Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Türklerin Müslümanlığa Geçişi

seyfi

Administrator
Local time
17:43
Katılım
15 Kasım 2005
Mesajlar
6,014
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
59
Türklerin müslüman olmaları ve bundan dolayı ortaya çıkan kültür değişmesi

Orta Asya Türk toplumları arasında 500'lerden itibaren değişik yönlerden gelen dinî akımların yoğun bir propagandaya başladıkları görülüyor. Bu propagandalar bir ölçüde de etkili oluyor hemen her dinî inanç büyük-küçük temsilci grupları oluşturuyor.

Orta Asya'da yayılmak isteyen bu dinî akımların en sonuncusu olan İslâmiyet, 8-10. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan'a kadar yayılarak hem o topraklardaki pek çok çalkantıları önleyerek insanları huzura kavuşturmuş hem de İslâma tarih boyunca en dinamik unsurlarını teşkil eden yeni bir millet kazandırmıştır.

İslâm orduları ilk önce Hazar Denizi'nin batısını yurt tutmuş bulunan Hazar Türklerine yönelmiştir. Ancak Hazar Hanlığı, Hıristiyan Bizans ordularına karşı olduğu gibi, müslüman arap ordularına karşı da bağımsızlığını korumak için Yahudiliği kabul etmiştir. Yabancı devletlerin, dini, kendi yayılmalarının bir aracı olarak kullanmak istemelerine karşı, Orta Asya Türklerinin de Budizmi ve diğer dinleri seçtikleri görülüyordu.

Kafkaslarda bu şekilde başarılı olamayan İslâm orduları, daha sonra Hazar Denizinin doğusuna ve Orta Asya'ya yöneldiler.

İlkönce Çayardında (Mâveraü'n-nehir) sağlam bir köşe başı tutan İslâm, daha sonra bazen silâh zoruyla bazen gönüllü kazanarak Orta Asya içlerine doğru yayılmaya başladı. Bu yayılmaya karşı başlıca iki engel vardı: bunlardan biri, Emevilerin dinden ziyade Arap milliyetçiliğine dayalı politikaları, Orta Asya'dan daha fazla cizye ve köle istemeleri; diğeri de Orta Asya'ya Budizmin iyice yerleşmiş, yüksek bir kültür geliştirmiş olması idi. Öyle ki, Budist olan Gazne ve Kâbul hükümdarları, müslümanlara yılda 2.000 Oğuz köle teslim ederdi. Bu Oğuz köle grupları, daha sonra Mısır'da Tolonoğulları (868-896) ve İhşitoğulları (937-969) devletlerini kurmuşlardı.

Emevilerin Orta Asya toplumlarına muamelelerinini kötü olması hem dinin yayılmasını engellemiş hem de dini kabul eden gruplar arasında merkeze sürekli isyanlar çıkmasına, değişik tarikat ve mezheplerin doğmasına neden olmuştur.

Bu ara dönemde Taocu "hakîm"ler, Budist "toyun"lar ve müslüman "abdal"lar, oradaki insanların kültür geleneğine ve hayat şartlarıına göre değişik din yorumlamalarına gitmişlerdir. Ebu Müslim Horasanî ve İshak et-Türk, Orta Asya inançları ve İslâmı birbirine karıştıran "düalist" mezhepler ortaya koymuşlardır. Bu arada şiilik, alevilik, kalenderilik, abdâllık gibi birçok değişik yollar, İslâma yeni girmekte olan grupları kendine çekmiştir. İslâmın dinamizmi geçici bir süre Orta Doğu'dan Orta Asya'ya kaymış, Ebu Müslim Horasanî kuvvetlerinin baskısıyla halefilik Emevilerden Abbasilere geçmiştir.

Orta Asya Türk toplumları arasında genelde sünnî mezhepler yayıldı. İlkönce Şiilik şeklinde olan bu yayılma, Orta Asyalı Ebu Hanife'nin ortaya çıkması, ayrı bir kültür ve tabiatta doğan değişik problemleri tartışma "halka"larına getirerek değerlendirmesi ve "kıyas" yolunu açık tutmasıyla "Türklerin imamı" sayıldı ve Türklerin genelde bu inanç yorumunun içinde toplanmalarını sağladı.

İslâm, Orta Asya Türk toplumları içinde önce Oğuzlar arasında "gâzi"ler ve din hocaları (murabit) tarafından yayıldı. Özellikle 751'deki Talas Savaşından sonra, Çin'in yayılmacılığına karşı Türkleri birleştiren, onlara yüksek bir moral gücü sağlayan bir din olarak Türklerin ana dini İslâm oldu. Budizmin kültür merkezlerinden biri olan Kaşgar'da kurulan Hakanî Türk Devleti (Karahanlılar) (926-1220), Batı Türkistan'ın tamamı ile Doğu Türkistan'ın batı kısmının tamamen müslüman olmasını sağladı.

Müslümanlığın bu şekilde Orta Asya'ya yerleşmesinden sonra, ezici ve acımasız Kara-Hıtay ve Moğol saldırıları ile yüksek Uygur medeniyeti bile İslâm karşısında tutunamadı ve İslâmın manevi gücü karşısında yavaş yavaş müslüman oldular.

İslâmın Türk toplumları arasında yayılması bir yandan bazı grupları bir mescit etrafında toprağa yerleşmeye teşvik ederken, bir yandan da güçlü İran ve Bizans imparatorlukları dolayısıyla Batıya akınlarında hep Hazar Denizinin kuzeyini kullanan Türklere, Hazar'ın güneyi yolunu da açıyordu. Hazar'ın kuzeyinden gidip Karadeniz'in kuzeyindeki ve Doğu Avrupa'daki uçsuz bucaksız alanlarda eriyen Türk grupları yerine, güneyden gelen Türkler bir torba gibi ağzını açmış bekleyen Anadolu'ya doluyorlardı.

Orta Asya'da, İslâmdan önceki kültürlerin temelleri üzerine yeni bir Müslüman-Türk hayat felsefesi kuruldu. Çünkü, İslâmdan önce Orta Asya Türk toplumları arasında birkaç yüzyıllık bir gelişim tarihine sahip Mani ve Buda dinleri etrafında gelişen bir Türk kültürü vardı. Özellikle edebiyat ve sanat alanında olan bu gelişme, aslında halkı, İslâmı kabule hazır hale getirmişti. Öyle ki, Orta Asya Budizmi birçok yönlerden çabucak İslâma dönüşmüştür. Budist "toyın"larına çok benzer bir "sûfi" grubu ortaya çıkmış, Budist "vihara"ları müslüman "ribat"larına dönüşmüş, tapınaklardaki ince kuleler İslâm tapınaklarında minare olmuş, birçok süsleme unsurları Budizmden İslâma aynen geçmiş ve hattâ Uygur yazısı, Arapça harflerle yazılan "Kûfî" yazıyı geliştirmiştir.

Budizm, Maniheizm, Taoculuk ve başka dinlerle yoğrulmuş Orta Asya Türk kültüründen İslâm kültürüne geçişi gösteren birçok eser vardır. 9. Yüzyılda Sirderya kıyılarında gelişen Dede Korkut hikâyelerinin birçok yerinde İslâm ile eski inançların çarpıştığı görülür. Bilhassa Tepegöz hikâyesi, Budizmde de sık sık işlenen bir konu idi. Kaşgarlı Mahmud'un "Divân-ı Lûgati't-Türk"ünde ve Yusuf Has Hâcib'in "Kutadgu Bilig"inde Budist ve eski Türk dinine ait motifler sık sık geçmektedir. Uygur dinî-edebî metinlerinden ilham alan bu eserlerdeki kozmoloji de tamamen Türk-Budist tasavvurlara dayanmaktadır.

Bu geçiş döneminin ve kültür değişiminin en iyi örneklerinden bir başkası da, Türk sufilerinin mürşidi Ahmet Yesevî'dir. Arslan Baba'nın yetiştirdiği ve Türkleri İslâma çağıran bu büyük sufinin "hikmet"lerinin üslubu, başının tıraşlı olması Budizmi hatırlatmaktadır. Taoculuğun iksiri burada da var; davul ile sema âyinleri ve kam törenlerinini etkisi hâlâ devam etmekte gibidir. Ama bunlar sadece şekildir. Özde ise tam bir müslüman olan yeni bir Orta Asya Türk kültürü doğmaktadır.

Buhara, sünnî-Hanefi ulemânın merkezi olmaktadır. Orta Asya'nın çeşitli kentlerinde açılan medreseler, hiç beklenmedik yerlerde insanların karşısına çıkan ribatlar Orta Asya'da yeni yetişen gençlere ve henüz İslâmı bilmeyenlere İslâmı öğretmeye başlıyorlar. Artık yoğun bir örgün eğitim çalışmasına doğru sağlam adımlar atılmaktadır.

İslâma geçiş ve giriş dönemi eserleri

Türklerin, çok dinli Orta Asya kültür hayatından İslâma geçiş döneminde ortaya çıkmış üç eser üzerinde durulacaktır: Kutadgu Bilig, Atabetü'l-Hakâyık ve Dîvân-ı Lûgati't-Türk. Bu arada, daha sonra yazıya geçirilmiş olmakla beraber, 9. Yüzyılda oluşmuş olan Dede Korkut Kitabı üzerinde de durulacaktır.

Kutadgu Bilig

Kutadgu Bilig, 1069-1070 yıllarında Balasagunlu Yûsuf Hâs Hâcib tarafından, aşağı yukarı 18 ayda yazılmış ve Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Karahan'a sunulmuştur. Eser, hükümdar tarafından çok beğenildiği için, yazarına sarayda "hâciblik" görevi verilmiştir.

Eser, Uygur harfleriyle, Türkçe ve şiir halinde yazılmıştır. Eserde Budizm inançlarıyla yoğrulmuş bir Türk kültürünün, Orta Asya Türk ahlâk ve geleneklerinini genel özelliklerinin ve Türklerin yeni girmeye başladıkları İslâm kültür ve inanç sisteminin etkisi vardır.

Kutadgu Bilig'de adaleti, aklı, devleti ve kanaati temsil eden (sırasıyla Kün-Togdı, Ay-Toldı, Öğüdülmüş ve Oğdurmuş) kişiler arasında konuşmalar olmakta; Vezir Ay_toldı, daha sonra da oğlu Öğüdülmüş, hükümdara yönetim konusunda öğütler vermektedir. Bu, tarihimizde daha snra da bazı örneklerine rastlayacağımız bir "siyasetnâme" örneğidir.

Burada, Kutadgu Bilig'de eğitim-öğretim, akıl ve bilgi, dil ve konuşma konularının nasıl ele alındığı konusunda kısa bir tahlil yapılmaya çalışılacaktır.

Eserde, eğitimin kalıtsal temellerine tam olarak inanılmaktadır. Yere ekilen tohumun kendi aslına uygun olarak bittiği gibi, oğulun tabiatı da babasına çeker.

Doğuştan iyi olandan dâima iyilik gelir, doğuştan kötü olanın ıslâhına ise çare yoktur. Anne karnında teşekkül eden tabiat ve terbiye, insanı ancak kara toprak altında terk eder, Akıl çalışmakla elde edilmez; Tanrı onu insanın hamuruna atar. Bilgi için insanda bulunması gereken sermaye akıl ve gönüldür ki onu, Tanrı ihsan eder. Her şeyi sonradan elde edebilen insan, aklı elde edemez; akıl, Tanrının bir lütfu olarak insanla beraber doğar.

Ancak buna rağmen insan doğuştan âlim olarak doğmaz, sonradan öğrenir. Bunu açık şekilde dilde görmekteyiz: Dil, doğuştan konuşmaz, zamanla konuşmaya başlar. Akıl, doğuştan getirilmekle beraber küçük çocuk onu hemen kullanmaya başlayamaz, "yaşı gelmedikçe kalem yürümez". İnsan bilgisiz olarak doğar ve yaşadıkça öğrenir; hem de bütün faziletleri ve hareketleri...

Çocukların iyi veya kötü olmalarına anne-babaları neden olur; çocuğun terbiyesinden özellikle baba sorumludur. Çocuğu çok sıkı terbiye etmelidir, ancak bunun da usulleri vardır: eğitime erken başlamalı, bilgiyi küçükken öğrenmelidir; küçük yaşta öğretilen bilgi hayat boyu unutulmaz. Bu arada çocuklar başı boş bırakılmamalı, naz içinde yetiştirilmemeli, gerekirse dayak atılmalıdır.

İki tür insan vardır: öğreten ve öğrenen; bunların dışındakiler hayvandır. Metod olarak da Sokratvari bir soru-cevap yöntemi önerilmekte ve eserde de en iyi örneklerinden biri verilmektedir. Sormak erkektir, cevap vermek dişi; dişi, ancak erkek sayesinde doğurur, iyi fikirler de ancak iyi sorulara cevap olarak çıkar. Kutadgu Bilig'te bilginin işe yarar olması çok önemlidir, bilgi insanı işe yarar kılmalı, işleri yoluna koymalı, doğru yolda yürütmelidir. Çünkü insanı hayvandan ayıran aklı, bilgisi ve bunları kullanabilmesidir.

Tanrı, insanı seçerek yaratmıştır; erdem, akıl, bilgi ve anlayış vermiştir. İnsanın değeri, bilgiden ve akıldan gelir; "anlayışlı olan anlar, bilgili olan bilir." Bilgisizlik körlüktür, hastalıktır; bunun tedavisi de şüphesiz eğitim yolu ile bilgi kazanmadır. "Bütün iyilikler bilginin faydasıdır; bilgi ile göğe dahi yol bulunur". Anlayışla elde tutulan dünya, bilgi ile idare edilir, İnsan her şeye bilgi ile nüfuz eder. "İnsan bilgi ile büyür, akıl ile yükselir". Bilgi, aklın sarayıdır ve akla hürmet bilgiden gelir. Akıl, insan için kâfi bir eştir. Eğer insan öfkelenir, hiddetlenirse; akılsızca, bilgisizce hareket eder, Bu nedenle yavaş, yumuşak hareket etmelidir. Esasen akıl gençtir ama hareketi ihtiyardır. Akıl, hem dilin hem de insan hareketlerinin kösteğidir.

Kutadgu Bilig'de eğitim açısından en yoğun işlenen konulardan bir başkası da dil ve sözdür. Bilerek söylenilen söz, bilgidir, Bilgi, dil ile meydana çıkar ve çevreyi aydınlatır, İnsanın dilini ayarlayan bilgi onun anlayış ve bilgisine tercüman olan da dildir. Söz, akıl ile söylenmeli, bilgi ile süslenmelidir. Alimlerin sözleri bilgisizler için gözdür. İnsanlar doğarlar, yaşarlar ve ölürler; ondan geriye miras olarak söz kalır. Dil ve söz bir insan için çok değerlidir.

"Aklın süsü dil, dilin süsü söz;
İnsanın süsü yüz, yüzün süsü gözdür" (Türkçe Atasözü)


Dilin faydası çok olduğu gibi, zararı da çoktur. İnsan söz ile yükselmekte, ancak gene sözle düşmektedir. Dil, insanı değerlendirir de, değerden de düşürür. Yusuf Has Hacib, "söylemediğin söz, sana kuldur; eğer söylersen sen ona kul olursun", demektedir. Sözün yeri sırdır; söz ondu, fakat biri söylenmeli, dokuzu söylenmemelidir. Bilgili diline hakim olmalı, bilgisiz ise hiç konuşmamalıdır, Çünkü dil her gün başı tehdit etmektedir, Gereksiz söz yanan ateş gibidir, çevresine hayat verir.

Yazı, sözün zaptedicisidir, o zamanki toplumlarda gerek dinlerin bozulmadan yayılmasında gerek devlet yönetiminde yazıya büyük bir kutsiyet atfedilmektedir. Ülkeler kılıç ile fethedilir ve elde tutulur, ama ülkeyi ve halkı kılıç idare etmez, kalem idare eder.

Burada incelenen birkaç konuda da görüldüğü gibi, Kutadgu Bilig döneminde Orta Asya Türk toplumları eğitim-öğretim açsından gayet yüksek bir düzeye çıkmışlar; işledikleri konuları gayet felsefî ve erdemli bir tarzda işleyebiliyorlardı.

Atabetü'l-Hakayık

Kutadgu Bilig'e göre çok daha kısa, basit ve hattâ bir dereceye kadar kaba, cansız bir başka Türk eseri, Edip Ahmed'in Atabetü'l-Hakayık adlı eseridir. Kimliği hakkında fazla bilgi bulunamayan Edip Ahmed'in Yüknek'li Mahmud'un oğlu olduğu, ama olduğu ve manzum olarak Türkçe vaaz ve öğütler verdiği bilinmektedir.

Eser, Kutadgu Bilig'den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. "Gerçeklerin Eşiği" anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey'e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir.

Atabetü'l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken
"O akıl, anlayış, şu'ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır"

denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig'de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed'e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir.

Atabetü'l-Hakayık'ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeblerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de "İnsanı ateşe atan dilidir" diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür gililerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst