
Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü'mine el uzatmağa kâdir olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ'be-i şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok idi. Mü'minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ'beyi ta'vâf etdiler. İbni Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' müslimân olması, mü'minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ'be-i mu'azzamada, müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' îmâna geldikde, Peygamberimiz 's.a.v.' hazretleri, mubârek elini Ömerin 'radıyallahü anh' göğsüne koyup, üç kerre buyurdular ki,
- Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.


Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Hz. ÖMER'E NEDEN FARUK DENDİ
Bir münâfık ile bir yehûdî, bir husûsda anlaşamadı. Yehûdî da'vâyı hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine gelmek istedi. Münâfık da yehûdîlerin re'îsi Ka'b bin Eşrefe gitmek istedi. Sonunda, Resûlullahın 's.a.v.' katına geldiler. Da'vâyı yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp, hazret-i Ömerin 'r.a.' huzûruna da'vâyı halletmesi için geldiler. Yehûdî, mâcerâ ve da'vâyı hazret-i Resûlullahın huzûruna varıp, Resûlullah hazretlerinin kendisine hükm eylediğini, münâfıkın ise buna râzı olmadığını anlatdı. Hazret-i Ömer 'r.a.' o münâfıkdan, anlaşmazlığı süâl buyurdular ki,
- Bu yehûdînin anlatdığı gibi midir.
Münâfık,
- Evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim ki, sen hükm edesin, dedi.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu:
- Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm edeceğim.
Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu. Buyurdu ki:
- Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle hükm eylerim.

O vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Ömere 'r.a.' hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan Fârûk lakabı verildi.]
Âyet-i kerîme budur:
(Şu kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere indirilen kitâblara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta gitmek isterler
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
HZ.ÖMER'E GELİN OLMAK
Hazret-i Ömer r.a. Halife.. Her zamanki tedbili kıyafet haliyle.. Gece... Medine sokaklarını dolaşıyor dolaşıyor... Karanlık gece... Bir evin önünden geçmekte... Evden sesler gelmekte... Acaba ne oluyordu? Durdu. Kulak kabarttı. Dinlemeye başladı. Bir anne ve kızı.
Anne:
-Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!
-Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
-Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, O şimdi yatağında uyuyor.
-Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Herşeyi bilen, gören ve herşeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat herşeyi bilen ve gören Allah'tan nasıl gizlersin?

Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da , o kızı oğlu Âsım'a nikâh etti. Kız Ömer'e gelin oldu.

Ömer'e gelin olmak o kadar kolay ki... Allah'ın her şeyi bildiğini ve gördüğünü bilmek, ondan bir şey gizlenemeyeceğini idrak etmek ve o hal ile yaşamak o kadar o kadar kolay ki...
Gelin olunacak Ömer'mi, her devirde bir Ömer bulunur, yeterki o güzel ahlak olsun. Ömer bulur Ömer'e buldurulur...
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
ÖMÜR BOYU ÖĞRENMEK
Abbasî halîfelerinden Me'mûn, meclisindeki âlimlerle fıkhî mes'eleleri konuşurken, amcası İbrahim bin Mehdî içeriye girdi.

Me'mûn ona:

' Amca, bu âlimlerin söyledikleri hakkında sen ne dersin? diye sordu. Amcası:

' Ey mü'minlerin emîri! Çocukluğumuzda bizi, birtakım şeylerle meşgul ettiler. İhtiyarlığımızda da biz kendimizi meşgul ettik... Böylece ilimden mahrum kaldık, dedi.

Me'mûn, bunun üzerine:

' Şimdi okumanızda ne mâni vardır? deyince, amcası:

' Bizim gibi ihtiyarlara okumak yakışır mı? diye cevap verdi.

Me'mûn:

' Evet, vallâhi ilim talebesi olarak ölmen, cehâlete kanaat ederek yaşamandan hayırlıdır, dedi.

Amcası:

' Ne zamana kadar okumak bana yakışır? diye sorunca da, halîfe Me'mûn:

' Hayat sana yakıştığı (yani hayatta olduğun) müddetçe... cevabını verdi.


Alıntı: Fazilet Takvimi, 2000, Haziran
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Padişah ve Genç

Olay Peygamberimizden çok önce gçer. Zamanın birinde insanların kendisine taptığı bir padişah ve onunda bir sihirbazı vardı. Sihirbaz bir gün:
- Padişahım, artık ihtiyarladım. Bana bir genç verseniz de ona sihir öğretsem.
Padişah ona bir genç buldurur ve yollar. Gençin eviyle sihirbazın evi arasında bir rahip yaşamaktadır. Genç zamanla ona da uğramaya başlar. Sohbetederler. Rahibin anlattığı hoşuna gider ve arkadaşlıkları devam eder ve genç onun dinine girer. O'nunla beraber olduğu müddetçe zamanın nasıl geçtiğini anlamaz ve dolayısıyla hep geç kalır. Sihirbaz da kızar, kızmakla kalmaz dövmeye de başlar.
Genç durumu sonunda rahibe de iletir.Rahip:
- Sihirbazdan korktuğunda, "Evimizdekiler alıkoydu", ailenden çekindiğin zamanda "Sihirbaz bırakmadı" dersin. Bu hal üzerine epeyi zaman gidip gelir genç. Bir gün önünü yırtıcı bir hayvan keser ve kendi kendine:
- Sihirbaz mı daha üstün, yoksa rahipmi bugün öğreneceğim.
Bir taş alır ve:-
- Ya Allah, ihtiyarın işi, sana sihirbazın işinden sevimli ise şu hayvanı öldürüver, der. Taşı atar ve vahşi hayvan ölür. Durumu olduğu gibi rahibe anlatır. Rahip:
- Bugün sen benden üstün haldesin. Eğer bir belaya uğrasan, benim ismimi söyleme..

Delikanlı bir çok hastalığa şifa verir hale gelir, körlerin gözlerini açar. Padişahın kör bir arkadaşı da bunu duyar ve bir çok hediyeyle beraber gencin yanına gelerek:
- Gözlerimi açarsan, bu hediyelerin hepsi senindir, der. Delikanlı:
- Ben kimseye şifa veremem. Şifayı ancak Allah verir. Eğer Allah'a iman edersen, Allah'a dua ederim, O da sana şifa verir.
Hasta derhal iman eder. Gözleri açılır. O sevinçle hemen padişahın yanına gider. Padişah sorar:
- Gözlerinin görmesini kim sağladı?
- Rabbim.
- Senin benden başka bir Rabbin mi var?
- Benim Rabbim de senin Rabbin de Allah'tır.
Hükümdar kızar, işin aslını öğrenen, delikanlının ismini alana kadar işkence ettirir. Genç hemen huzura getirilir. Padişah:
- Sihrin körleri bile iyileştirecek seviyeye ulaşmış, herkese şifa veriyormuşsun.
- Ben hiçbir derde şifa veremem, şifayı anacak Allah verir.
Padişah, delikanlıya da rahibin ismini verinceye kadar işkence eder. Rahip huzura getirilir. Padişah:
- Dininden dön.
Rahip de teklifi rededer. Derhal başı kesilir. Delikanlı getirilir, "Diniden dön" teklifini rededer. Padişah onu yakın adamlarına vererek:
- Onu falan dağa götürün, dağın tepesine çıkarın, dininden dönerse serbest bırakın, yoksa aşağı atın, der.
Yola girerler. Uzun ve yorucu bir günün sonunda dağın tepesine ulaşırlar. Genç:
- Allahım, nasıl dilersen beni onlara karşı sen koru, diye dua eder.
Dağ sarsılır. Delikanlının dışında hapsi yuvarlanıp gider. Delikanlı döner Padişaha gelir. Hükümdar sorar:
- Seninle beraber gidenlere ne oldu?
- Allah beni onlara karşı korudu.
Padişah bu sefer onu bir başka gruba teslim etti ve:
- Bunu bir gemiye bindirin, denizin ortasına getirin ayağına taş bağlayın, dininden dönerse serbest bırakın, yoksa denize atın, der.
Genç:
- Allahım, nasıl dilersen beni onlara karşı sen koru, diye dua eder.
Gemi onlarla beraber alt üst olur. Delikanlının dışında hepsi boğulur. Döner. Padişah:
- Seninle beraber gidenlere ne oldu?
- Allah beni onlara karşı korudu. Sana emrettiğimi yapmadıkça beni öldüremezsin.
- Nedir o?
- Halkı, geniş bir meydana toplayacaksın, beni de hurma dalına asacaksın. Sonra ok torbamdan bir ok al, yayın tam ortasına yerleştir, daha sonra bağırarak "Delikanlının Rabbi olan Allah'ın adı ile" de, sonra at. Sen, böyle yaptığın takdirde beni öldürebilirsin, dedi.

Halk meydana toplanır. Denildiği şekilde yapılır. Ok atılır. Delikanlı ruhunu teslim eder. bütün bunlara şahit olan halk:
- Delikanlının Rabbine iman ettik, derler.
Padişahın adamları gelerek:
- Çekindiğin oldu, halk iman etti. Padişah:
- Hemen hendekler açın. İçinde ateşler yakın. Kim dininden dönmezse ateşe atın.
Emir yerine getirilir. Sonunda kucağında çocuğu ile birlikte bir kadın gelir, ateşe düşmemek için bir an durur, sendeler.
Kucağındaki çocuk dile gelir:
- Ey anneciğim sabret. Çünkü hak din üzerinesin
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Papaz ve Hz.Ali (r.a.)
Hz. Ali r.a. ordusu ile harbe gitmekteyken uğradığı son bir kaç konak yerinde su bulamaz. Sonunda bir kilise görür ve o yana yönelirler. Kiliseye varır su isterler. Kilisedekiler:
-10 mil uzakta su var.
Hz. Ali r.a.
- Oraya gitmeye gerek yok şurayı kazın.
İşaret edilen yer kazılır. Büyük bir taş ortaya çıkar. Uğraşırlar uğraşırlar değil taşı kaldırmak oynatamazlar bile.
Hazret-i Ali r.a. gelir. Mübârek parmaklarını taşın altına sokarlar, sanki bire tüy misali kalkar. Taşın kalkmasıyla beraber saf, tatlı ve soğuk bir su fışkırır. Sevinç ve şükürle sular içilir, kaplar dolar
Kilisenin Papazı diğer kilisedekiler uzaktan onları seyretmektedirler, durumu görünce, Sevinç içinde Hz. Ali'nin huzûruna gelir ve sorarlar::
-Peygambermisiniz?. Yoksa...
-Hayır ben peygamber değilim, ama son peygamberin dâmâdı ve halifesiyim!
Papaz hemen kelime-i şehâdet getirerek Müslüman olup şöyle der:
-Ey mü'minlerin emiri! Bu kiliseyi, bu taşı kaldıran zâtı bekleyip görmek için yapmışlardır. Kitaplarımızda yazar, büyüklerimiz anlatırdı; burada bir kuyu vardır. Üzerindeki taşı peygamber veya onun Halifesi kaldırabilir. Bu taşı sizin kaldırdığınızı görünce, yıllardır beklediğim arzuya kavuştuk.
Hazret-ü Ali buyurdu ki:
-Allahü teâlâya hamd olsun!

Ve râhib orduya katılıp, şehit olmak saâdetine kavuşur...
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Peygamber isen mucize gösteresin

Hazret-i Ebû Bekr önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî Şâma giderdi. Seferde iken, bir gece rü'yâ gördü ki, gökden ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekr, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine basdı. Uyandı. Yemlîhâ adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. Râhib dedi ki,
- Sen nerelisin?
Ebû Bekr dedi;
- Arz-ı Hicâzdanım.
Tekrâr sordu:
- Ne iş yaparsın.
Ebû Bekr,
- Tüccârım, dedi.
Râhib dedi ki,
- Yâ Arabistanlı kişi. Bu rü'yâda, sana büyük müjdeler vardır. Ta'bîrini ister isen, ücretini ver, dedi.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' oniki dînâr çıkarıp, verdi.
Râhib dedi ki:
- O ay ki, gökden sana indi. Âhır zemân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr edecekdir. Sen Onun hayâtında iken vezîri olursun. Sonra halîfesi olursun. Yâ Arabistanlı kişi. Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona ulaşdırırsın. Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhıretde şefâ'atinden unutmasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh',
- Bana bir mektûb ver, dedi.
Râhib, oniki satır bir mektûb yazıp, Ebû Bekre 'radıyallahü anh' verdi. O mektûbun mevzû'u şu idi.
(Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî, salevâtullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakîkaten sen âhır zemân Peygamberisin! Ve Rabbilâlemînin Resûlisin. Bu mektûbu Ebû Bekr bin Ebû Kuhâfe ile sana gönderdim. Ma'lûm ola ki, ben sana îmân getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekr bana gelip, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. O rü'yâ delâlet eder ki, Ebû Bekr senin vezîrin olur, sonra halîfen olur. Eğer ben sağ olup, hazretine yetişirsem, gelip önünde gâzâ ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem, âhıretde beni şefâ'atinden unutmayasın) diye mektûbu temâm etmişdir.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh'; ey rü'yâyı ta'bîr eden kişiye:
- Eğer ta'bîr etdiğin gibi olursa, yüz altın dahi bende senin emânetin olsun, dedi.
Şâm seferini bitirip, Mekkeye geldi. Bu hâdiseden oniki sene geçdi. Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammede 'sallallahü aleyhi ve sellem' vahy eyledi. Bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: Allahü teâlâya da'vet edenin da'vetini kabûl ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr, serîr üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitdi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah. Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile buluşdu.
Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki:
- Ne olaydı, islâma geleydin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Peygamber isen mu'cize gösteresin.
Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem', Ebû Bekrin göğsüne mubârek ellerini dayayıp, şöyle dıvâra yaslayıp, dedi ki,
- Sana o mu'cize yetmez mi ki, o rü'yâyı gördün. Yemlîhâ râhibe ta'bîr etdirdin. O zemândan on iki yıl geçdi. Ta'bîr edene on iki dînâr verdin ve yüz dînâr dahâ va'd etdin. Rü'yâyı ta'bîr eden, on iki satır bir mektûb yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttalî olup, mektûbda yazılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' işitip, parmak kaldırıp,
- (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah). Ya'nî sen, o Peygambersin ki, Yemlîhâ râhib senden haber verdi, dedi.

Kaynak: Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin
 

uzm@n

New member
Local time
08:50
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Rabia Köle Olamaz

Râbia-tül Adeviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia'nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia'yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu. Edebi fevkalâde idi.

Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya yalvardı.

"Yâ Rabbî! Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi.

Bu sırada bir ses duydu.
"Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu.

Râbia tekrar efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu. Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığında Râbia'nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini, Allahü teâlâya şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki:

"Ey Rabbim! Benim arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..."

Ev sâhibi, bunları duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı.
"Artık Râbia köle olamaz!" diyordu.

Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve dedi ki:
"Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim."
Râbia;
"Gideyim." dedi.
Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst