Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

KÜRSÜ

med61

Guest
Local time
19:23
Katılım
22 Mart 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Öfke, insanın en zayıf damarlarından biridir

Cennet'e ve Cemâlullah'ı görmeye müştak yaşayan Ashab-ı Kirâm Efendilerimiz,
kendilerine ebedî saadetin kapısını açacak amellerin peşine düşmüş; hemen her
fırsatta Rehber-i Ekmel (aleyhi ekmelüttehâya) Efendimiz'e bu hususta sorular
tevcih etmiş ve aldıkları cevaplara göre bir hayat tarzı belirlemişlerdir.

Onlardan bazıları, kendileri için hayatî ehemmiyeti olan mevzuları ve en çok
dikkat etmeleri gereken meseleleri öğrenme maksadıyla, Resûl-ü Ekrem'den
(sallallahu aleyhi ve sellem) kişiyi Cennet'e götürecek az ve öz bir ameli
haber vermesi talebinde bulunmuşlardır. Hadis kitaplarında bu şekilde soru
soran şahısların isimleri bazen kaydedilmiş, bazen de -şayet soru ve cevap o
şahıs hakkında su-i zanna sebep olabilecek gibi ise- hiç isim zikredilmeden
özellikle Habîb-i Edîb'in nasihatı üzerinde durulmuştur.

Hazreti Ebû Hüreyre'nin (radıyallahu anh) rivayet ettiği şu hadis-i şerifte de
böyle bir hâdise anlatılmaktadır: Bir adam Allah Resûlü'ne "Bana nasihat et!"
dileğinde bulundu. Resûlullah ona, "Gazaba kapılma, öfkelenme!.." buyurdu.
Bunun üzerine, o şahıs, Resûl-i Ekrem'den tekrar tekrar nasihat etmesini
istedi; Sâdık u Masdûk Efendimiz de her defasında ona "Gazaplanma!.."
öğüdünü verdi.


Bilindiği üzere, "gazap", infiâle kapılma, öfke, hışım, aşırı hiddet, hoşa
gitmeyen bir hâdise karşısında intikam arzusuyla heyecanlanma ve
saldırganlık hali gibi manalara gelmektedir. Aslında, bu duygu, su-i istimal
edilmediği takdirde, hariçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve
tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Cenâb-ı Allah insana, dışarıdan gelecek
saldırılardan kendisini muhafaza etmesi için "kuvve-i gadabiye" (öfke hissi)
dediğimiz duyguyu vermiştir. İnsanın, mücahede etmesi gereken yerlerde güç
ve kuvvetin hakkını vermesi, yiğit ve yürekli olması icap eden durumlarda
cesaretli davranması ve ırzını, namusunu, vatanını, canını, malını, nefsini ve
neslini koruması ancak bu duygu sayesinde mümkün olmaktadır.


Bazıları, gazap hissinin de bir yaratılış gayesi olduğunu bilemez ve normal
insanları çok kızdıracak meseleler karşısında dahi öfke tavrı ortaya
koyamazlar; dahası hiç korkulmayacak şeylerden dahi korkar, sürekli
vehimlerle oturup kalkar ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle
getirirler; bunların halini "cebânet" (korkaklık) kelimesi ifade eder. Fakat, bazı
insanlar da vardır ki, onlar da hiç yoktan yere küplere binerler, en önemsiz
hadiseler karşısında dahi aşırı hiddet gösterirler ve bir anda saldırganlaşırlar;
âkıbeti hiç düşünmeden, ölçüsüzce ve muhâkemesizce her işe girişir ve
neticesi mutlak felaket olan tehlikelere bile pervâsızca atılırlar. Kuvve-i
gadabiyenin bu ifrat hâline de "tehevvür" (korkusuzluk ve saldırganlık) denir.
Bu duygunun, adl ü istikamet üzere olanına ise, "şecâat" adı verilir. Evet,
bütün kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık ve kızgınlığın menşei sayılan gazap
hissi, selim fıtratların öfkesine sebep olacak vâkıalar karşısında kızmasını da
bilme, hiddeti gerektiren durumlarda hiddet gösterme, korkulacak şeyler
karşısında temkinli davranma ve onları telâşa kapılmadan savmaya çalışma
anlamındaki yiğitçe duruşun, yani "şecâat"in de kaynağıdır. Bu itibarla,
kuvve-i gadabiye, tabiatımızın bir parçasıdır ve böyle çok önemli hususları
temin etmek için mahiyetimize konmuştur.


Dolayısıyla, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun kendisinden nasihat isteyen
sahabîye defalarca "Lâtağdab - Gazaba kapılma!." demesi, hepimiz için çok
önemli bir ikazdır. Çünkü, gazap insanın en zayıf damarlarından biridir. Maruz
kaldığı kabalıkları dahi vicdan genişliğiyle karşılayabilecek, öfke hissini
kolaylıkla dengeleyebilecek ve bunu yaparken de ifratlardan, tefritlerden
uzak kalarak istikamet üzere olabilecek insan sayısı çok azdır. Bunu
başarabilmek iradeye vâbestedir ve hususi cehd istemektedir.


Aşırı öfke aklın afetidir


Haddizatında, gazap muvakkat bir cinnettir. Öfkeyle köpürmüş bir insanın o
esnadaki tavır ve davranışları iyi bir psikiyatri uzmanı tarafından
değerlendirilse ve o anda bir psikanaliz yapma imkanı olsa, onun halini
şizofreni kategorilerinden birine irca etmek mümkün olacaktır. Çünkü, aşırı
öfke aklın afetidir; şuurlu bir varlığı bile mecnun haline getirip vahşi bir
hayvana dönüştürebilir. Zira hiddet, akıl ve idrakin yerine kontrolsüz his ve
heyecanı ikâme eder; insanı, insan olma çizgisinin altına düşürür. Zaten,
gazap aklı perdelediği içindir ki, onun bir derecesi ve neticesi cinnet olarak
görülmüştür. O haldeki birinin, kanun ve kural tanıması, bir nasihatçinin
sözlerine kulak vermesi çok zordur. Nitekim, Söz Sultanı (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurmuştur: "Kuvvetli kimse, (güreşte hasımlarını mağlup
eden) sırtı yere gelmez pehlivan değildir; hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman
nefsini yenen, gazap anında kendisine hâkim olan insandır."


Diğer taraftan, selef-i salihînin de belirttiği üzere, sohbetimize mevzu teşkil
eden hadis-i şerifteki "Lâtağdab - Öfkelenme!" sözünün manası hiç kimseye
ve hiçbir şeye kızma, hiç hiddet gösterme, asla öfke izhar etme demek
değildir. Zira, öfkenin kendisinin yasaklanması mevzubahis olamaz. Daha
önce de üzerinde durulduğu gibi, öfke tabiî bir duygu ve fıtrî bir haldir;
insanın cibilliyetinden sökülüp atılamaz. Dolayısıyla, öfkeyi bütün bütün
yasaklamak, muhali teklif etmek manasına gelir. Öyleyse, hadis-i şerifteki
emirden murad, bu konuda yapılacak temrinler sayesinde gazap duygusunun
zimamını akıl ve iradenin eline vermek ve böylece öfkenin yönünü
değiştirmektir.


Şu halde, hâlis mü'min öfkesinin yönünü Allah'ın razı olmadığı işlere tevcih
etmelidir. Nefsinin isyanlarına karşı öfkelenip onun terbiyesine koyulmalı,
gazap hislerini Müslümanlara zulmedenlere yöneltip dinin ihyası ve diyanetin
te'yidi için daha çok çalışmalıdır. Kendisini sık sık kontrol etmeli ve şayet
öfkesi Allah için değilse, hatta ona azıcık da olsa nefsânî hisler karışmışsa,

hemen susmasını bilmeli, hiddetini dindirmeli, sakinleşmeli ve affedici olmalıdır.


ÖZETLE


1- Aşırı öfke aklın afetidir; şuurlu bir varlığı bile mecnun haline getirip vahşi
bir hayvana dönüştürebilir. Zira hiddet, insanı, insan olma çizgisinin altına
düşürür.


2- Gazap duygusu, su-i istimal edilmediği takdirde, hariçten gelen hücumları
önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür.


3- Hâlis mü'min öfkesinin yönünü Allah'ın razı olmadığı işlere tevcih etmelidir.
Nefsinin isyanlarına karşı öfkelenip onun terbiyesine koyulmalıdır.

Dinlemek İçin
 

med61

Guest
Local time
19:23
Katılım
22 Mart 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Peygamberlik liyakate dayalı ilahi bir ihsandır

Bir arı kovanının ana arıya ihtiyacı olduğu gibi beşer de peygambere
muhtaçtır. Peygamber olmadan beşer ne ferdî, ne ailevî ne de içtimâî
hayatını anlamlı kılamaz. Zira peygamber özel donanımlı bir insan olarak
insanların Allah yolunda rehberi, Allah'ın da insanlara karşı elçisidir.


Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizim önümüzde Hakk'a götüren
bir rehberdir. O, bize Hakk'a vasıl olma âdap ve erkânını göstererek yürüdüğü
yolu, yürüyeceğimiz şehrah haline getirdiği gibi aynı zamanda, murad-ı ilahiyi
bize intikal ettirmek üzere de Allah'ın bir Resûlü'dür. Kulluğu itibarıyla
içimizden çıkar Hakk'a gider, elçiliği itibarıyla da Hak'tan döner, Hak ile halkı
bir eder. Halkın içinde bulunur fakat Hak'la beraber olur.

Her fıtrat, ancak çok safî ruhlarda olabilecek bu durumu ihraz edemez. Ayet-i
kerimenin ifadesiyle Allah, meleklerden de insanlardan da bir kısım pak ve
nezih kimseler ıstıfa eder, seçer ve onları önemli bir misyon için ihtiyar
buyurur. (Bkz. Hac Suresi, 22/75) Nübüvvet iktisab (kazanılarak elde)
edilmez, o Allah tarafından bir mevhibe olarak verilir. Bazılarının düşünmeden
seslendirdikleri "Feylesof peygamberden büyüktür. Çünkü feylesof meseleleri
çalışarak bulur. Peygamber ise çalışmadan yapar. Allah'tan alır." görüşü bir
aldanmışlıktan ve hezeyandan başka bir şey değildir.

Her peygamber, tertemiz ve nezih bir fıtrattır. Mesela Efendimiz'i ele alalım.
Kendisine kırk yaşında peygamberlik gelmiştir. Fakat O'nun kırk yaşına kadar
yaşadığı nezih hayatı adeta peygamberliğin temel taşları ve altyapısı gibidir.
Ravi, O'nun yirmi beş yaşında iken Hz. Hatice'nin karşısındaki durumunu bize
naklederken şöyle der: "Meysere kendisine Hz. Hatice'nin talebini ilettiğinde
Resûl-i Ekrem buram buram ter dökmüştü." Evet, Allah Resûlü, iffetsizliğin
hükümferma olduğu bir devirde kaşını kaldırıp da bir kadının yüzüne
bakmamıştı. Evvel ve ahir sorgulanabilecek olumsuz hiçbir davranışı
olmamıştı. Keza O'nun hiç mi hiç yalanı duyulmamıştı. Bu istikamet abidesiyle
alakalı Muğîre İbn Şu'be Müslüman olmadan önce başından geçen şöyle bir
hatırasını anlatır: Ebu Cehil ile beraber bir yolda yürüyorduk. Bir aralık
Peygamberimiz karşımıza çıktı. Biz çakırkeyf bir laubalilik içindeydik. O ciddi
bir sekine ve vakarla bize yaklaştı. Kendisine yakışır bir eda ile bize Hakk'ı
anlattı. Bunun üzerine Ebu Cehil, "Senin peygamber olduğunu kabul etsek
zaten dinine girer arkandan yürürdük. Seni kabul etmiyoruz." dedi. Bunun
üzerine Allah Resûlü ayrıldı ve gitti. Sonra benimle baş başa kalan Ebu Cehil
bana şöyle dedi: "O'nun getirdiği haberlerin hepsi doğru. O yalan söylemez.
Çünkü şimdiye kadar hiç yalanına şahit olmadık. Fakat Abdülmüttalipoğulları,
'Sikâye bizden, sidâne bizden, rifâde bizden, bir de kalkıp nübüvvet de
bizden' derlerse ben buna dayanamam."

İlhama açık ruhların Efendimiz'le irtibatı vardır

Evet, Resûl-i Ekrem (aleyhi ekmelüt'tehaya), nübüvvetten evvel de paha
biçilmez bir elmastı. Nübüvvet, O'na (sallallahu aleyhi ve sellem) semavi ayrı
bir derinlik ilave ederek adeta O'nu bir kez daha saykıllamıştır. Yani bu
muhteşem varlığa, vahiy gelmiş, O bu sayede mahbit-i vahy-i ilahi (vahyin
odak noktası) olmuştur. Mertebelerine göre diğer nebilerin durumu da aynıdır.
İşte bu tertemiz âli ruhlar Allah ile münasebet kurmuş, Allah da onları büyük
bir vazife ile şereflendirmiştir.

Bu mevzuda sübjektif bir şey arz etmek istiyorum: Sizin içinizde de kalbi
ilhama mazhar olanlar vardır. Mesela bunlar, yarın başına gelecek şeyleri,
gelme sırasına göre Allah'ın izniyle keşfen veya müşahedeten veya uyku ile
uyanıklık arasında keşfederler. (Ben öyle hüsn-ü zan ediyorum. Bu tür Hak
dostları daima olmuştur ve olacaktır.) Ancak bu, herkes için söz konusu
değildir. Bu, saf kalan ve saflaştırılanlara has bir mazhariyettir. Bunlar dün
olduğu gibi bugün de vardırlar ve mazhar oldukları şeylerde nübüvvet ve
mucizenin bir gölgesidir ve bunun adı velayet, ondan zuhur eden de
keramettir. Bunlar birer ihsan-ı ilahidir ama hep liyakate terettüp etmektedir.
Kişinin liyakati olur, tezkiye-i nefs eder, kalbini daima berrak ve duru tutar,
günahlardan olabildiğine kaçınırsa, Cenab-ı Hakk da onu özel mevhibelerle
serfiraz kılar.

Şimdi içimizde böylesi bir terakkiye mazhar olmayan kimseler, "Niçin bunlar
seçilmiş?" diyemezler. Çünkü bu, liyakate terettüp eden bir mazhariyettir.
Evet, Nebi, gölgesiz doğrudan doğruya semadan gelen vahye sinesini açar,
ona mazhar olur ve her şeyi apaçık görür. İşte nübüvvet mazhariyeti! Herkes
bu durumu ihraz edemediği için bir adı da Mustafa (seçilmiş, ihtiyar edilmiş)
olan Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve diğer seçkinler, insanlarla
Allah arasında birer vesile ve vasıta olarak vazife görmektedirler. Allah
dostlarının menkıbelerinde insanın nefsini terbiye ettiği takdirde Resûl-i
Ekrem'le doğrudan doğruya münasebet kurabileceği söylenir. Nitekim Allâme
Suyuti, Efendimiz'le yetmişten fazla yakazaten görüştüğünü dile
getirmektedir. Hatta Ehlullahtan öyleleri vardır ki, "Ben bir an Allah Resûlü'nün
huzurunda bulunduğumu hissetmezsem ölürüm. Ben, O'ndan her an hayat
alıyor, hayatımı O'nun işaretlerine göre tanzim ediyorum." demektedirler.
Vâkıa, Allah Resûlü, "Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı tutunduğunuz
zaman dalalete gitmezsiniz. Bunlar Kitabullah ve Sünnetimdir." buyurarak
işaretini verip gitmiştir. Ancak bununla beraber o büyük kâmetler, öyle bir
yakınlıkla müşerref olmuşlardır ki, bir lahza orada bulunmadıklarını
hissettiklerinde mahvolacaklarını zannetmektedirler. Bazıları ise bu huzurda
olmadıklarını hissettiklerinde, "Huzuru ihlal ettik. Ters düştük." diyerek kalkıp
boy abdesti almaktadırlar.

Evet, işte böylesine Resûl-i Ekrem (aleyhisselatü vesselam)la münasebettar
kimseler de vardır. Bunlar olmazsa âlem başka âlem olur. Bu bir hal, keyfiyet,
çap ve ağırlık meselesidir ve bunu madeni bakır olanlar değil, bîhemta elmas
olanlar anlar.

ÖZETLE
1- Bir arı kovanının ana arıya ihtiyacı olduğu gibi beşer de peygambere
muhtaçtır. Zira peygamber özel donanımlı bir insan olarak insanların Allah
yolunda rehberi, Allah'ın da insanlara karşı elçisidir.

2- Resul-i Ekrem, nübüvvetten evvel de paha biçilmez bir elmastı. Nübüvvet,
O'na (sallallahu aleyhi ve sellem) semavi ayrı bir derinlik ilave ederek adeta
O'nu bir kez daha saykıllamıştır.

3- Peygamberlik, liyakate terettüp eden bir mazhariyettir. Evet, Nebi,
gölgesiz doğrudan doğruya semadan gelen vahye sinesini açar, ona mazhar
olur ve her şeyi apaçık görür. İşte Nübüvvet mazhariyeti!

DİNLEMEK İÇİN
 

med61

Guest
Local time
19:23
Katılım
22 Mart 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Tesettürü hafife alanlarla tartışılmaz

İslam'ın en küçük emrini bile hafife almak dinen çok sakıncalıdır. Tesettür
meselesinin son günlerde bilhassa bazıları tarafından politize edilerek ayağa
düşürülmek istendiğine esefle şahit oluyoruz.

Tesettür, gerçi dinin esasını teşkil eden imanî meselelerden değildir; İslâm'ın
beş şartı arasında da yer almaz. Fakat Kur'an'ın açık emridir. Farziyeti, hem
Kur'an'la, hem Sünnet-i sahiha ile, hem de 14 asırlık İslâm tarihindeki
uygulamalarla sabittir. Nur Suresi 31. âyetinde mü'min kadınların başlarını,
boyunlarından ve göğüslerinden de açık bir yer bırakmayacak şekilde
örtmeleri emredilmektedir. Kur'an-ı Kerim, bununla iktifa etmemiştir. Düşünün
ki, Peygamber Efendimiz'in pak zevceleri, hükmen bütün mü'minlerin
anneleridir. Peygamberimiz'den sonra da kendileriyle evlenmek bütün mü'min
erkeklere haram kılınmıştır. Böyle iken, yani onlar bütün mü'min erkeklere
haram iken, Ahzab Sure-i celilesi 59. âyetinde sadece mü'min kadınlara değil,
Peygamber Efendimiz'in pak zevcelerine, annelerimize, bütün mü'minlerin
annelerine de, "Dış örtülerini, cilbablarını üzerlerine salsınlar" şeklinde,
Sünnet-i sahihanın ve İslâm tarihindeki bütün uygulamaların ortaya koyduğu
üzere, el, ayak ve mezheb-i Hanefiye'de yüz dışında bütün vücudun bol bir
elbise ile örtülmesi emredilmektedir. Arz edildiği gibi, başın tamamını içine
alacak şekilde tesettür emri, yalnız Kur'an-ı Kerim'le değil, aksine hiçbir
ihtimal vermeyecek şekilde Sünnet-i sahiha ile ve İslâm tarihindeki
uygulamalarla sabittir. Bu hususta müfessirler, muhaddisler, fakihler arasında
farklı ve aykırı görüş belirten olmamıştır.



Belki günümüzde bir kısım kimselere şirin gözükmek ve fantastik düşüncelerle
kendilerini ifade etmek için baş örtüsünün Kur'an'ın emri olmadığını iddia eden
ilâhiyatçılar da vardır. Fakat, bu mevzuda Kur'an'ın emri, tarih boyu hiçbir
müfessirin farklı mülâhazada bulunmadığı ölçüde açıktır. Meselenin
mütehassısı olan ve dini bugünlere kadar bize taşıyan on binlerce müfessir,
muhaddis ve fakihin yanında, Peygamber Efendimiz ve vahyin ilk muhatapları
olan Sahabe-i Kiram başta olmak üzere 14 asırlık İslâm tarihinde bütün
Müslüman nesillerce ittifakla uygulanabilmiş bir hükme muhalif birkaç
günümüz ilâhiyatçısının bazı garezlere bağlı görüşleri hiçbir değer ifade
etmez.



Kaldı ki elfaz-ı küfrü anlatanlardan İmam Birgivi'nin Tarikat-ı Muhammediye
şerhi Berika isimli kitabın sahibi Hâdimî, elfaz-ı küfrü saydığı yerde şöyle
demektedir: Efendimiz'den açık nasla gelen hususlar şöyle dursun zayıf dahi
olsa O'na nispet edilen şeyi hafife almak dinen çok mahzurludur. Mesela
"Efendimiz şundan hoşlanırdı." ifadesine karşılık birisi, "O hoşlanırdı ama ben
hoşlanmıyorum." derse küfre düşer. Bir insan o tür bir şeyden
hoşlanmayabilir. Ancak burada mesele Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem)'e nispet edildiği için, bir kimsenin böyle bir tepkisi, Allah Resulü'nü
hafife almak gibi değerlendirileceğinden böyle bir tepki o kişiyi küfre götürür.



Tesettürü hafife alanlarla tartışmayın

Bir de doğrudan doğruya Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in eliyle
tahkim edilmiş bir mevzuda, "Hayır bu öyle değil de böyle olmalı" diyen kimse
de küfre düşer. Binaenaleyh "Bu zamanda tesettür olur mu?" diyen bir insanın
durumu tehlikelidir. Ancak, "Bu zamanda kadını ille de siyah çarşafa sokmanın
bir manası yoktur" deme aynı değildir. Çünkü tesettür, ne çarşaftır, ne
mantodur, ne de başka bir şey; tesettür, kadının tepeden tırnağa, başka
erkekleri tahrik etmeyecek şekilde kapanmasıdır. Bu siyahla olabileceği gibi
beyazla, maviyle veya pembeyle de olabilir. Ancak şu bilinmelidir ki, zati
tesettürü inkâr veya hafife alma dine karşı çıkma sayılır.



Ne var ki bu mevzu fazla kurcalanarak insanlar küfre zorlanmamalıdır. Her
şeyden önce akidenin iyice güçlendirilmesi gerekir. Evet, insanlarda dinî
duygu ve düşünce öyle râsıh hale gelmelidir ki, onlar dine ait herhangi bir
meseleyi konuşurken başlarında kuş varmış gibi konuşmalı, onu uçurup
kaçırırım diye ödleri kopmalıdır. Evet evvela, insanları bu hale getirmek
gerekir. Laubali bir insanla, dinin teferruatına ait meseleler konuşulmaz. Böyle
bir kişi meseleyi keser atar ve dalalete düşer. Bu sebeple tesettürü hafife
alan kimseyle münakaşaya girişilmemelidir. Zira böyle bir insanın derdi daha
büyüktür; büyüğü bırakıp daha alttaki konularda münakaşa ve tartışma,
maksadın aksiyle sonuçlanır.



Meselenin bir diğer yönü de şudur: Tesettürün, zamanla, mekânla, şartlarla
hiçbir alakası yoktur. İnsan acaip bir kılık ve kıyafet de giyse yine kafası
çalışabilir. Mesela diyelim ki bir ülkede kadın erkek herkes başlarına kalpak
giymektedir. Bu ülkede başına kalpak giyen kimse aptallaşmamış, aptallaşmak
bir yana sanayisi ve tekniğiyle çok ileriye gitmiş de olabilir. Düne kadar
Avrupa başını kapatıyordu. Onların başlarını kapatmaları, gelişmelerine mani
olmadı; açılıp saçılmaları da daha farklı bir performans sergilemelerine...


Ayrıca ben, medeniyet mefhumuyla da bu meseleyi telifte zorlanıyorum ve
"Medeni insan açık gezer." sözünü kabul etmiyorum. Medeniyet, eski
devirlere nispeten onlardan uzak olmak, onların tarz-ı hayatından berî olmak
ise, tam aksini düşünmek de mümkündür. İslam, tesettürü getirmiş; tesettür,
kadını bir manada daha cazip hale getirmiş, içlerde ona karşı hürmet hissini
güçlendirmiş ve zamanla o kadının sevdiği bir kıyafet haline gelmiştir. Diğer
bir açıdan eğer medeniyet, çok eski devirlere ait şeylerden uzaklaşma ise,
bugünkü durum, İslam'dan evvel cahiliye devrinde de yaşanıyordu. Bu itibarla
da meseleyi bir kısım ön kabullere bağlayarak, "şu medeni, şu ise gayr-i
medeni" demek fevkalade yanlıştır.


Cenab-ı Hakk (cc) bizi basiretten mahrum etmesin! İsterseniz, "insaf, dinin
yarısıdır" deyip bu hususu da noktalayalım.


ÖZETLE

1- İslam'ın en küçük emrini bile hafife almak dinen çok sakıncalıdır. Tesettür
meselesinin son günlerde bilhassa bazıları tarafından politize edilerek ayağa
düşürülmek istendiğine esefle şahit oluyoruz.


2- Belki günümüzde değişik düşüncelerle başörtüsünün Kur'an'ın emri
olmadığını iddia eden ilâhiyatçılar vardır. Fakat bu mevzuda Kur'an'ın emri,
tarih boyu hiçbir müfessirin farklı mülâhazada bulunmadığı ölçüde açıktır.


3- Ayrıca ben, medeniyet mefhumuyla da bu meseleyi telifte zorlanıyorum ve
"Medeni insan açık gezer." sözünü kabul etmiyorum. İslam, tesettürü
getirerek kadına karşı hürmet hissini güçlendirmiştir.



DİNLEMEK İÇİN
 

sevda

New member
Local time
19:23
Katılım
5 Şubat 2008
Mesajlar
41
Tepkime puanı
2
Puanları
0
çok güzel ve de manalı bir konuya değinmişsiniz.Allah razı olsun.Allah bütün bayanlara emrettiği örtüyü giymeyi nasib etsin
 

med61

Guest
Local time
19:23
Katılım
22 Mart 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Şeytan O'nun (sav) suretine giremez

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'i rüyada görmek, muhakkak bir hayır ve
bereketin ifadesidir. Çocukluğumda kıbleye doğru yatarak, adeta dileniyor
gibi iştiyakla "Ne olur Ya Resûlallah, seni bir rüyamda görmek istiyorum!"
deyip inlediğim olmuştur.


Belki de aynı iştiyakı şimdi de vicdanımda hissediyorumdur... Etmiyorsam
demek ki kalbim pek kararmış. Cenab-ı Hak, kalb kasvetini izale buyursun!

Efendimiz'i görmek çok mühimdir. Resûl-i Ekrem bir hadislerinde, "Beni
rüyasında gören hakkıyla görmüş demektir." buyurur. Bazıları bu hadisi,
"Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)'i burada gören orada da görür; görür
ve şefaatinden istifade eder. Havz-ı Kevseri'nin başına gider, orada onun
eliyle kevser içer." şeklinde yorumlamışlardır. Bazıları da hadisi, "Efendimiz'i
rüyada gören, aynıyla görmüş demektir." şeklinde anlamışlardır. Zira hadisin
sonunda, "Şeytan benim suretime giremez." buyurulmaktadır. Bununla
beraber ulema tarafından meselenin daha farklı yorumları da yapılmıştır.

Yorumlardan biri şöyledir: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), herkese
değişik şekilde görünür. Hatta Efendimiz'i birkaç defa rüyasında gören bir
kimse O'nu farklı ruh haletleri itibarıyla her defasında farklı suretlerle görmüş
de olabilir. Mesela bir defasında tıraşlı bir çehre olarak, bir defasında büyük
gözlü, mukavves burunlu, açık alınlı, siyah saçlı ve başka bir defasında da ise
saçlarında beyazlık olarak görmüş olabilir. Bundan dolayı, "Efendimiz'i her
gören onu görmemiştir" diyenler de olmuştur. İmam Rabbani gibi bazı
mudakkik ve muhakkikler, "Efendimiz'i doğru görebilmek için evvela O'nu
Ravza-i Tâhire'de, sâniyen şemailine uygun olarak görmek gerekir."
demişlerdir. Vâkıa, Efendimiz'in belli bir sûreti ve şemâili vardır. Allah Resûlü,
orta boyludur. İri kemiklidir. Parmakları kalındır. Adeta bir pehlivan tipindedir.
Göbekli değildir. Göğsüyle karnı aynı hizadadır. Alnı gayet geniştir. Burnunda
tatlı bir kavis vardır. Yüz hatlarıyla fevkalade sevimlidir. Dişleri inci gibidir ve
hiç dökülmemiştir. Dudakları lâl ü güher gibi bir parlaklık içindedir, vs... İşte
İmam Rabbani, Allah Resûlü'nün bu şekilde şemailine uygun olarak görülmesi
gerektiğini ifade etmiştir. Ancak âlimlerin büyük ekseriyeti, bir kimsenin
Efendimiz diyerek rüyasında gördüğü kişinin Allah Resûlü olduğunu söyleye
gelmişlerdir. Zira bizzat Efendimiz, "Şeytan benim suretime giremez."
buyurmuştur.

Allah Resûlü'nün rüyalarda farklı suretlerde görülmesi meselesine gelince,
herkes O'nu rüyasında biraz mir'ât-ı ruhuna (ruh aynası) göre, biraz da
altında kaldığı hadiselerin tesirine göre görür. Kiminin mir'at-ı kalbi dev aynası
gibidir, o ona göre görür. Kimisininki mukavves bir ayna gibidir o da ona göre
müşahede eder. Bunları bir ölçüde mir'at-ı ruh belirler. Kimisinin kalbi
dupdurudur, berraktır, orası apaçık bir visal koyudur, o, böyle dupduru bir
keyfiyetle görür. Kimisi de bir kısım his ve pas içindedir, böyleleri için de bu
tür hisler, görmeyi bulandırır.

Burada istidradi olarak insanların kafasına takılan bir mevzuya da açıklık
getirmekte fayda var. Efendimiz'i rüyada gören değil, saadet asrında
hakikaten gören kişi sahabi olur. En makbul sahabi tarifini yapan İbn Hacer,
sahabiyi şu ifadelerle tanımlamıştır: Sahabi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve
sellem)'i gören, kurb-u huzura müşerref olan, sohbet-i nebeviden az dahi
olsa istifade eden kimsedir.

Dahası bir kimse, değil rüyada, temessül etmiş olarak bile Efendimiz'i görse
sahabi olmaz. Mesela Hafız Suyuti, Allah Resûlü'yle yetmişin üstünde
temessülen görüştüğünü ifade etmektedir. Suyuti, bir ruh degajmanıyla
(ruhun bedenden imtisaliyle) doğrudan doğruya Efendimiz'le buluşma temin
ettiğini ve açıktan açığa konuştuğunu dile getirmektedir ki, bu bir rüya
değildir. Bu, ruh âlemine ait bir şey de değildir. Belki hakikat-i Ahmediye ile
Suyuti'nin hakikati yüz yüze gelmiştir. Buna rağmen Hafız Suyuti sahabi
değildir. Pek çok kimse Suyuti gibi temessülen Efendimiz'i görmüştür.

Bunlardan biri de Hallac-ı Mansur'dur. Hallac, bu müşahedesini şöyle anlatır:
Kürsüde "Benim şefaatim, ümmetimden günah-ı kebair işleyenleredir." hadisini
okurken aklımdan şöyle bir şey geçti: "Ya Resûlallah, niye himmetini dûn
tutuyorsun? Küfür işleyenlere de şefaat ederim demiyorsun da sadece
günah-ı kebair işleyene şefaat ederim diyorsun?" O esnada Resûl-i Ekrem
karşımda temessül etti. Başımdan sarığımı açtı, boynuma doladı ve şöyle
buyurdu: "Zannediyor musun ki söylediğimi ben kendimden söylüyorum?"

Hâsılı, Efendimiz'i rüyasında veya temessülen gören bir kimse sahabi olmaz.
Sahabi olabilmek için on dört asır ötede yaşamak gerekir. Ancak sahabinin
arkasında olunabilir ki, o da bu asırda dîn-i mübîn-i İslam'a hizmetle
mümkündür.

Allah (celle celêlühü) bizim mazhariyetlerimizin şükrünü edaya, selef-i sâlihîne
karşı da saygı ve vefaya muvaffak kılsın.


ÖZETLE

1- Efendimiz (sas)'i rüyada görmek, muhakkak bir hayır ve bereketin
ifadesidir. Resûl-i Ekrem bir hadislerinde, "Beni rüyasında gören hakkıyla
görmüş demektir." buyurur.

2- "Efendimiz (aleyhissalatü vesselam)'i burada gören orada da görür; görür
ve şefaatinden istifade eder. Havz-ı Kevseri'nin başına gider, orada onun
eliyle kevser içer."
3- Efendimiz'i rüyada gören değil, saadet asrında hakikaten gören kişi sahabi
olur. İbn Hacer'e göre sahabi, Efendimiz'i gören, sohbet-i nebeviden az dahi
olsa istifade eden kimsedir.

DİNLEMEK İÇİN
 

med61

Guest
Local time
19:23
Katılım
22 Mart 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
8
Puanları
0
İnsan Allah'ın en canlı aynasıdır

Cenab-ı Allah, kâinatı yaratırken pek çok maslahata ve umumi neticeye
bakmıştır; murad-ı Sübhani olan neticeler elde edilirken meydana gelecek
izafi (subjektif) şerler nazar-ı itibara alınmaz. Haddizatında insanların da
"hayır" diye yaptıkları pek çok şeyin altında bir kısım izafî "şer"ler vardır.


Mesela insanlar atomu icad etmişlerdir. Şayet atom, milletler arasında sulh-i
umumiyi temine matuf olarak kullanılsa atomun keşfi hayır olacaktır. Bu
sebeple o, insanlığa zarar vermeden, denizaltılarını yürütmede, aydınlatma
ve ısıtma işlerinde kullanılabilse insanlığın yararına olacaktı. Ama Hiroşima ve
Nagasaki'ye atılan atom bombaları insanlığın yararına olmamış aksine büyük
bir alanı senelerce canlı yaşamaz hale getirmiştir. O gün üç yüz binden fazla
insanın hayatına mal olan bu bombanın, zararlı te'sirleri hâlâ devam
etmektedir. Atom bu haliyle bir ma'nada şerdir ve olabildiğine çirkindir. Atomu
insanoğlu icad etti, geliştirdi ve beşerin başına bela yaptı. Görüldüğü gibi şer
için yapılmasalar bile insanoğlunun sebebiyet vermesiyle onun şerre
dönüştüğü de olabiliyor.

Bir başka misal; elektriğin icadıdır. Bu icadı insanlığın en büyük keşiflerinden
biri olarak kabul edenler arasında, "Elektriği keşfedenler, Hz. Muhammed'e
inanmıyorsa bunca iyiliğine rağmen cennete giremez mi?" diye soranlar bile
vardır. Demek ki, elektriğin icadının büyük bir iyilik olduğunu herkes kabul
ediyor. Oysaki bulunan ışık ve ziya Allah'ın yarattığı bir madde ve onun
tezahürüdür. Onu, Allah yaratmıştır. İnsan ise sadece Allah'ın yarattığını
keşfetmiştir. Biz, insanlığa büyük bir iyilik yapmış olan kim olursa olsun eğer
"La ilahe illallah" dediyse, bu şarta bağlı olarak Allah onu mesut etsin deriz.
Ama keşfedilen bu elektrikte, pek çok hayrın yanında şer de vardır. Evet,
sesimizin çok uzaklara gitmesini o elektrikle sağlıyoruz. Karanlıkta birbirimizin
yüzünü onunla görüyor, fabrikaları onunla çalıştırıyor ve her yeri onunla
tenvir ediyoruz. İlk bakışta bunların hepsi hayırdır ve o da bu hayırların
sebebidir. İşte bunlar umumi neticelerdir. Fakat bunun altında bazen şer de
olabilir. İçine su kaçırdığınız zaman kontak yapar; tedbirsiz ve ihtiyatsız
olarak uğraşırsanız da sizi çarpıp öldürebilir. Görüldüğü üzere, mutlak hayır
gibi görünen elektriğin bile bir kısım şer neticeleri olabiliyor. Şimdi elektriğin
sadece bu şer yönünü düşündüğümüzde, "Allah cezasını versin bunu
bulanların!" demeye hakkımız var mıdır? Evet, o zahiren insanlığın başına yedi
başlı bir belayı salmıştır. Ne var ki bugün böyle bir şey söyleyen kimse
yoktur. Aksine halk, onu umumi neticeleri itibariyle ele alıyor, ortaya çıkan
kusurlardan da kendini veya elektriği suiistimal edenleri kınıyor.

Bunun gibi suyu da Allah yaratmıştır. Su, Allah'ın emriyle buharlaşarak,
yağmur oluyor, toprağı suluyor. Bu arada toprağın denizlere akmaması,
şehirlerin ve köylerin sele kapılmaması insanlara emanet edilmiş bir
sorumluluktur. Avrupa ülkeleri nehirleri kullanıyor, içlerinde gemileri
yüzdürüyorlar. Bunun için de bazı yerlerde kanallar açarken bazı yerleri de
derinleştirerek sorumluluklarını yerine getiriyorlar. Onlar eşya ve hadiselere
hükmediyor ve Allah'ın kâinatta vazettiği tekvinî ayetleri iyi okuyorlar. Sel
felaketi daha çok bizde ve bazı geri kalmış ülkelerde var. Şimdi asıl felaket
olan şey, su ve sel değil, uyuşukluktur. Asıl korkulacak şey de eşya ve
hadiseleri bilememe, varlığın ruhundan habersiz yaşama ve Allah'ın neyi niçin
yarattığını idrak edememektir.

İnsan yeryüzünde Allah'ın halifesidir

Yukarıda anlatılan misallerde olduğu gibi bir kısım insanlarda da bazı şerler
vardır. Ama bu hususta da asıl olan, büyük hayırlardır. Beşer, Allah'ın emriyle
eşya ve hadiselere müdahale etme kabiliyetine sahiptir. Her şeyden evvel
ahsen-i takvime mazhar olan beşer, yeryüzünde Allah'ın halifesidir. O öyle bir
ağacı temsil eder ki, o ağacın potansiyel donanımı çekirdek ve meyvesi,
melaike-i kiramı dahi geride bırakacak mahiyettedir. Miraçta mesafeler
Efendimiz'in ayağının altında dürülüp en büyük nebülözler ayaklarının altında
kaldırım taşı haline gelirken orada Cibril'in sesi duyulur: "Yürü ya Muhammed!
Bundan öte bana bir adım atmak dahi mümkün değildir." İşte insanoğlu böyle
bir meyve vermeye de müsaittir.

Mahz-ı hayır için yaratılan beşer, cismaniyette Allah'ın en canlı aynasıdır. O,
hem maddede, hem manada, hem akılda hem de ruhta bütünüyle Cenab-ı
Hakk'ın binbir isminin nokta-i mihrakiyesidir (odak noktasıdır). İşte bütün
bunlarda, melekler dâhil Cenab-ı Hakk'a ayna olabilecek ikinci bir varlık
gösterilemez. Beşer bu ayinedarlığı yaparken, kendisine cennete gitme ve
Cemalullahı görme yanında bir imtihan kabiliyetini inkişaf ettirme adına ona
şehevî, behîmî, gadabî duygular ve su-i istimalata açık akıl gibi kabiliyetler de
verilmiştir. Bunlar şer gibi görünmekle beraber mutlak şer değil, hayırda da
kullanılabilecek kabiliyetlerdir. Pürşer beşer bunları suiistimal ettiği zaman,
kendi hazırladığı felaketlerde boğulmuş olacaktır. Yoksa haddizatında o hem
potansiyeli, hem de kendinde mekni bulunan hakikatlerle mahz-ı hayırlar
abidesidir. Evet, beşer mahz-ı hayırdır, onu şer haline getiren de yine
kendisidir.


ÖZETLE

1- Cenab-ı Allah, kâinatı yaratırken pek çok maslahata ve umumi neticeye
bakmıştır; murad-ı Sübhani olan neticeler elde edilirken meydana gelecek
izafi (subjektif) şerler nazar-ı itibara alınmaz.

2- Beşer, Allah'ın emriyle eşya ve hadiselere müdahale etme kabiliyetine
sahiptir. İnsan yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Onun potansiyel donanımı,
melaike-i kiramı dahi geride bırakacak mahiyettedir.

3- Mahz-ı hayır için yaratılan beşer, cismaniyette Allah'ın en canlı aynasıdır.
O, hem maddede, hem manada, hem akılda hem de ruhta bütünüyle Cenab-ı
Hakk'ın binbir isminin odak noktasıdır.
Bu metin, Hocaefendi'nin 1970'li yıllarda cami cemaatinin sorularına verdiği
cevaplardan derlenmiştir.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst