Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Süleymaniye

Turkiye-Sevd@lisi

New member
Local time
17:29
Katılım
6 Nisan 2007
Mesajlar
3,175
Tepkime puanı
25
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ezanlarin Yukseldigi Minarelerden,Ay Yildizin Golg
179_1.jpg

Süleymaniye, muhteşem günlerin hatıraları üzerinde devasa bir menşur ve san’atın ma’bedde zirveleştiği, ma’bedin gerçek san’atla buluştuğu kristal ruhlu granit bir yapıdır. O, Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibi iki şiir üstadı ve san’at dâhisinin duygularını besteleştirdikleri bir güfte ve şanlı dünlerimizin dili dudağı sessiz bir bedî’iyyat tercümanıdır.

1550’li yıllarda Sinan’ın sanat dünyasına iki şaheser armağanı vardır: İstanbul Süleymaniye Külliyesi, Şam Süleymaniye Külliyesi. İkisi de, adına inşa edildikleri muhteşem Süleyman’ın ihtişamını aksettirecek seviyededir. Şam’daki külliye, Sinan’ın bir kalfası tarafından kontrol edilir. Baraka ırmağı kıyısında hac kafilelerine hizmet vermek için planlanmış bulunan Şam Süleymaniye Külliyesi; camii, aşhanesi ve kervansaraylarıyla plana esas teşkil edecek mahiyette entegre bir te’sistir. Bu muhteşem külliye, te’sis gayesini gerçekleştirmedeki mükemmeliyeti, mimarisi, hizmetleri ve daha sonraki ilaveleriyle başlı başına sultani bir eserdir ve müstakil bir araştırma ister...

Bizim şimdiki konumuz İstanbul Süleymaniye Camii., geniş külliye halindeki müştemilatıyla Süleymaniye, yerleşik belde mimarisinin en güzel örneklerinden biri, belki de birincisi.. Fatih Külliyesi’nin geliştirilmiş, olgunlaştırılmış mütekâmil bir örneği ve inançtan muameleye uzanan çizgide duygu ve düşünce dünyamızın tehaccür etmiş, granitleşmiş bir ehramı gibidir. Zaten öyle olması hedeflenerek inşa edilmişti.


“En güzel mabedi olsun diye en son dinin,
Budur öz şekli hayal ettiği mimarinin”
Y. Kemal


Sıbyan mektebinden yüksek eğitim veren medreselere, imarethanelerden hamamlara, şifahaneden daru’l-tıbba kadar topyekün bir hayatı kucaklayan Süleymaniye Külliyesi, bütün o geniş göyeli mekânları, bu mekânların tıpkı zincirin halkaları gibi birbiriyle irtibatı, el-ele, omuz-omuza ve diz-dize bir san’at armonisi içindeki bütünlüğüyle adeta bir halka-i zikri, caminin de bu halkanın serzakiri olduğu imajını uyarmakta ve bu düşünceyi ilham etmektedir.
Bir taraftan konaklama, diğer taraftan beslenme işlerini birleştirerek, misafir odalarından mutfağa, medreselerden imarethaneye, daru’ l-tıptan şifahaneye, hamamdan mescide bütün beşeri ihtiyaçların kucaklanıp karşılandığı çok üniteli mekânları ve bu ayrı ayrı mekânların gizli bir kısım atkılarla mabedle irtibatlandığı, ihtiyaç ve estetiğin kutuplaşıp gökkuşağı haline geldiği semavi buudlu fakat arzi bir sanat harikasını görmek için, iç muhtevayı da düşünerek, yukarıdan kuşbakışı bu mübarek hazireyi bir kere temaşa etmek yeter zannediyorum. Evet,


“San’atın ruhunu seyyal bulut şeklinde”
M. Akif


görmek istersen gel Süleymaniye’yi beraber seyredelim.
Süleymaniye Camii; konumu ve yeri itibariyle, bilhassa Yeni Cami, Galata Köprüsü ve Unkapanı hattından bakılınca, bütün İstanbul’a hâkim, minareleşen bir ma’bed, olabildiğince derin, ürperten ve ihtişamla tüten, burayı ve öteleri gözetlemeye açık bir rasathane gibi görünür. Öyle ki Y. Kemal’in


“Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsi tepeyi.
Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne...”


sözleri mübalağa değil eksik sayılabilir. Hele iç yapı ve dahil dizayn itibariyle, biraz dikkat eden hemen herkese o, bir muhteşem dönemin, muhteşem mimarının elinden çıktığını ve yine muhteşem bir hükümdarın eseri olduğunu fısıldar ve ruhlarımıza:


Sanki ummân-ı bekanın ezeli bir mevci;
Yükselirken göğe, donmuş da kesilmiş inci!.
Dur da Ma’buduna yükselmek için ilme basan,1
Ma’bedin halini gör işte serapa iman!.
M. Akif

nağmelerini duyurur.

Bu mübarek ma’bed, dışıyla-içiyle hep bir vakar ve ciddiyetle tüllenir; tüllenir de, ona göre basitlik sayılan plastize süslemelere kapalı kalır.. evet bir kısım ma’bed ve türbelerdeki gibi nakış, arabesk, boya ve çini süslemelere burada fazla yer verilmez. Eğer son cemaat revâkının, alt pencerelerinin tepelerindeki lacivert zemine beyaz hatla işlenmiş kitabe.. ve mihrabın iki yanını süsleyen panolar istisna edilecek olursa, Süleymaniye Camii’nde Sinan’ın, dış süsleme endişesine hiç mi hiç kapılmadığı ve san’at ruhunu ihtişam büyüsüyle soluklamak istediği hemen hissedilir.

İnsan, camiin ön kapısından, şadırvan avlusuna adım atar atmaz, revakların sıcaklığı, şadırvanın dinlendiriciliği, kıble kapısı önündeki kubbe mukarnaslı çıkmalar ve pembe somaki, kırmızı taş, beyaz mermerlerden, sütun başlıklarının büyüleyiciliğiyle karşılaşır ve kendinden geçer. Şadırvan insan ruhuna üflediğini üfler, adeta onu konsantrasyona hazırlar ve ma’bede doğru “yürü!” der.

Caminin içine girince, ilk defa, görkemli dört fil ayağı üzerinde yükselen muhteşem bir kubbe göze çarpar.. ve onu İslam’ın remzi olan beş küçük kubbe çevreler. Zannediyorum bu konumda ana kubbenin diğer beş kubbeye inzimamıyla ortaya çıkan altı rakamı, iman esaslarını hatırlatır; ayrıca, büyük kubbe, İslam’ın en temel rüknü olan tevhidi minarelere ulaştırıp ilan ederken, beş küçük kubbe de onu kucaklar, ona destek olur ve onun varlığının birer gölgesi gibi ona sımsıkı tutunurlar.

Caminin bir diğer büyüleyici yanı da, günün değişik saatlerinde değişik pencerelerden içeriye yayılan ışık hüzmeleridir. Evet tam yedi kat Üzere tanzim edilmiş ikiyüzdokuz pencereden her zaman caminin içine ışık akar gelir., bu renkli camlardan sızıp içeriye dökülen ışıklar, insanda ne romantik düşünceler ne romantik düşünceler uyarır. Şayet, daha sonra ilave edilen bir kısım nesepsiz nakışların tedai ettirdiği münasebetsizlikler olmasaydı, kimbilir ruhlarımız daha neler neler hissederdi! Evet,


“Mabedin cephe cidarındaki hoş pencereler,
Güneşin sırtına bir ince tül atmış, esmer,
Mütemadî sağıyor dahile bir gölgeli nur”
M. Akif


Yeryüzünde bulunan bizler her zaman, göklere ve gökler ötesi maneviyat âlemlerine açılma arzusuyla, semaların derinliklerini, ötelerin ciddiyetini, sonsuzun ürperticiliğini gönüllerimize duyuracak bir ses ve soluğa ihtiyaç hissederiz. Tıpkı uzun bir sefere hazırlanan ruhun tam gerilime, eksiksiz zad u zahireye ve yol düşüncesine ihtiyaç hissettiği gibi ihtiyaç hissederiz. Buna duygunun, düşüncenin, ruhun gıda alması da denebilir ki, her yolcu ve her türlü yolculuk için kaçınılmazdır. Hiç şüphesiz, bu en hayati gıda ve manevi besin kaynağının semavi sofralar halinde inip kalktığı yerlerin başında da, derin tedai gücü, uhrevi motivasyonu, her parçası ayrı bir cennet kapısına menfez sayılan aksesuarıyla ma’bed gelir. Süleymaniye ise, bütün bunları tedai, tahattur ve tahayyül ettirecek engin, rengin ve zengin bir kolleksiyon gibidir.

Şimdilerde bazılarımızın gözleri, onun derinliklerine, güzelliklerine ne kadar alışmış, ne kadar kanıksamış da olsa, bu ma’na endamlı, tarih renkli, san’at ahenkli ma’bed, haziresine sığınan herkese, bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu aldırtacak kadar hala canlı, hala cazip, hala güzel ve hala bir kısım hususi duygularımızı şahlandırma adına önemli bir varidatın gürül gürül kaynağı olabilme büyüsünü taşımaktadır. Evet o, cesedine yenik düşmemiş, bedenini aşabilmiş aydınlık ruhlar için hala med vaktini yaşayan bir deniz gibi dalga dalga ve köpük köpüktür.. istersen.


“Cephe divarına bak, camlara bak, minbere bak,
Sonra mihrap ile mahfillere, kürsülere bak

Dalgalansın da, denizler gibi kalbinde celal
Görmesin dideleri reng-i siva, reng-i zilal”
M Akif


Süleymaniye’nin, bilhassa Haliç tarafından bakılınca, başını dikmiş, göğsünü germiş derin derin İstanbul’a, Haliç’e hatta Boğaziçi’ne bakan ve bir beklentiyle yutkunan muammalı bir hali vardır. Daha çok vakarlı bir çehreye benzeyen heykelinin, gözlerimize, gönüllerimize sinen ma’nası ve öbek öbek çevresini saran müştemilatıyla ruhlarımızda kendini hissettirince, insan bu anlamlı sima karşısında garip şeyler duymaya başlar ve bu ürperten sükût karşısında ruhunda ne ra’şeler ne ra’şeler uyanır!

Süleymaniye bulunduğu noktaya o kadar uymakta ve o kadar yakışmaktadır ki, en amiyane bakışlar bile, bulunduğu yerle onun ruhu arasındaki ma’nayı hemen sezebilirler. Öyle ki, onunla yerleştiği mekân arasında derin münasebet eğer kavranabilse, o, öyle rastgele planlara göre ve rastgele malzeme ile değil de, kendi iç derinliği ve dış hususiyetleriyle bulunduğu yerden fışkırıp çıkmış gibi bir his uyarır insanın ruhunda. Ma’bede açık ruhlar, başları onun gölgesine ulaştığı andan itibaren, kendilerini seven, okşayan, bağrına basan sımsıcak bir anne kucağında hissederler. Bu satırların yazarı için bir mazhariyet sayılan böyle bir okşanma ve kucaklanma, hem de geçmişi geleceğe bağlayacak köprü bir nesle hitap makamında okşanıp kucaklanma -dinleyenler kendi talihsizliklerine saysınlar- diyen için böyle tasavvurları aşan zevk ve hatıralara inkılâp edince, kimbilir, hayatı her zaman uhrevi derinlikleriyle yaşayan yüce kametler onu nasıl düşünmüş ve nasıl hissetmişlerdir?

Evet insan, ihtişam dönemimizin bu pırlanta abidesini, onun sağında ve solundaki müştemilatı, her yeri kendi ruh ve ma’nasıyla ma’bede sığınmaya koşuyor bir görünüm arzeden medreseleri, şifahaneleri, daru’l-tıpları, daru’l-kurraları, dış cemaat mahalleri ve revaklarıyla hepsini birden kavrayıp ruhuna sindirdiği zaman, daha camiye adım atmadan derin bir uhrevi sükûtun şiirini dinler.

Süleymaniye’ye Allah’a yükselme ve ulaşma yollarını remzediyor gibi değişik kapılardan girilir. Bu giriş bazı yerlerden düz ayak, bazı taraflardan da biraz merdiven çıktıktan sonra gerçekleşir. Hazireye başını soktuktan sonra herkes bahçede bir konsantrasyon yürüyüşü yapar ve hangi yandan olursa olsun ona ulaşmak için “bi-kaderi’l keddi tüktesebü’l-meali -sıkıntı ölçüsünde seviye elde edilir” düşüncesini pekiştirmek üzere birkaç merdiven daha çıkmadan şadırvan bölümüne girilemez. Şadırvan bölümünde, mütekâbil, aynı boyda ve birbirine bakan revaklar, ukbaya açık kapılara benzeyen halleriyle, ma’bede koşanlara birşeyler fısıldıyor gibi, onların ümitlerine tebessüm eder, endişelerine tekallüsler fırlatır ve hep mü’minin gönül dünyasının haremi sayılan ma’bedin iç kısmına işaret ederler. Derken, herkes duygularıyla ikinci kez beslenmiş, herkes ikinci kez azığını almış, hazları köpük köpük dostla halvete yürür.. ciddi bir temkin ve olabildiğince bir edeple yürür ve kendilerini gönüllerin harem dairesinde bulurlar.


Bir gelişle ki ne mübarek, ne garip âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayalle dolu.
Kimi gökten, kimi yerden uçuşup her kapıya,
Giriyor birbiri ardınca İlahi yapıya.
Y Kemal


Burası iç yüzü ve ma’naya açık aksesuarıyla o kadar rengin, o kadar olgun ve o kadar geniştir ki, o ana kadar gördüğümüz kısımlar ona nisbeten adeta mütevazi bir selamlık gibi kalır. Ma’bedin bu iç kısmı koca külliyenin en güzel, en ferah, en gönül alıcı ve hülyalarımızı coşturan sihirli bölümüdür. Burada, o ana kadar ruh ve mana adına gönüllerimize sinmiş ne büyülü şeyler duyar ve hissederiz. Sadece biz değil, orada bizim içeriye girmemizi bekliyormuşçasına çöküp yanlarına oturduğumuz, bizi sımsıcak tebessümlerle selamlayan, kalblerinin iyiliği çehrelerine aksetmiş ve hislerini yüzlerinde okuduğumuz bütün inanmış gönüller zengini-fakiri, yaşlısı-genci, amiri-memuru, âlimi-ümmisi, makam sahibi-düz insanı, yerlisi ve yabancısıyla; -tabii kimi, deryadaki mahinin deryayı hissetmesi nisbetinde; kimisi de, dalgıçların derinlikleri sezişi ölçüsünde- hemen herkes onda farklı bir temaşa zevkine erer. Allah’tan başkasına gönül vermemiş ve gözlerinin içine başka hayal girmemiş bu iman ve itminan insanları, gönüllerde birikmiş sevgiyi sarfedecek sine arar, ma’bedin her yanında muhabbet ve alaka esintileri uyarır, sonra da Hakk’a mihmandarlığa ulaşmış bu talihli ruhlar ve gönülleri “gıll u gış” adına herşeyden arınmış bu insanlar: “Bizi bu saadetlere eriştiren Allah’a hamdolsun!. Hamdolsun o Allah’a ki, bize verdiği sözü yerine getirdi ve bizi bu yerlere varis kıldı” der ve bahtlarına tebessümler yağdırırlar.

Süleymaniye, dış ihtişamı ve iç derinlikleriyle, haziresine sığınan temiz gönüller üzerine birer mızrap gibi kalkıp indikçe, biz şanlı geçmişimizi bütün “Havhu”yuyla sinelerimiz de duyar; dağılmış bir büyük ülkenin gurbetler yaşayan bir köşesinde sanki bu toprağın derinliklerine kök salmış ve granitlerle bütünleşmiş de, önünde, temelinin esas harcı olan bize ait duygu ve düşünceyi sürükleyip götürmek isteyen azgın bir kısım sellere karşı metin bir sed gibi durmakta ve ezilmişliği, tükenmişliği kabullenmiş bugünkü nesillere sessiz infialleriyle bir şeyler anlatmaktadır.

Ben,onu hep akıp giden, akıp gittikçe de netleşen bir dünya ve o dünyanın merkezinde bir saltanat ve debdebe, bir ihtişam ve hakimiyetin fihristi olarak görmüşümdür. Bu itibarla da onu gönlümde hep taze, ruh ve ma’nasını da hep bayıltıcı bulmuşumdur.. ve yine bu itibarla onu, ne zaman içine girsem, zaten ruh dünyamda mevcut olan enginliği ve ihtişamıyla daha derin iç katmanlara saldığımı ve onun büyüsünü daha derinden duyduğumu hissetmişimdir. Diyebilirim ki, her müşahede edişimde bu Osmanlı yetimi muhteşem ma’bedi hemen her zaman içimde hazır bulmuş, hayal âlemime açılan bir kapı gibi hissetmiş ve ondan geçerek, geçmişin hülyalı âlemlerinde dolaşmış ve,


“Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan’
Y. Kemal


mısralarını duymuşumdur. Bu mana ve bu ruh elbette geçmişimizle alaka ve irtibattan, ma’na kökümüze saygı ve nesep düşüncesinden kaynaklanıyordu. Kaynaklanıyordu ki, ne zaman onun yanından geçmiş, ne zaman onun haziresine uğramış, ne zaman onu temaşa zevkine ulaşmışsam, onun herhangi bir yanında, gerçekten varmış gibi bir menfez bulmuş ve asırlar ötesinin o destanlara sığmayan büyülü manzaralarıyla kendimden geçmişimdir.

Bu itibarla denebilir ki Süleymaniye, o baş döndüren duruşuyla ve o hemen dile gelip konuşacakmış gibi ilhamla tüllenen sükûtuyla ve içindeki inanmış gönüllerin heybet tüten füsunuyla bize hep şiir söyleyen, hikmetten fasıllar açan, ruhlarımıza varlık üfleyen ve bize dirilme yollarını gösteren bir üstad gibi olmuştur.

Bir muhteşem dönemden geriye kalmış, dünya kadar saltanat yetimi san’at eseri vardır ama, o saltanat tacının incisi Süleymaniye’de geçmişi görüp dinlemek bir başkadır. Sanki bizim önümüzde çağlayıp giden zamanın değerli bir parçası, küçük bir noktada toplanmış, sıkıştırılmış ve bu hazirenin içine yerleştirilmiş gibidir. Adeta bir ihtişam dönemi ve zamanın bir altın dilimi geçerken takılıp burada kalmış da, şimdi Süleymaniye ile o soluklanmakta.

Evet onda, tabaka tabaka birbirinin üstüne binen, katmanlaşan bir ulu sessizlik ve güya içine günümüzün anlamsız sesleri hiç düşmemiş de bu kudsi harim, bütün anlamsızlıklara karşı kapalı kalmış.. hep kendi içinde derinleşmiş, kuyulaşmış gibi gelir bize.. gelir de gönüllerimizde rengin ve zengin bir eski bestenin te’sirini icra eder. Sanki, sesini kulaklarımıza doldurduktan sonra susmuş bir enstrümanın tellerinden hala birşeyler duyuyormuş olma hissiyle yaşadığımız gibi, bu yüce mabedde, güya eskiden içinde icra edilmiş bir musikinin dalga dalga nağmeleri, bütün tazeliğiyle hala akıp akıp ruhlarımıza bir şeyler boşaltıyor gibi bir duygu uyarır hislerimizde.

Hülyalarının tadına alışmış her hayal çocuğu, Süleymaniye’nin kokusunu duyar duymaz, geçmişin bütün şiirini, bütün ma’nasını ve bütün zevkini birden tadar. Evet herkes, hülya ufku ölçüsünde Süleymaniye’de rüyaya yatmış gibi onun herhangi bir menfezinden kanatlanarak asırlar ötesine yürür; önceki günü dünle, dünü de bugünle bir arada görür ve ruhuna zaman üstülüğün en engin hazlarını duyurur. Her ruhta bir çiçek gibi açılan mahrem hülyalar, Süleymaniye’nin tedai ettirdikleriyle en derin şekilde ve birden açılır, açılır da kendilerini bu tedailerin gelgitlerine salabilenler içlerinde binbir haz, dudaklarında sımsıcak bir tebessüm, uğradıkları her yere kucak kucak huzur ve itmi’nan taşırlar.

İnsanlar bu yüce ma’bedi tam duyduklarında eğilip bir de ruhlarına bakabilseler, onda içlerinden kopup gelen duygularını, ümitlerini, arzularını, isteklerini besleyen bir büyü bulurlar. Bulurlar da, yaşadıkları hayat içinde ayrı birer şahsiyetle daha var olduklarını duyarlar. Sanki hakikatın çerçevesini dar bulup da, hayali dünyalara pencereler açıyor gibi bir kısım mahrem âlemleri temaşaya koyulurlar.

Süleymaniye’de herşey nazlı bir çiçek edasıyla güzelliğin son rikkatine kadar açılmış yaşıyor gibidir.. ve her güzellik umumi bir ahenk içinde, noktasıyla, çizgisiyle, kelimesiyle, satırıyla zevke açık gönüllere hazların en enginini sunmaktadır.

alinti
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst