Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Dini hikayeler

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Hacı Bayram-ı Veli


Yıl: 1433, Yer: Edirne. İhtiyar subaşı nefes nefese huzura çıkar, Padişahı selâmlar.
-Engürü'deki şeyhi getirdik efendim!, Ama ...
-Aması ne?
-Bu zat söylendiği gibi etrafına çapulcu toplayan bir fitneci değil. Aksine büyük bir âlim ve gönül ehli.
-Nereden biliyorsun peki?

İhtiyar subaşı bunları değirmende ağartmadık gibilerden sakalını sıvazlayarak.
'Şu kadarını söyliyeyim, kendisi Şeyh Hamideddin-i Veli Hazretleri'nin halifesi!
-Sen ne diyorsun!
-Geleceğimizi biliyordu. Bizi yolda karşıladı. Boynunu büküp bileklerini uzattı,
-Haydi evladım, zincirleyin beni!' dedi
-N'aptık biz. Bir Allah dostunu zincire vurduk desene.
-Vurmadık efendim. Aksine yol boyu hizmet ettik.
-Gönlünü hoşça tutaydınız.
-Tutmaz mıyız.

Beşikte Yatan Yiğit

II. Murat:
-Ah Efendim!, Şu İstanbul'u fethetmeyi çok isterdim lâkin... Bilmem nasip olur mu bize?'
Hacı Bayram Hazretleri bir müddet sessiz kalır, tefekküre dalar.
-Hayır sultanım!. Bunu ne sen görürsün, ne de ben!
Sonra ayağa kalkar, bir köşede mışıl mışıl uyuyan şehzadeyi (Fatih'i) işaret eder.
-Ama!, Şu beşikte yatan yiğit ile bizim köse (Akşemseddin'e öyle derler) görse gerek!

Birbuçuk Mürid

Hacı Bayram Veli padişahın ısrarına rağmen dergâhına döner. Sultan ilk günün ezikliği ile bir ferman çıkarır. Onu ve onun talebelerini askerlik ve vergiden muaf tutar. Ancak bir zaman sonra Ankara'nın mali dengesi bozulur. Zira tahsildar hangi kapıyı çalsa, muhatapları
-Biz Hacı Bayram Hazretlerine intisaplıyız, derler.
Hacı Bayram Hazretleri de bizârdır, Kanlıgöl mevkiine büyücek bir çadır kurar ve ahaliyi toplar. Mübârek o gün celalli ve heybetli görünür. Elinde koca bir bıçak vardır.
-Ey benim sadık dervişlerim!, Şimdi sizleri kurban etsem gerek. Haydi sıraya dizilin, girin çadıra!
Ortalık bir anda boşalır. Sadece biri kadın, iki âşık gelir, takdire şâyan bir teslimiyetle boyunlarını uzatırlar. Hacı Bayram hazretleri memurlara döner
-Bu ikisini yazın, başka talebem yok!, der
Gerisi vergilerini de öderler, askere de giderler.

PIRLANTA PARÇALARI

Mübarek "Hiddet gözü kör eder" buyurur, "öfke aklı örter."
Efendimizin bir emrini yerine getirmek mi istiyorsunuz? Çocukların başını okşayın!
Çalışın! Zengin bile olsanız çalışın. Boş gezenlerin arkadaşı şeytandır!
Ölümü çok hatırlayınız. Hesabınızı, hesaba çekilmeden yapınız. Dünya gamından kurtulmak isteyen kabristanlara gitsin.
Alim ve velileri çokça ziyaret ediniz ki şefaatlerine kavuşasınız.
Arkadaşlarınızın kusurları emanet gibidir. Onları sır gibi saklayınız.
Yazıcızâde Muhammed, Ahmed-i Bicân, Akbıyık Sultan, Üftâde Efendi ve Eşrefoğlu Rûmi gibi zirveler hep Hacı Bayram hazretlerinin dizi dibinde yetişirler. Ama vekil olarak tek isim düşünürler:Akşemseddin!
Hacı Bayram-ı Velî'nin talebelerine nassîhatlerinden bâzıları şunlardır:
"İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız."
"Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır."
"Allahü teâlâya isyân yolunda, hiçbir kimseye yardım etmeyiniz."
"Küçük çocukları seviniz, başlarını okşayınız. Onları sevindiriniz ki, Peygamber efendimizin emrini yerine getirmiş olasınız."
"Çarşıda ve câmi avlusunda bir şey yemeyiniz. Yol ortasında durmayınız. Ticâret erbâbının dükkânlarında uzun müddet oturmayınız."
"Hiçbir günâhı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin bile olsa, arkadaşları şeytan, kalbleri şeytanın konağı olur."
"Helâlinden kazanıp, ondan fakırlere cömertçe veriniz."
"Ölümü çok hatırlayınız. Ölüm gelmeden hesâbınızı yapınız. Tövbe ediniz ki, affa kavuşasınız."
"Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz."
"Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşâ etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hiyânet ise, çirkin bir harekettir."
"Âlim ve velîlerin kabirlerini ziyâret ediniz. Zîrâ o büyükler, kendilerini ziyâret edenlere şefâat ederler."
__________________
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
HAKİKİ MUHABBET NEDİR?
Biribirlerine kırılan iki arkadaştan biri, uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar.

-Kim o? diye seslenir içerdeki.

-Benim, der kapıyı çalan.

-Burada ikimize birlikte yer yok, diye cevap verir öbürü.

Aradan uzunca bir zaman geçer... Yeni bir umutla tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını.

-Kim o? diye sorar yine içerdeki.

- Sen'im, der bu sefer. Ve kapı sonuna kadar aralanır.

Hz. Mevlânâ da;

"Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp âdeta o olmalısınız" diye anlatır hakiki muhabbeti.

Kaynak: Fazilet Takvimi, 2000
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
HAPİSHANEDE KILINAN NAMAZ
Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil biriydi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâliye bildirmişlerdi. Getirilirken hırsızlardan birisi kaçtı. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişapur'a gitmişti. Demirciyi, gece eve giderken, jandarmalar yakaladılar ve diğer zanlılarla beraber vâliye çıkardılar. Vâli dedi ki:
- Hepsini hapsedin!
Bir suçu olmayan demirci, hapishanede hemen abdest alıp, namaz kıldı. Ellerini uzatıp:
''Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın!'' diye duâ etti. Vâli uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyandı. Hemen kalkıp, abdest aldı, iki rek'at namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anladı. Vâli hemen hapishane müdürünü çağırtıp sordu:
- Acaba bu gece hapishanede mazlum birisi kalmış mı?
Müdür dedi ki:
- Bunu bilemem efendim. Yanlız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor göz yaşları döküyor.
- Hemen adamı buraya getiriniz. Demirciyi vâlinin yanına getirdiler. Vâli hâlini sorup, durumu anladı, ve dedi ki:
- Sizden özür.diliyorum.Hakkını helâl et ve şu bin gümüş hediyemi kabul et. Herhangi bir arzun olunca bana gel! Demirci de cevabında dedi ki:
-Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.
- Neden gelemezsiniz?
- Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın!
Akıl isen nemâzı, çün saâdet tâcıdır.
Sen namazı şöyle bil ki, mü'minin mi'râcıdır.
Huzura Doğru
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Hayvana Yapılan İyiliğe Ücret

Ebu Hureyre (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu anlatır.

Bir yolcu, yoluna devam ederken, çok susamıştı. Bir kuyuya rastladı. İnip ondan su içti. Çıktığında bir baktı ki, çok susamış bir köpek dilini çıkarıp susuzluğunu toprak yiyerek gidermeye çalışıyor.
Yolcu:
- Bu köpek de benim biraz önce olduğum gibi çok susamış, der.
Kuyuya inerek ayakkabısına su doldururak köpeği su içirir. Allahu Teala'nın bu çok hoşuna gider, yaptığını muteber sayarak günahlarını affeder.

Ashabı Kiram dediler ki:
- Ey Allah'ın resulü! Hayvanlara yaptığımız iyilikte bize ecir, ücrety var mıdır?
Resulullah (s.a.v.) buyurdu.
- Her canlı hayvana yapılan iyilikte, ecir, ücret vardır
__________________
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
HER ŞEYİN BİR HUDÛDU VARDIR

Ebû Mûsâ'l-Eş'arî (r.a.)'den rivâyet edilmiştir:
'Her şey için bir hadd vardır. İslâm'ın hudûdu da vera', tevâzu', sabır ve şükürdür.
Vera' ve tevâzu', işlerin kıyâm ve sebâtına; sabır, cehennem ateşinden kurtuluşa; şükür de, cennete nâil olmaya sebeptir.
Hasenü'l-Basrî (k.s.) hazretleri, Mekke-i Mükerreme'de, Hz. Ali (r.a.)'nin oğullarından, arkasını Kâbe'ye dayayıp insanlara va'z eden bir gence,
'' Dînin sebat ve kıyâmına vesîle olan şey nedir? diye sordu.
Genç,
' Vera'dır! dedi.
Hasenü'l-Basrî hazretleri,
' Dînin âfeti nedir? diye sordu.
Genç,
' Tama'dır, cevabını verdi.'
Avâmın verâ'ı, haramdan ve haram şüphesi bulunan şeylerden sakınmaktır.
Havâssın verâ'ı, içinde hevâ ve nefs için şehvet ve lezzet bulunan şeylerden sakınmaktır.
Havâssın havvâssının verâ'ı ise, içinde kendi irâde ve görüşü bulunabilecek her şeyden sakınmaktır.
Hâsılı; avam dünyayı terk ile, havâs cenneti terk ile, havâssın havâssı da, mâsivâyı (Allah'tan gayri her şeyi) terk ile verâ'ı elde eder.
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
HİLFÜL'L-FUDUL'UN İYİLİĞİ

İslâm öncesi bir tarihte Arabistan'da Fadl isimli üç kişi bir araya gelerek, 'zalime karşı mazluma yardım etmek, aralarında adaletli hakim kılmak' üzere yeminli sözleşme yapmışlardı. Zamanla unutulan bu faydalı teşkilat, Peygamber s.a.v.'in gençliğinde toplumda görülen bazı haksızlıkları önlemek için, Kureş'in bazı ileri gelenleri tarafından bir vesileyle yeniden kurulmuştu. İlk kurucularının isimlerine uygun olarak da 'Fadılların -veya fazilet sahiplerinin- yemini' anlamında 'Hilfü'l-Fudûl' adını vermişlerdi. O zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem s.a.v. de bunun bir üyesiydi.
Etkili bir sivil toplum örgütü olan Hilfü'l-Fudûl'ün amacı ise 'Mekke'de zulüm ve haksızlığa uğramış hiç kimse bırakmamak, mazlumun hakkı alınıncaya kadar zalime karşı mazlumla beraber olmak' şeklinde belirlenmişti.
Hilfü'l-Fudûl'ün faaliyet günlerinde, Has'am kabilesinden bir adam kızını da alarak Mekke'ye gelmişti. Kızı dikkat çekici güzellikteydi. Mekke eşrafından Nübeyh b. Haccac onu görünce, babasının elinden zorla çekip kaçırdı. Has'amlı şahıs:
- Bu adamı bulup yanıma getirecek kimse yok mu? diye bağırıyordu.
- Git de derdini Hilfü'l-Fudûl'a anlat, dediler. O da Kâbe çevresinde:
- Ey Hilfü'l-Fudûl mensupları! Yetişin imdadıma! diye feryat etti.
Örgüt üyeleri kılıçlarını sıyırıp, her yandan koşarak geldiler.
- İşte geldik, ne oldu sana? dediler.
- Nübeyh bana zulmetti, kızımı elimden zorla çekip götürdü, diye şikayetlendi.
Hilfü'l-Fudûl üyeleri hemen adamla birlikte Nübeyh'in evine gittiler, kapısına dayandılar. Nübeyh dışarı çıkınca ona çıkıştılar:
- Yazıklar olsun sana! Sen de bilirsin ki, biz haksızlıkları önlemek için sözleşme yapmışızdır. Çabuk çıkar kızı!
- Başüstüne. Fakat bu gece olsun kızdan faydalanmama izin verin...
- Olmaz! Vallahi bir an bile müsaade edemeyiz!
Çaresiz kalan Nübeyh, kızı çıkarıp teslim etti.
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
İLK İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ
Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, ziyaretçi çokluğundan dolayı Resulüllah'ın mescidini genişletmek istemişti. Bunun için Türbe-i Saadet'in etrafındaki arsaları istimlak edip mescide katması gerekiyordu.
Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulundu:
- Evinizi, arsanızı Resulullah'ın mescidini genişletmek için satın almak istiyorum. Kimse malına değerinden aşağısını vereceğimi sanmasın. Herkes kıymetini söylesin, gönlünden geçirdiği fiyatı bildirsin. Resulullah'ın mescidine zorla alınmış arsa ilave etmeyi düşünmüyorum.
Herkes arsa ve evinin değerini söyler, binalar, arsalar satın alınır, Resulullah'ın mescidi genişletilmeye müsait duruma gelir. Ancak bir pürüz var. Onu da halletmek gerekiyor.
- Nedir o pürüz?
Hazreti Abbas. Abbas, arsasını satmak istemiyor. Mescide de olsa vermeyi düşünmüyor.
Halife bizzat meşgul olur, tekliflerini tekrar eder:
- Ya Abbas, arsanın değerinden aşağısını vermeyi düşünmüyoruz. Resulullah'ın mescidine böyle zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi de uygun bulmuyoruz. Şayet verilen fiyat az geliyorsa emsallerinden de fazla fiyat vereyim, arsanı ver de bu iş bitsin. Mescid-i Nebi ziyaretçileri içine alacak genişliğe ulaşmış olsun, ihtiyacı karşılayacak hale gelsin.
Hayret! Abbas'tan beklenmeyen tavır:
- Hayır, mülk benimse fazla fiyat verseniz de satmak istemiyorum. Zorla alacaksanız o başka!
İçinden çıkılmaz bir durum söz konusu olunca Halife olayı mahkemeye intikal ettirir. Hakim meşhuk hukukçu Übeyd bin Kab.
Taraflar huzurdalar. Devletin iddiası:
- Biz yönetim olarak Abbas'a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmemeli, arsasını vermeli ki, Resulullah'ın mescidi ihtiyacı karşılayacak şekilde genişleme imkanı bulsun.
Abbas'ın cevabı:
- Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler vermek istemiyorum. Ne para zoruyla, ne de mescide ilave etmek iddiasıyla mülkümü elimden kimse alamaz.
Mahkemenin kararı:
- İslam hukukunun gereği kimse başkasının mülküne ve arazisini isterse para zoruyla olsun, alamaz. Mescid için de olsa mal sahibini zorlayamaz. Abbas'ın mülkü Abbas'ta kalacak, hükümet istimlak için zorlamayacaktır.
Mahkemenin tartışma götürmez bu kararı kesinleştikten sonra taraflar kalkıp gitmek üzere kapıya yönelmişken bir ses işitilir. Bu ses Abbas'tan başkasının sesi değildir.
Bakın ne diyor Abbas:
- Ya Übey, mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir değil mi?
- Evet mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiştir. Kimse senin arsanı fazla fiyat vererek de olsa zorla alamaz.
- Öyle ise der, şimdi beni dinleyin. Mahkemenize açıkça ifade ediyorum. Arsamı şu andan itibaren Resulullah'ın mescidine ilhak edilmek üzere hibe ediyorum. Hem de tek kuruş almadan, hiçbir maddi menfaat beklemeden. Hepiniz şahit olun, parayla alınamayan arsam, hiçbir karşılık verilmeden Resulullah'ın mescidine hibe edilmiştir ve mülk bu andan itibaren halifenin tasarrufuna girmiştir.
Übeyd bin Kab'ın sorusu:
- Ey Abbas, neden böyle bir tutumu tercih ettin? Önce aşırı fiyatla da olsa vermedin, şimdi ise parasız hibe ediyorsun?
Abbas'ın kitaplık çapta cevabı tek cümleden ibaret:
- İslam'ın insan haklarına gösterdiği saygıyı dünyaya duyurmak için!...

KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Hızır ve Gelin
1930'lu yıllar. Rize. Anzer, halkın kendi tabiri ile Ancer. Dünyaca balı ile meşhur olan Ancer. Binlerce poleni ve şifayı içinde barındıran balıyla meşhur Ancer. Kış. Yaylacılık yapan Ancerlilerin bir kısmı aşağıya Rize'ye şehre inmemiş, kışlamışlar. Yazdan yığdıkları otlarıyla, mallarını kışdan çıkarıp, bahara eriştirmenin çabası içindeler. Evet hepsinin mal tabir ettiği koyunları, sığırları var, tektük birkaç tanesinin de kara kovanı var. Şifa niyetine ilaç niyetine küçük bir kavanozu dolduracak kadar balları olurdu çoğunun. O da kış bitmeden tükenir giderdi.

Meryem. Lezgilerin kızı Meryem. Yeni gelin, beyini gurbete Samsun'a göndermiş. O da o kış yaylada kışlamış. Sabaha kadar kar yağmıştır. Tam kürekle yolu açayım deyip, kapıya yönelmekte iken, kapısı çalınır. Kapıyı açari. İhtiyar bir adam selam verir ve:
- Kızım, ben Aşağı Ancerdenim, gelinim aş eriyor, canı bal çekti, Allah rızası için, bir iki kaşık bal verirmisin?
Meryem gelin düşünmez bile, Allah rızası değil mi der, dibinde üç dört kaşık bal kalmış olan kavonozu getirir , onun da yarısını ihtiyar'a verir. İhtiyar:
- Allah razı olsun kızım, artsın eksilmesin der.
Meryem, kavanozu koymak için geri döner. Kavanozun ağzını kapatayım derken birde ne görsün, kavanoz ağzına kadar bal ile dolu. Meseleyi anlar, kapıya koşar, kar ile dolu yaylanın uçsuzluklarına bakar. Ne bir insan vardır ne de kar da bir iz. Gelen Hızırdır.

Aradan üç dört ay geçer, her gün bal yediği halde kavanoz her seferinde ağzına kadar bal ile doludur. Sırrını hiç kimseye açmaz. Yaza doğru beyi gurbetten gelir. Beyine her öğün bal verir. Bal bitmez, hem ancer balı olacak, bütün kış kalacak birde her öğün kaşık kaşık yenecek, bal bitmeyecek. Beyini merak sarar, sorar, cevap alamaz. Beyi en sonunda:
- Ne olur beni seviyorsan söyle ne oluyor. bunda bir iş var.
Meryem dayanamaz ve ağzı kapalı kavonozu da alır ve olayı anlatır. Kavanozu açıp işte bak ağzına kadar dolu demek istediğinde bir de ne görsün?
Kavonozun dibinde iki kaşık bal kalmış.

Evet, gerçek yaşanmış bir olay... Belki sizin başınıza da geldi, belki gelebilir. Meryem'in kavonozundaki bal bitmeyecekti. Sizin de belki cebinizdeki araba parasını verdiğiniz bir ihtiyar ardından elinizi her cebinizdeki cüzdana attığınızda tükenmeyecek para... Ama sakın ha. Sakın ha. Hızır ile karşılaştığınızı ve sırrınızı kimseye söylemeyin....

"Bir Demet"
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Hızır Geliyor
Hoca, medresede ders verirken talebenin biri bazen ayağa kalkar. Hoca sebebini sorar. Talebe:
- Efendim Hızır geliyor da ondan.
Hoca:
- Ben niçin göremem?
Talebe :
- Sorayım efendim, deyip tekrar geldiğinde sorar.
Hızır Aleyhisselam'ın:
- Hocan süsü ile çok uğraşıyor. Medreseye gelirken ayna önünde, cübbe sarık şöyle mi yakıştı, böyle mi yakıştı, diye fazlameşgul oluyor. bu gibi haller manevi terakkiye manidir, buyurduğunu hocaya bildirdiği günden itibaren, ayna karşısına geçmeyi terkedip, süslenmekten uzak kalan hoca efendinin, sarığı eskiyip sallanmaya başaldığından "Saçaklı Hoca" ismi verilmiştir. (Rahmetullahi Aleyh)

Terakk-i maneviye mani olan zinetten uzak kalmalı.

Hatıratım, Ali Erol
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Hızır Olduğunu Söylerim
Ramazan... Cuma günü... Cuma vakti... Cami... Cemaat tek tük camiye girmekte. İmam kürsüde... Girenlerin arasında... O... Hızır... Hızır a.s. da genç ihtiyar arasında onlardan biri gibi gidiyor bir köşeye oturuyor. Kürsüde imam sohbete başlıyor... Hızır'ın yanına kırklarında bir adam gelip oturuyor. Cami yavaş yavaş dolmakta...

Adam, bir müddet sonra uyuklar bir vaziyette sallanıyor, ha uyudu ha uyuyacak. Hızır a.s. adamı dürtüklüyor:
- Uyuyacaksın, der. Adam:
- Uyumam, beni rahat bırak.

Hızır a.s. ses etmez, ancak ezan okundu okunacak, adam ha uyudu ha uyuyacak, bir daha dürtükleyerek:
- Uyuyacaksın dedim, der. Adam:
- Ben de sana uyumam, beni rahat bırak dedim. Rahat bırak beni. Rahat bırak yoksa, Hızır olduğunu söylerim. Buradan çıkamazsın. Bu kalabalık sakalında bir tel bırakmaz.

Hızır a.s. susar ve gözlerine kapar, boynunu büker Allah'a yönelerek:
- Ya Rabbim! Bu nasıl iştir. Bu kulun benim kim olduğumu bildi. Bu nasıl iştirki bendeki listede bunun ismi yok.
Cevap gelir:
- Sana verilen listede beni sevenlerin isimleri var. O ise benim sevdiklerimden...

Allah sevdiklerinden etsin... Sevmek, seviyorum demek bir iddia. İş sevilenlerden olmak...
 

selçuk

Co Admin
Local time
09:34
Katılım
1 Mart 2006
Mesajlar
160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
yani doğrusunu sölemek gerekirse okumadım ama emeginden dolayı teşekkür etmek istedim okumaya kalsam sabaha kadar bitiremem.Yine teşekkürler kardeş:):):):)
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
selcuk' Alıntı:
yani doğrusunu sölemek gerekirse okumadım ama emeginden dolayı teşekkür etmek istedim okumaya kalsam sabaha kadar bitiremem.Yine teşekkürler kardeş:):):):)
o kadar çok hikaye değil 15 dk alır asıl yarın yükleyeceklerim hikayelere bek oku oku bitmez:D
 

selçuk

Co Admin
Local time
09:34
Katılım
1 Mart 2006
Mesajlar
160
Tepkime puanı
0
Puanları
0
dediğin gibi olsun yarında hepsini toptan okuruz olur biter sen kafanı yorma kardeş
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
HIRİSTİYAN VE ALİ (a.s)'IN ZIRHI

Ali (a.s)'ın, halifeliği zamanında, Kufe'de zırhı kayboldu. Bir müddet sonra bir Hrıstiyan'ın yanında ortaya çıktı. Ali onu hakimin huzuruna götürdü.
'Bu zırh benim malımdır; onu ne sattım, ne de birine bağışladım; şimdi onu, bu adamın yanında buldum.' diye iddia etti.
Hakim:
'Halife iddiasını söyledi, sen ne dersin?' diye Hıristiyan'a sordu. O, bu zırhın, kendi malı olduğunu, aynı zamanda halifenin sözünü yalanlamadığını, söyledi.
Hakim Ali'ye dönerek
'Sen iddia ettin, bu şahıs ise inkar ediyor. Bu durumda iddian için şahit getirmen lazım' dedi.
Ali güldü ve
'Hakim doğru söylüyor, şimdi şahit getirmem gerek, fakat hiç bir şahidim yok' dedi.
Hakim, iddia edenin şahidinin olmamasına dayanarak, ırıstiyan'ın lehine karar verdi. O da zırhı aldı ve gitti.
Fakat, zırhın, kimin malı olduğunu daha iyi bilen Hristiyan' ın, bir kaç adım yürüdükten sonra vicdanı uyandı ve geri dönerek 'Böylesine bir hükümet ve davranış şekli alelade insanların keyfinden değil, peygamberlerin hükümet tarzıdır' dedi ve
'Zırh Ali'nindir' diye itiraf etti.
Kısa bir zaman sonra, onu, müslüman olarak Ali (a.s)'ın sancağı altında, Nehrivan harbinde, savaşırken gördüler.
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
İbadet Artarsa Rızık da Artar
Bir derviş. Evden ayrılışında hanımına işe gidiyorum diyerek ayrılır, ancak doğru tekkeye gider ibadet ederdi. Akşam eve döndüğünde Hanımı:
- Yiyecek bir şeyimiz yok biliyorsun, elin boş mu döndün, dediğinde de
- Çalıştığım zat öyle cömertki... Ondan para istemekden utanıyorum. Ay sonunda ücretimin tamamını toptan verecek, derdi.

Ay sonu geldiğinde, yine evden ayrılmış, tekkeye gitmiş, ibadete koyulmuştu. Akşam eve döneceğinde bir düşünce kendisini aldı, ay sonu idi, hanıma ne diyecekti. Mahzun mahzun eve doğru yürüyordu. Sonunda eve yaklaştı. Evden leziz yemek kokuları etrafa yayılıyordu. Şaşırmıştı, kapıyı hanımı güler yüzle açar, içeri girerler olanları kocasına şöyle anlatır:
- Kimin yanında çalışıyuorsan bey, gerçekten cömert biriymiş. Öğle sıraları idi, nur yüzlü iki zat kapıyı çaldı: "Bunlar beyinin iş ücretleridir. Eğer bundan sonra da işine devam eder ve daha fazla çalışırsa, ücereti daha da artacaktır" dediler ve taze kesilmiş koyun eti, çeşit çeşit yiyecek, hiç tatmadığım meyveler ve bir kese de altın verdiler. Allah razı olsun o kimseden. Açlıktan artık tahammülümüz kalmamıştı.

Hanımından bu sözleri dinleyen derviş Allah'a şükredip, ibadetine devam etti....

Allah (c.c.) neye kadir değil ki !
__________________
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
İDAMDAN İSLAM'A
Rasul-i Ekrem s.a.v.'in Mekke'yi fethettiği gün, İslâm düşmanı Ebu Cehl'in idam fermanı verilmiş oğlu İkrime, ölüm korkusuyla kaçıp Yemen tarafına gitmişti. Onun eşi Ümmü Hakîm ise müslüman olmuş ve İkrime'nin bağışlanmasını Rasulullah'tan istirham etmişti.

Allah Rasulü s.a.v., İkrime için güvenlik garantisi verince, hanımı Ümmü Hakim onu aramaya çıktı. Tihâme sahillerinde deniz yolculuğu sırası müslüman bir kaptanla görüşmekte olan İkrime'yi buldu. Kaptan ona diyor ki:

- Lâ ilâhe illallah Muhammeden Rasulullah de, canını kurtarıver!

İkrime şu karşılığı veriyordu:

- Ben de zaten bunu için kaçıyorum...

O sırada İkrime'nin karısı ortaya çıkarak şu haberi verdi:

- Ben insanların en iyisi ve en hayırlısının yanından geliyorum. Onunla konuştum, o sana eman verdi, seni güvenceye aldı. Gel gidelim, kendine kıyma!

Beraber yola çıktılar. Bir konaklama yerinde İkrime, eşiyle birlikte olmak istedi. Kadın onu şiddetle reddetti:

- Olmaz! Ben müslümanım sen ise kâfirsin, deyince İkrime:

- Doğrusu, seni benden uzaklaştıran şey, gerçekten önemli olmalı, dedi.

İkrime Mekke'ye yaklaşınca, Rasulullah ashabına şöyle dedi:

- Ebu Cehl'in oğlu İkrime, mümin ve muhacir olarak size geliyor. Sakın babasına sövmeyiniz. Çünkü ölüye sövmek ona ulaşmaz, diriye zarar verir.

Rasul-i Ekrem s.a.v. İkrime'yi görünce sevinçle onu karşıladı. İkrime sordu:

- Ey Muhammed! Sen beni neye davet ediyorsun?

- Allah'tan başka ilâh olmadığına, benim O'nun kulu ve Rasulü olduğuma inanmaya, namaz kılmaya ve zekât vermeye... davet ediyorum.

- Vallahi sen sadece hakka davet ediyor, iyi ve güzeli emrediyorsun. Sen peygamber olmadan önce de bizim en doğrumuz ve en iyimizdin.

İkrime bu konuşmadan sonra Allah Rasulü s.a.v.'in elinden tuttu, Kelime-i Şehâdet söyleyip müslüman oldu.
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
İhtiyar Mecusi
İran da İslam'ıon yeni yeni yayılmaya başladığı bir zaman... İhtiyar bir mecusi bir odaya çekilmiş, kapıyı üzerine kapamış, kimse ile görüşmüyordu. Bunun bir putu vardı. Vaktini hep onun hizmetine hasretmişti.
Zaman olur mecusinin bir sıkıntısı zuhur eder, kime koşacak, tabi yıllarca hizmetyinde bulunduğu putuna ve koşar, sıkıntısının giderileceği umuduyla, putunun önünde yalvarır, yakarır, yatar, yuvarlanır ve derki.
- Hey put! Aciz kaldım, canıma tak etti. Ban merhamet et, yardım et, sıkıntımı gider.
Huzurda bir müddet daha kalır, fakat işleri yoluna girmez, hani nerdeyse daha da kötüye gider. Put'un ne kabahati varki, altı üstüğ bir put, ne karşısındaki mecusinin anlattıklarını, yalvarmalarını, yakarmalarını duyabiliyor, ne de kendine yaptığı hizmeti görüp ona şahit olabiliyor, altı üstü bir taş bir odun parçası, üzerine konan sineği kovalamaktan aciz, başına eden güvercinlerin pisliğini mecusi temizlemezse pislik çamurundan çıkmaktan aciz.
Mecusi, isteği olmayınca bütün bu düşünceler ister istemez aklından bir filim şeridi gibi bir anda akıp geçiyor, kızıyor ve başlıyor puta söylenmeye:
- Bu kadar sene sana taptım, saçlarımı, sakallarımı senin yolunda ağarttım, Yapılması, muhim olan bir işim var. Yapmıyacaksan beni bırak, şu anda Müslümanların Allah'ından diliyorum, der ve diler.
Mecusi daha putun karşısında, yüzü toprakta iken, Allah onun muradını yerine getirir. Odadan çıkmadan sıkıntısının giderilmiş olduğu müjdesini alır. Olanı biteni bir mecliste anlattığıda oradaki hakikatleri aramakla meşgul olan bir zat, düşüncelere dalar ve aklından şunları geçirir:
- Bir sersem, adi, batıla tapan, başı henüz puthane şarabı ile sarhoş, gönlünü küfürden, elini hıyanetten çekmemiş olan böyle birinin Cenab-ı Hak dileğine anında cevap verdi.
O anda gönül kulağına şu kelimeler dökülür:
- O aklı eksik ihtiyar, putun önünde çok yalvardı. Fakat sözü makbule geçmedi, istediği olmadı. Onun niyazı eğer bizim dergahımızda kabul edilmeseydi, sanem ile Samed* arasında ne fark olurdu?"

Ey dost! Gönlünü Samed'e bağla ki, insanlar sanemden daha acizdirler. Eğer bu kapıya baş koyarsan, eli boş dönmezsin.
.........................

Samed: Cenab-ı Hak'kın güzel isimlerinden. Muhtaç olunan ihtiyaçsız. İnsan ve bütün varlıkların istek ve ihtiyaçlarını karşılayan yegane merci. Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, her noksanlıktan münezzeh ve müstağni olan Allah, ihtiyaç ve isteklerden uzak kalmaları hiçbir zaman söz konusu olmayan bütün varlık aleminin yöneldiği yüce zattır. Kainatta her şey, varlığını sürdürebilmek ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere, şuurlu ya da şuursuz olarak O'na bakar.
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
KOCA BİR ORDUYU DOYURAN İKİ AVUÇ HURMA
Ashâb-ı kiramdan, Beşir bin Sa'd'ın kızı ve Nûman bin Beşir'in kız kardeşi (r. anhüm) anlatıyor:

'Annem Amre bint-i Revâha (r.a.), beni çağırdı. Eteğime iki avuç hurma koyduktan sonra,

' Kızcağızım! Git de, baban ile dayın Abdullah bin Revâha'nın gıdâlarını kendilerine ver, dedi.

Giderken, Resûlüllah (s.a.v.)'a rastladım. Babamla dayımın nerede olduklarını sordum. O bana,

' Kızcağızım, beri gel, yanındaki nedir? diye sordu.

' Yâ Resûlellah, dedim, bu hurmadır. Annem bunu, yesinler diye, babam Beşir bin Sa'd ile dayım Abdullah bin Revâha'ya gönderdi.

Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem,

' Getir onu, buyurdu.

Ben de onu, Resûlüllah'ın iki avucuna döktüm. Avuçlarını doldurmadı. Sonra, bir örtü getirilmesini emr etti. Örtü getirilip serildi. Hurmayı ona koyduktan sonra, örtünün üzerine yayıp dağıttı. Yanındakilere;

'' Gıdâya, kumanyaya geliniz!' diyerek hendek halkına sesleniniz, buyurdu.

Hendek halkı toplanıp ondan yemeğe koyuldular. Hurmalar yendikçe artmış, örtünün etrafından dökülüp taşmıştı.

Kaynak: Fazilet Takvimi, 2000
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
İki Ekmek Eksik

Bir gün iki kişi, Râbia-tül Adeviyye'yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yemek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki:
-Ekmekler yirmi olsa gerektir.

Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular.
-Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin.

Cevâbında şöyle buyurdu:


-Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim.
 

uzm@n

New member
Local time
09:34
Katılım
14 Mart 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
İkramdan Kaçan Kadının Akibeti

Mutlu bir aileydiler. Bey kendine göre bir çevre edinmiş, mazbut dostlarıyla sık sık görüşüyor, onları zaman zaman da evine davet edip İslâmî konularda seviyeli sohbetlerde bulunuyorlardı.
Ne var ki, hanım bu davetlerdeki hizmetinden memnun değildi. Nihayet bir gün son sözünü söylemekten çekinmedi:

– Artık ben misafir falan istemiyorum. Senin dostlarının çayını hazırlamaya da mecbur değilim!

Sakin ve edebli bey, her zamanki gibi sesini çıkarmadan düşünmeye başladı. Kendi kendine söyleniyordu:

– Benim dostlarım kahve dostu değil ki. Her biri İslâm’a hizmetten başka derdi, meselesi olmayan kültürlü insanlar. Bunlarla bir araya gelmek, şöyle bir çay sohbetinde meselelerimizi konuşmak bir eğlence değil, bir hizmettir. Ne var ki bu hanımın hizmetle, misafire ikramın sevabıyla hiç alâkası yoktur. Rabbim bana sabırlar ihsan eyle!..

Biricik kızı Mümine ise babasının hüznünü yüzünden okuyordu. Hemen atıldı:

– Babacığım, neden üzülüyorsun? Anneme bakma sen. Misafir ağabeyleri her zaman çağırabilirsin. Senin bütün hizmetlerini tek başına ben görebilirim. Çayını da, hattâ gerekirse sofranı da ben hazırlayabilirim!

Baba, çok etkilenmişti. Zaten çok sevdiği biricik kızını, daha da çok sevmeye başladı. Artık misâfirlerini rahatça davette bulunabiliyor, anneye rağmen küçük hanımın üzerine düşen hizmette hiç de kusur etmediği görülüyordu. Zamanında gelen berrak çaylarını yudumlarken de hizmetlerini konuşabiliyorlardı. Ne var ki Anne malum tutumunu yine devam ettiriyordu:

– Senin misafirlerinden de bıktım! Sana ne falan öğrencinin perişan oluşundan, filanların hizmete muhtaç halde bulunuşundan. Çivisi çıkmış dünyayı sen mi ıslah edeceksin? Sen kendine bak, kendi işinle, gücünle meşgul ol!

Hep sabır içinde şükreden bey, bir gün Eskişehir’den İstanbul’a gitmek zorunda kalmıştı. Arabasına hanımı ile kızı da bindiler. Yolda Cumayı münasip bir yerde edâ etmeyi düşünüyordu. Ne var ki, hanım yine itiraz etti:

– Cumayı yolda kılmaya mecbur değilsin. Hızlı git, İstanbul’da kıl!

Bu yüzden hızla yol alırken ansızın önlerine çıkan bir demir kasalı kamyonun altına girmezler mi! Tabii her şey bitmiş, her üçünün de hayatları sona ermişti. Haber duyulduğunda dostları koşuşmuş, ama ilahî takdiri kimse değiştirememişti.

Her üçünü de defnettikten sonra masum bir yakınları bunları rüyada gördü. Öyle bir rüya ki, tesirinden bir türlü kurtulamayıp bir maneviyat büyüğüne şöyle anlattı:

– Bey, hanımı ve kızı ile hacca gidiyorlardı. Sınır kapısına vardıklarında pasaport kontrolü başladı. Bey ile kızının bütün muameleleri gözden geçirildi. Eksik yoktu. Geçin, dediler. Hanımınkini kontrol ettiklerinde:

– Bu hanım bu pasaportla hacca gidemez! Geri çevirin! dediler. Hanım feryadı bastı:

– Ne münasebet! Biz bir aileyiz. Muâmelemiz aynı. İşte bu, beyim, bu da kızım. Bizi ayıramazsınız!

Cevap kesindi:

– Hayır! Senin muamelen onlarınkinden ayrı yapılmış. Sen giremezsin, çekil geriye bakayım.

– Bu rüyanın tevili ne ki? diye sorulduğunda maneviyat büyüğünün cevabı şundan ibaret oldu:

– Evladım, bunun tevile ihtiyacı yok ki, rüya açık!

O günden bu yana bu olay ürperti ile anlatılıyor, ibretle dinleniyor. Bilmem size de bir şey söylüyor mu?

Kaynak: Yeni aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst