Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Türk El Sanatlari

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Çeşm-i Bülbül

"Çeşm-i Bülbül" tarih içindeki ve günümüzdeki önemi, yaratılışında kullanılan özel camcılık teknolojisine kadar uzun işlemler ve en önemlisi yaratıcılık gerektiren bir üründür. Kimliğini oluşturan ince ve renkli cam çubukların yüksek ısıda eriyip, su gibi olmuş camın içine yerleştirme işlemidir. "Dönerek burulan" çizgiler, tamamen o cam formu biçimlendiren ustanın hünerini ve üslûbunu yansıtmaktadır. Kanıtlar Osmanlı cam endüstrisinin İstanbul merkezli geliştiğini göstermektedir. Kaynaklar, dönemin başkentindeki Eğrikapı, Eyüp, Balat, Ayvansaray, Bakırköy, Beykoz, Paşabahçe, Çubuklu ve İncirköy mevkilerinde çok farklı çeşitlerde cam üretimi yapan cam atölyelerinin bulunduğunu göstermektedir.

AKSE.BLIK.003.jpg




Bu cam yapım merkezlerinde üretilen cam ürünler dışında, ayrıca başta farklı pazarların zevkine uygun olarak üretim yapılan, 13. yüzyılın en büyük cam ihracat merkezi Venedik olmak üzere çeşitli ülkelerden cam ithalatı da yapılmıştır. O dönemde Venedik'te bir Türk ticarethanesi de bulunmaktaydı. Venedik'te özellikle Türk pazarı için üretilen camın ithalatı 1716'da dönemin padişahı tarafından yasaklanmıştır ancak 1700'lerden itibaren başka bir merkezden, Bohemya'dan cam ithalatı devam etmiştir.




Ayrıca I. Mahmut döneminde Fransa'dan cam ustaları getirtildiği, Mehmet Dede ismindeki bir Mevlevi Dervişi'nin III. Selim döneminde cam yapım tekniklerini öğrenmek üzere İtalya'ya gönderildiği bilinmektedir. Söylenildiği üzere, söz konusu Mevlevi usta Beykoz, İstanbul'da bir atölye açmıştır ve çalışmaları arasında en popüleri Çeşm-i Bülbül olmuştur. 1899'da Saul Modiano adındaki bir Yahudi Levanten tarafından bugün eski Paşabahçe cam fabrikasının bulunduğu yerde 'Fabbrica Vetrami di D. Modiano, Constantinople' etiketli ürünler üreten, 1902 yılı itibariyle 500 kişiye iş imkanı sağlayan bir atölye kurulmuştur.

Çeşm-i Bülbül

Çeşm-i Bülbül filigrano tekniğine verilen Türkçe isimdir. Diğer filigrano teknikleri dünya çapındaki çeşitli cam merkezlerinde bilinmektedir. Anadolu atölyelerinin çıkardığı bir üründür. Bu teknik, modern cam endüstrisinin ilerlemiş yöntemlerinin bile geleneksel ustaların çalışmalarını geçemediği bir tekniktir.


Çeşm-i Bülbül son derece kalifiye bir tekniktir. Ürünün oluşumundaki her bir etap titiz bir şekilde yerine getirilmeli ve çok kısa bir zamanda bitirilmelidir. Teknik, genel olarak farklılık göstermeyebilir ama her bir ustanın ona yaklaşımı, yani tarzı farklı olacaktır. Bu teknik asla hata kabul etmez. Hata yapıldığında düzeltmek neredeyse imkansızdır, bu nedenle camı yapmak için ortaya konan kuralların her biri büyük bir kesinlikle yerine getirilmelidir.



Teknik şu şekilde işlemektedir;

*Demir bir çubuk, yani pipo, fırında eriyik halde bulunan cama daldırılır.
*Pipo bütün camı toplamak için döndürülür.
*Cam potadan ayrılır ve ocak dışında şekillendirilir ve soğutulur.
*Bu aşamada biraz daha soğuk olan toplanmış cam, düzenli şekilde bir araya getirilmiş renkli cam çubuklar ile hazırlanan bir kalıba sokulur ve üflenir, çubuklar cama yapışır.
*Oluşturulan form tekrar potaya götürülerek cam çubukların tamamen yapışması sağlanır.
*Ürüne son şekli kalıp içinde verilir, bu aşamada gerekli olan döndürme işlemi elle yapılır. Bu son derecede büyük bir yetenek gerektiren bir işlemdir.
*Biten ürün soğutulur ve metal çubuktan ayrılır.

Alıntı
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
a_telkari.jpg


"Tel ile yapılan sanat" olan Telkariye, aynı zamanda "vav işi" de denir. Bu isim Osmanlıca vav harfinin, uygulamada motif olarak sıkça kullanılmasından dolayı verilmiştir. Ayrıca bu sanata "çift işi" diyenler de vardır. Bu ismin kaynağı ise, işin yapımı sırasında parçaların teker teker biraraya getirilmesinde kullanılan cımbıza benzer ancak uç kısmı daha ince olan ve "çift" olarak isimlendirilen alettir.

10.jpg


Telkari ustası, kullanacağı telleri kendi atölyesinde ham maddeden elde eder. Ocakta kap içersinde eritilen maden çubuk haline getirilmek için kalıba dökülür. Maden olarak genellikle gümüş veya altın kullanılır. Yapılacak işin şekline göre çubuk döküm üzerinde genişten dara doğru delikleri olan çelikten yapılmış haddeden geçirilir. Haddenin geniş tarafından sokulan tel diğer taraftan çekilerek uzatılır ve aynı zamanda incelir. İşlem esnasında sertleşir, tavlanır ve bir süre (kor haline gelinceye kadar) bekletilir ve daha sonra balmumuna daldırılır. Usta bu işlem esnasında manda derisinden yapılmış, üzerinde madeni halkalar olan kalın bir kuşak bağlar. Kol gücü yetmediği zaman madeni bu halkalara takar ve beden gücünü de zaman zaman kullanır. Bu yorucu çalışma başlangıcında 0.5 cm. olan gümüş, işlem sonunda 1 mm.'lik ince bir tel haline gelir.

1.jpg


Her telkari işi iki ana kısımdan oluşur. Birincisi; işin ana iskeleti olan "muntaç", diğeri ise muntaç içine yerleştirilmiş vav, kake, tırtıl, gül, dudey vb. adlarla anılan her biri farklı biçimde olan motiflerdir. Çalışmaya muntaç yapımıyla başlanır (ana iskelet), muntaçın tel kalınlığı motiflerin tel kalınlığının iki katıdır. Daha sonra ara boşluklar sabır ile doldurulur. Tezgah olarak ceviz ağacından kesilmiş düz bir satıh kullanılır. Titizlik ve sabır isteyen bu çalışma esnasında motifler hazırlanır. Birleştirme işlemi en zahmetli kısmıdır zira milimetrik tellerin kaynakla birleştirilmesi işlemi çok zordur. Bunun için önce, ayarı belli bir ölçüde düşürülen gümüş, eğelenerek küçük tanecikler halinde bir güderi parçası içine toplanır. Eğelenmiş gümüş bir kaba konur ve içersine toz boraks katılır. Suya daldırıldıktan sonra amyant üzerine yerleştirilen ana iskeletin her parçası bu gümüş-boraks karışımı ile kaynak yapılarak birleştirilir. Motif yerleştirme işlemi kaynakla yapılır.

2.jpg


Telkariden yapılan işler çok çeşitlidir. Tütün kutusu, sigara ağızlıkları, aynalar, tepsiler, kemerler. Bu sanatın kaynağının eski Mısır olduğu sanılmaktadır. Yurdumuzda ise en önemli telkari merkezi Mardin'in Midyat ilçesi olmuştur.

Yapılan eserlerin üzerine imza ve tarih atma zorluğu olduğu için değerli ustaların kimliklerini çözmek çok zordur. Ancak; düz çalışmalarda eserin bir kenarına çelik kalemle imza atılır.

3.jpg


6.jpg


5.jpg


7.jpg


8.jpg


11.jpg


13.jpg


9.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
TOPRAK ÇÖMLEK ÜZERİNE DERİ İŞLEME SANATI


Toprak kapların deri ile süslenmesi, görünüşüne kazandırdığı estetik değer yüzünden, pazar değerini artırmaktadır.

Önceleri sade toprak kap olarak fazla çekici gelmeyen bu kaplar, üzerine deri işlendikten sonra hediyelik eşya olarak çok beğenilmektedir.

Bu dersimizde turistik ve hediyelik eşya olarak pazar değeri yüksek olan, toprak çömlek üzerine deri işleme sanatının ne olduğunu ve nasıl yapıldığını göreceğiz.

TOPRAK ÇÖMLEK ÜZERİNDE DERİ İŞLEME NEDİR?

Toprak kaplar üzerine yapılan deri ile süsleme, kaplara estetik bir görünüş kazandırmakla birlikte, pazar değerini de artırmaktadır.

Avanos’ta 1991'den beri uygulanan bu teknik, çalışanlara da yeni imkanlar sağlamıştır.

İlk önce erkek çanak ustaları tarafından uygulanan sanat, şimdi yaygınlaşmış ve %80 kadınlar tarafından yapılmaktadır.

Image687.gif


Resim 1. Toprak çanak.

TOPRAK ÇÖMLEK ÜZERİNE DERİ İŞLEME NASIL YAPILIR?

Gerekli malzemeler:

Davul derisi (keçi-koyun)

Meşin

Keçi veya dana derisi sırımı

Boncuklar (tahta, cam, plastik)

Kumaş boyası

İspirto

1 m. boyunda 5x5 ebadında tahta çubuk

Fırça (3 numara-kabı boyamak için) 2 adet renk vernik için

Plastik boya (kabı boyamak için)

Saçak ipi (pamuklu 2 m.)

Ağaç tutkal (deriyi yapıştırmak için)

Makas

Bally yapıştırıcı (sırım için)

Cam cila

Boya hazırlamak için kaplar

Şişe kapağı veya demir para

Toprak kaplar

Zımpara kağıdı

2-3 numara sulu boya fırçası

a) BOYANIN HAZIRLANMASI

- İspirto veya suda eriyen, piyasada mevcut iplik veya kumaş boyası alınır.

- İspirtoda eriyen boyadan 1 It. ispirtoya, suda eriyen boyalardan 1 It. suya 3 çay kaşığı konularak iyice erimesi sağlanır.

- Bu ölçüde hazırlanmış boyayla 20 tabaka deri boyanabilir.

- Deri boyamada kullanılan ana renkler; kırmızı, sarı, yeşil, mor ve siyahtır.

DERİNİN HAZIRLANMASI (Yumuşatılması)

Tabaklanmış koyun ve keçi derisi (davul derisi) alınarak, incelik kalınlığına göre musluk suyu ısısında, uygun kaplarda 15 dakika ile 2 saat arasında yumuşatılır.

Image688.gif


Resim 2. Derinin hazırlanması (yumuşatılması).

DERİNİN BOYANMAYA HAZIRLANIŞI

Fazla suyu sıkılan deri, 5x5 çapındaki tahta çubuğa ince pliler halinde sarılır. Çubuk dolana kadar 3-4 deri sarılabilir. Deriler saçak ipi ile yukarıdan aşağıya verev olarak sarılır. Açılmaması sağlanır.

d) DERİNİN BOYANMASI

- Boyama için 3-4 numara sulu boya fırçası kullanılır.

- Zevke göre seçilen boyalarda, renk uyumuna dikkat etmelidir.

- Boyama bittikten sonra, boyanın, kıvrımların arasına dağılması için bir kağıdın üzerinde güneşsiz ortamda bir süre bekletilmelidir.

- Çıkan desene ve yapıştırılacak olan toprak kabın şekline göre, deriler kesilir.

Image689.gif


Resim 3. Derinin boyamaya hazırlanışı.

e) ÇANAĞIN RÖTUŞLANMASI

Derinin çanağa muntazam yapışmasını sağlamak için, çanağın pütürleri zımpara kağıdı ile düzeltilmelidir.

f) DERİNİN ÇANAĞA YAPIŞTIRILMASI

Boyandıktan sonra çanağın büyüklüğüne, şekline ve çıkan desene uygun olarak kesilen derilerin arka yüzüne tutkal sürülür.

- Elle kenarları gerdirilerek, çanağın uygun yüzüne yapıştırılır.

- Yapıştırıldıktan sonra, yarım saat süreyle kurumaya bırakılır.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Erken Devir Türk Halıları

Halılar Üzerine İlk Araştırmalar


Halılar üzerine ciddi araştırmalar, 113 yıl kadar önce 1891'de Viyana Halı Sergisi kitabı'nın yayınlanmasıyla başlamış olup, bu kitapta bazı eski halılara adeta dini bir önem verilmiştir. 1891'de K.K.Österreichischen Handels-museum bu sergiden üç ciltlik folio yayınlamış, bazıları renkli olarak en mühim parçalardan 100 levha ile resimlendirilmişsin Katalog Der Ausstellung Orientalischer Teppiche, A. Riegl. Bu eseri 1907'de bir ek cilt, 1908'de Martin'in Halı Tarihi(1) ve nihayet 1911'de Münih sergisinin büyük kitabı takip etmiştir. Martin'in çok pahalı, büyük ve kıymetli kitabı, bir sıra ciddi kitapların gittikçe artan sayıda yayınlanmasına yol açtı, teşvik etti. Ayrıca çeşitli dergilerde yayınlanan yüzlerce makale, halı sanatını ilmi bir saygı havasına soktu.

Daima Türkler 'in yaşadığı ülkelerde ortaya çıkan halının tarihi, sıkı sıkıya Türkler' e bağlı olduğu gibi, Büyük Selçuklu Sultanlığı devrinde kurulan devletlerle, bunun tekniğini önce İslam alemine, sonra bütün dünyaya tanıtan da Türkler olmuştur. Bununla beraber, Büyük Selçuklulardan halı kalmamış, Anadolu Selçuklularımdan gelen Konya halıları yirminci yüzyıla kadar gelişen halı sanatının temeli ol'muş, yedi asır boyunca Türk Halı Sanatı aralıksız, daima yeni tiplerin yaratıldığı parlak bir gelişme göstermiştir.

Pazırık Kurganında Bulunan Halı



pazirikhalisimr5.jpg


Altaylarda beşinci Pazırık kurganında buzullar içinden çıkarılan en eski halı Asya Hunları bölgesinden gelmektedir. Aslında bunun bulunduğu yer kürk ve hayvan postunun kullanıldığı, hâkim olduğu bir bölgedir. Asya Hunları bu motifleri maden eserlerinde de değerlendirmişlerdir. Buna karşılık iç geniş bordürde görülen rengeyikleri, bu bölgenin faunasına girmektedir.

Beşinci kurganda bulunan bu halı inanılmaz inceliği, yüksek kalitesi, motiflerinin zenginliği ve özellikleri ile dikkati çeker. Buzul haline gelmiş bir kurgan odasında, mumya'lanmış ölü at, dört tekerlekli araba ve diğer ev eşyaları arasında bulunan bu halı, ilk defa 1953'te yayınlanarak çok geniş ilgi uyandırmış, daha sonra etraflıca tanıtılmıştır. Halı 1.89x2 m. boyutlu ve çok ince yünden (iplik) yapılmış olup, 10 cm2'de 36.000 Gördes düğümü ile inanılmaz ve daha sonraları erişilmemiş bir ustalık eseridir. Halı, süvari figürlerinden geniş bordur, geyik figürlerinden ikinci geniş bordur, grifonlar dan bir iç ve bir dış dar bordur, zeminde 24 kare halinde haçvari çiçeklerden, kırmızı zemin üzerine beyaz, sarı ve mavi renklerin hâkim olduğu dama tahtası'na benzer bir örnek göstermektedir. Rudenko, kurgandaki eşya ile halıyı İskitlere mal ederek MÖ 5. yüzyıla tarihlendirmiştir. Daha sonraki yayınlarda Ghirsman ve Bussagli, MÖ 4-3. yüzyıllara koymuşlar, nihayet Mongait, birçok araştırmacının MÖ 3. yüzyıl ile İsa'nın doğumu arasındaki yıllara tarihlendirmeyi uygun bulduğunu belirtmiştir. Daha sonra J. Zick-Nissen ise, halının MÖ 5. yüzyılda Susa ve Frigya arasında herhangi bir merkezde yapılabileceğini, sanat geleneklerinin Kuzey Batı İran'ı işaret ettiğini ileri sürmüştür. Bununla beraber, ölülerin gömülmesi âdetleri, mumyalanmış ölülerin tipleri ve Altay bölgesinin tarihi ile komşu kurganlarda çıkan diğer eserler karşılaştırılınca, halının Asya Hunları'na ve MÖ 3-2. yüzyıllara mal edilmesi akla yakın gelmektedir.

Doğu Türkistan'da Bulunan Halılar



pazirikhalisi2hn2.jpg


Rudenko 'nun Pazırık halısını keşfinden 45 yıl kadar önce Aurel Stein 1906-1908'de Doğu Türkistan'da Lop Gölü batısında Lou-Lan'da 3 ve 4. yüzyıllardan kalma düğümlü halı parça'larını bulmuştu. Bunlar sert, kalın ve boyanmamış yünden bükülmüş ipliklerden tek argaçlar üzerine düğüm atılıp bazen beş sıra arış geçirilerek hazırlanmıştır, üç çeşit sarı, koyu mavi, kırmızı, mat yeşil ve kahverengi'den canlı ve parlak renkler baklavalar, şeritler ve çok stilize çiçeklerden ibaret basit örnekleri meydana getirmektedir. Bu parçalar, şimdi Londra'da British Museum'da ve Hindistan''da Yeni Delhi Müzesi'nde saklanmaktadır.

Bundan birkaç yıl sonra 1913'te Avon Le Coq, Turfan araştırmalarını yaparken Kuça' nın batısında Kızıl'da diğer bir düğümlü halı parça'sı bulmuştur.

16 x 26 cm. boyutlu parça yine sert, kalın boyasız yünden bükülmüş ve arış'larla tek argaç üzerine düğümlü fakat ayrıca bir atlamalı argaçlar üzerine ince yün iplik düğümlerle zenginleştirilmiş bir tekniği vardır. Kırmızı zemin üzerine siyah konturlu sarı renk'te bir kıvrık dal veya ejder kuyruğunu andıran örnek canlı renklerle belli olmaktadır. Bu parça şimdi Berlin İslam Sanatı Müzesi'nde olup, 5. ve 6. yüzyıllardan kaldığı kabul edilmektedir. Doğu Türkistan, daha çok keçe örtülerin kullanma bölgesi ve keçenin hâkim olduğu yerdir.

Fustat'ta Bulunan 9. Yüzyıl Abbasi Devri Halıları



fustathalirr8.jpg


Halı sanatı daima Türklere bağlı olarak, on'ların oturduğu bölgelerde gelişmiştir. Düğüm tekniği Abbasiler (Samerra) Devrinde Orta Asya'dan batıya getirilmiş ve bundan sonra Selçuklu Türkleri' nin hâkimiyeti ile önce İslam dünyasına ve daha sonra diğer bölgelere yayılmıştır.

Bununla beraber, Büyük Selçuklular devrinden hiçbir halı kalmamıştır. Anadolu Selçukluları'nın merkezi Konya'da bulunan bir grup halı "Konya Halıları" adı ile bu devirden kalan eserleri temsil eder. Bu halılar daha sonraki halı sanatının gelişmesinde elde tutulabilir ilk örnekleri meydana getirir.

Abbasi'lerin merkezi Samerra' nın (m. 838-883) Türk muhafız birlikleri için kurulmuş bir şehir olduğunu düşünürsek, 9. yüzyıl erken Abbasi Devri halı sanatı ile kolayca bağlantı kurabiliriz. Tek argaca düğüm ile iki halı parça'sı Lamm tarafından Fustat' ta bulunmuş ve yayınlanmıştır. Her iki parça tek argaçlar üzerine sıralanmış kısa yün ipliklerle Doğu Türkistan''da bulunan halı parçalarının tekniklerini andırmaktadır. Bundan başka, baklavalardan meydana gelen geometrik kompozisyonları da tamamıyla Türk halılarındaki örneklere uygundur.

Lamm tarafından Fustat' ta (eski Kahire) ele geçirilip Stockholm müzelerine mal edilen bu iki küçük parça halı, Samerra üslubu için karakteristiktir. Bunlardan biri kızıl kahverengi zemin üzerine, koyu mavi, yeşil ve devetüyü renklerden meydana gelen, kaydırılmış ekse' ne göre sıralanmış iç içe iki altıgen yıldızlardan bir örnek gösteriyor. Zeminle arasında sınır bulunmayan geniş bordur büyük baklavaları çevreleyen küçük baklavalardan ibaret olup, üç şerit halinde dar bir dış bordürle kavranmıştır. Bu parça halı 29 x 32 cm. boyutludur.

30.5 x 13 cm. boyutlu diğer parça halı da baklavalardan oluşan geometrik bir örnek göstermekte olup, aynı renklere ilave olarak az kırmızı vardır.

Bu parçanın ilgi çekici bir özelliği, Doğu Türkistan'dan gelen birçok erken halılarda da görüldüğü gibi, düğümlerin ters taraftan yapılmış olmasıdır ki bu belki halının kaymasını önlemek veya soğuğa karşı korunmak içindir.

Fustat' ta bulunan diğer küçük halı parçaları da, Abbasi devrine mal edilir. Bunlar arasında Kahire Arap Müzesi'nde bulunan kufi kitabeli iki parçadan biri, büyük bir ihtimalle 202 (817-818) tarihlidir. Kufi kitabeli üçüncü parça, Washington Textile Museum'dadır. İsveç koleksiyonunda bulunan diğer parçalarla birlikte Lamm tarafından yayınlanan bu halılar Abbasi Devri örnekleri olarak görülür. Bunlar Doğu Türkistan'da bulunan İslam öncesi halılar ve İspanya halıları gibi tek argaç üzerine düğümlü halılardır. Düğüm tekniği bakımından Doğu Türkistan'da bulunan parçalarla benzerlik, bunların Türk menşeine bağlılığına işaret edebilir. Fustat' ta bulunan diğer ilgi çekici parça'lar, New York Metropolitan Müzesi'ndedir. Bunlarda kırmızı zemin üzerine dantelli süsleme, üçgenler ve daireler şeridinden mavi, sarı, yeşil ve kahverengi bir örnekle koyu mavi zemin üzerine sarı kufi harflerden bir bordur vardır. Kufi harfler Abbasi parçalarından daha gelişmiş haldedir. Bunlar belki Tolunlular, Ahşitler veya Fatimiler devrine girer. Bu Fustat parçalarının Mısır veya Eyaletten (Irak, Mezopotamya) ithal işi mi olduğunu tayin zordur. Fakat her iki halde de Türkler ile ilgisi olduğu'nu kabul etmek gelişmeye göre akla yakın gelir.

Taberi, Belâzurf Ibn el-Fakih gibi tarihçiler ve islam kaynaklarına göre Ubeydullah bin Ziyad 674 yılında Buhara seferinden dönerken, beraberinde 2000 okçudan ibaret bir Türk grubu getirerek Basra'ya yerleştirmiş, Arap'larla karışmamaları için özel bir bölge ayrılmış, buraya Buhara' lılar Caddesi denilmiştir. Fakat Emeviler Devri'nde İslam Devleti hizmetinde çalışan Türkler' in sayıları çok az olmuş, bunlar da genellikle askeri maksatlarla kullanılmıştır. 746'da Horasan'da başlayan Abbasi ihtilal hareketi ile Emeviler' in yıkılması ve hilafet makamını Abbasiler' in ele geçirmesinde Türklerin rolü olduğu anlaşılmıştır. Ebu Müslim'in Horasan'daki faaliyetleri esnasında onun güvendiği adamlarından biri olan ve Ta-beri'de adı geçen Tarhan el Cemmâl adından anlaşılacağı gibi, aslen Türk'tür. Halife Mansur'un yuvarlak Bağdat şehri kurulduğu zaman, Horasan birlikleri için kışlalar yapıldı. Yakubiye göre Halifenin ikta verdiği önemli kumandanlardan biri Mübarek el Türki idi. Bağdat'ın kurulmasında görev alan diğer bir Türk, Taberi'de adı geçen Hammad el-Türki, Mansur'un yakın adamları arasında bulunuyordu. Abbasi'lerin ilk devirlerinden başlayarak Türklere itimad göstermeleri, İkd el Ferid'de kaydedilen bir rivayetten de anlaşılmaktadır. Buna göre Halife Harun el-Reşid, saray muhafızlarını Türklerden meydana getirmiştir.

Halife Memun, Bağdat'a gelip (819) yer'leştikten sonra, Türkler Hilâfet ordusu safları'na alınmıştır. İbn Hurdabih'e göre, Horasan''dan gönderilen 2000 kadar Oğuz Türkü (Guziya) arasında Memun'un kumandanlarından folun davardı. Sonraki yıllarda onun oğlu Ahmed Ibn Tolun, Mısır'da Tolunlular Devletini kurmuştur. Zamanla Halife Memun'un ordusunda Türklerin sayısı ve nüfuzu artarak, Türk kumandanlar halife yanında seferlere katılmış, isyanların bastırılmasına memur edilmişlerdir. Afşin, Aşnas ve Boğa el-Kebir bunlar arasında tanınmış Türk kumandanlarıdır.

Mutasım, Türk birliklerinin desteği ile halife olunca, Türkler, devletin idaresine hâkim olmuşlar ve böylece yarım asır süren "Samerra Devri" (838-883) başlamıştır. Çeşitli kaynak'lını incelenmesinden, bu zamanda Türk askerinin sayısı 25.000 oluyor ve bunlar aileleri ile birlikte, Yakut'a göre 70.000'i buluyordu. Samerra' nın kurulmasına sebep olan Türkler, şehrin en güzel yerlerinde aileleri ile oturuyorlardı. Afşin, Aşnas, Hâkân, Urtuc, Vasıf ve İhak gibi Türk kumandanlarına halife ayrı ayrı arazi tahsis edip, maiyetleri ile birlikte yerleşmelerini sağlamıştı. Böylece Emeviler' in başlangıcından itibaren askeri maksatlarla İslam Devleti bünyesin'de görevlendirilmeye başlanan Türkler, Abbasiler Devri'nde kumandanlık ve valilik gibi yük'sek mevkilere çıkmış, Halife Memun ve Mutasım ile devletin askeri kadrolarının sayıca ve nüfuz itibarı ile en kudretli unsurunu meydana getirmiştir. Kısa zamanda sayıları 30.000'e varan Türk birlikleri özel olarak ipekli elbiseler ve sırma kemerlerle göze çarpıyor ve bunlara geldikleri bölgenin beyleri veya asilzadeleri kumanda ediyor, asla yabancıların idaresine girmiyorlardı. Kendileri için kurulan Samerra'nın inşa faaliyetini de Türk kumandanları yürütüyordu. Samerra'da mimari gibi, hayat da Türklerin alıştığı şartlara uygun olup, onlar kendi eşyalarını ve çadırlarını da aileleri ile bir'likte getiriyorlardı. Bunlar arasında pek tabii halılar da bulunuyordu. Daha önce 7, yüzyılın son çeyreğinde ve 8. yüzyılda gelen Türkler, ilk defa halıyı iklim bakımından alışık olmayan ülkeye getirerek tanıtmışlardır. Sıcak çöl iklimi, aslında halıya hiç uygun gelmeyen ve daha önce bunu tanımayan insanların yaşadığı bir yerdir. Abbasiler 'den kalan ve Fustat 'ta bu'lunmuş halı parçalarının Türklerin bu bölgelere gelişinden sonraki tarihlere rastlaması da bunu açıkça belirtmektedir.


fustathayvanfigurac0.jpg

"Bin bir Gece Masallarında sözü edilen Uçan halı, o zamanlar Türkler tarafından getirilerek çok hayranlık uyandıran halıyı tanıdık'tan sonra ona böyle sihirli vasıflar verilmesi sonunda masallara konu edilmiştir
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
oarma.jpg


Tombak

18. yüzyılda ekonomik nedenlerle altın ve gümüş eserlerin yapımının azalması, altın görünümlü tombakların çoğalmasına neden olmuştur. Tombak, altın-civa karışımı ile kaplanmış bakır ve bakır alaşımı eşyanın genel adıdır. Osmanlı maden sanatında bakır ve bakır alaşımı pirinç, günlük yaşamda ve dinsel yapılarda kullanılan eşyalarda, askeri techizatta, mimari süsleme elemanlarında yaygın kullanım alanı bulmuştur. Osmanlı maden sanatının erken dönemine ait örnekler askeri teçhizattır. 15. yüzyılda form ve süslemelerde Memlûk etkisi görülürken, 16. yüzyıl başlarında klasik Osmanlı üslubu şekillenmiştir.


dekorb_7.jpg

Bakırların üzerinde çeşitli damga ve kitabelere de rastlanmaktadır. Topkapı Sarayı silâhhanesinde yapılan miğfer, at alın zırhı, kalkan gibi askeri techizat üzerinde Osmanlıların mensubu olduğu Kayı boyu silâh damgası kullanılmıştır. Özellikle saray mutfağında kullanılan kap-kacak üzerine kime ait olduğunu gösteren şahıs kitabeleri, cami ve türbelere vakfedilen eşya üzerine de çoğunlukla tuğra biçiminde vakıf kitabeleri yazılmıştır. Bazı tombak eserlerde de sahtekârlığı önlemek amacı ile vurulan "tonbak" damgasına rastlanmaktadır.


dekorb_3.jpg


Tombaklama tekniği

Altın ve gümüşün bir özelliği de civa içinde çözülebilmeleri yani sıvılaşabilmeleridir. Bu, civa ile altın karışımı sıvıya amalgam denir. Bu özellikten yararlanılarak gerçekleştirilen yıldızlama ya da Osmanlıca adıyla tombaklama tekniği ile çok sağlam ve düzgün bir kaplama elde edildiği için günümüze kadar kullanılmıştır.



dekorb_16.jpg

Tombaklama yapmak için "cam veya porselen bir kabın içinde" civa ve çok ince kıyılmış 24 ayar altın karıştırılır. Bu karışım "ahşap bir çubukla" karıştırılarak, altının civa içinde tümüyle çözülmesi yani sıvılaşması sağlanır. Daha sonra ince bir tülbentle süzülen sıvı alaşım yani amalgam kullanıma hazır hale gelmiştir. Altın kaplanacak eşyanın yüzeyi bütün oksit ve kirlerden temizlenip kurutulur. Tombak yapılacak yüzeye bir fırça, mantar parçası veya bez tampon ile amalgam yedirilerek sürülür. Tombaklanmış eşya, "küllenmekte olan odun kömürü ateşi" üzerine konularak veya düşük ısıda fırınlanarak civanın uçması sağlanır. (Bu safhada buharlaşan civanın solunması son derece tehlikelidir ve geçmişte bu mesleği yapan kişilerde hayati sorunlara yol açmıştır. Bu nedenle ustalık işteyen ve incelikleri olan bir sanattır) Geriye kalan altın yüzeye iyice sızmış ve yapışmış olduğundan, kaplama oldukça kalitelidir. Civa içinde 1000 ayar saf gümüş çözülerek gümüş tombaklama da yapılabilir
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
SECCADELER


5. yüzyıldan kalan ve bugüne kadar bilinen en eski seccadeler Türk halı sanatında ayrı bir grup halinde gelişmektedir. Bunlardan Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde (şimdi İbrahim Paşa Sarayı'nda) bulunan üç seccade, çeşitli renk ve kompozisyonları ile ilk örnekleri meydana getirmektedir. Bunların birbirinden tamamen farklı şekilleri, burada da Türk halı sanatının yaratma gücünü belli eder.

Bunlardan Sivrihisar Şeyhbahayusuf Tekkesi'nden 10 Kasım 1933'te gelen seccade, 1.28 x 3.11 metre ölçüsünde olup, koyu mavi zemin üzerine üst üste iki sıralı, uçları ok başı biçiminde sonuçlanan sade üçgenlerden, sekizer mihraptan iki sıra halinde on altı mihraptan ibaret bir saf seccade örneği gösteriyor. Kırmızı üzerine sarı renkte, ince kûfili bordur, iki yandan köşeli 'S' biçiminde mavi dar bordürlerle kavranmıştır. Mihrapların ortası, ayrı renkte dört kollu iki yıldızın düz ve çapraz olarak iç içe yerleştirilmesinden meydana gelen sekizgenlerle doldurulmuştur.


seccadexh3.jpg


Sivrihisar'dan aynı tarihte birlikte gelen diğer seccade, 1.30 x 5.20 metre ölçüsünde olup, beyaz zemin üzerine biri yeşil, diğerleri koyu mavi beş mihraplı saf seccadedir. Selçuklu halılarının bordürlerinde görülen kufi motifler, mihrap kompozisyonu olarak düzenlenmiş, bunların içi kandiller ve madalyonlarla dolgulanıp zenginleştirilmiştir. Alt kenarlarda ayak yerine sekizgen birer yıldız, köşelerde kancalı üçgenler yer almıştır. Kırmızı üzerine sarı veya mavi dört kollu rozetlerden ibaret, geniş bordur mihrapları da birbirinden ayırarak dolanmaktadır.

Konya Kılıçaslan Kümbeti'nden 31 Mart 1930'da gelen 1.29 x 0.86 metre boyutlu üçüncü seccade, diğerlerinden farklı olup, kahverengi tabii yünden bir zemine yukarıdan aşağı uzanan üç marpuç (şerit) arasında birbiri üzerine üç uzun altıgenden ibaret dolgular, mihrap kompozisyonunu meydana getirmektedir. Sarı üzerine yeşil ince kûfili bordur, marpuçların zemin rengi ile ahenklidir. Seccade'lerde görülen mor renk, 15. yüzyıl için karakteristiktir. Selçuklu halılarına nispetle, seccadelerin yünleri daha ince olup, arışlarda daha sık geçirilmiştir.


seccade1uj1.jpg


15. yüzyıl Anadolu seccadelerinin bir grubu, 16. yüzyıl sonlarına kadar hiç ara vermeden devam ederek oldukça zengin varyasyonlar göstermiştir. Bunlarda tezyini bir şeritle belirtilen sade üçgen mihrap nişinin alt kenarında sekizgen biçiminde ikinci bir küçük niş vardır. Sekizgen bazen yukarıda tekrarlanarak çift mihraplı seccadeler yapılıyor, bu niş baş aşağı da konabiliyor.

Bu sekizgen girinti (anahtar deliği girintili köşe) olarak belirlendiği gibi (John Milis) Enderlein abdest şadırvanı ile su kanalı, Charles Grant Ellis ise Çin ejder kaftanların da ibadet edenin sembolik olarak yükseltilmiş zeminde durduğu stilize dağ olarak görmektedir. Aslında mihraba sembolik bir girişten başka bir şey değildir.

Berlin İslam Eserleri Müzesi'nde biri iri palın et biçiminde değişik mihraplı bir Memlûk seccadesi, biri 15. yüzyıl sonundan, diğeri 16. yüzyıldan iki Anadolu seccadesi vardır. Bu çeşit seccadelerin tasvirleri Avrupa ressamları'nın tablolarında 1469'dan başlayarak 1562'ye kadar görülmektedir. Daha sonra 17. yüzyıla kadar Hollanda ve İtalya tablolarında sadece çift nişli seccade tipleri olarak tasvir edilmiştir.


seccade2us0.jpg


Bu çeşit Bellini tipi ve benzeri seccadeler az sayıda Batı Avrupa'ya ihraç edilmiştir. 1490-1520 arasında Venedik ve diğer Kuzey İtalya resimlerinde oldukça sık, daha sonraları 1550'ye kadar nadiren görülür, ilk örneklerden biri Gentile Bellini'nin Londra National Gallery'de bulunan resminde görülmektedir ki, bu Giovanni Bellini'nin 1507 tarihli resminde tasvir edilen seccadenin hemen tam benzeridir. Münih galerisinde bulunan Giovanni Bellininin bu 1507 tarihli Venedik Doc'u Loredan tablosunda masanın ayakları altında böyle bir seccade serilidir. Berlin İslam Sanatı Müzesi'nde bulunan bir seccade bunun tam benzeridir. Düz üçgen mihrap altta içeriye doğru sekizgen bir girinti meydana getiriyor. Ortada büyük bir madalyon ve yukarıdan aşağı sarkan bir kandil motifi ile kufi bordur, kompozisyonu tamamlıyor.

15. yüzyıla giren bu şahane seccadeden başka, Berlin Müzesi'nde buna benzer kompozisyonda iki seccade daha vardır. Bellini' lerden başka Carpaccio, Lorenzo Lotto resimlerinde bu seccadeleri tasvir etmişlerdir. Berlin seccadesinin kufi bordürü 15. yüzyıl sonu, 16. yüzyıl başı kufiden bozma bordürlere uygun olup, ilk Lotto halılarında aynı şekilde görülmektedir.


seccade3ck2.jpg


Berlin Müzesi'nde 16. yüzyıldan kalan seccade ve mihrap tabanındaki sekizgen niş kancalarla süslü ince bir şerit halinde uzanmıştır. Açık kırmızı zemin üzerinde kandil, ilk örneğin aynı, ortada madalyon yerine sekiz uçlu yıldız vardır. Köşeli kıvrık dallardan değişik geniş bir bordur, üstten ve yandan eksik olup, kufi bordürün yerini almıştır. 16. yüzyıldan diğer bir örnek, Metropolitan Museum Ballard Koleksiyonu'ndaki seccadedir. Mihrap nişi hemen hemen Berlin'deki ilk örneğin aynı olmakla beraber, zemin süslemeleri zenginleştirilmiştir. Geniş bordur, köşeli kıvrık dallardan çıkan kancalar Lotus palmetler ve yapraklarla değişik bir örnek gösterir.

Mihrap tabanındaki nişin uzanmış şekliyle, orta madalyonu ve zikzaklı üçgen mihrabı, Berlin orijinalini hatırlatan diğer bir seccade bulut motiflerinden klasik Uşak bordürü ile 17. yüzyıla tarihlendirilebilir. Paris, Musee des Art Decoratifs koleksiyonları arasındadır.

Bellini tipi seccadeler İtalyan ressamları'nın tarihli tablolarında çeşitli şekillerde resmedilmiş olup, sağlam ipuçları vermektedir. Bunların en eskisi 1469 yılından sonraki tarih'lerden Gentile Bellini'nin Londra National Gallery'de bulunan "Meryem ve Çocuk İsa" tablosudur. Diğer örnekler V. Carpaccio'nun Venedik Accademia'da 1495 tarihli "Ursula' nın Vedası" tablosu ve devamı tarih sırası ile şunlardır Johanna Zick den aynen;

1507 L. Lotto, Trevizo yakınında S. Cristina altarı,

1507 Givanni Bellini, Venedik Doc'u Lore'dan Münih, V. Nemes,

1516 V. Carpaccio, Taht üzerinde Meryem Azizlerle, Capodistria Katedrali, ca/ 1519 B. Tisi (il Garofalo), Ferra Ludovico il Moro Sarayı, 1521 L. Lotto, Bergamo S. Sprito IV. Altar Meryem ve Azizler,

1523 L. Lotto, Azize Katarinanın Evlenmesi, Bergamo Carrera Kol.

1524 L. Lotto, Çifte Portre, evvelce Leningrad Gatchina, 16. yüzyıl son yarısı D. Dossi, Bambocciata, Floransa Uffizi,

1555 J. Bassano, Aziz Johannes'in başının kesilmesi, Kopenhag Kraliyet Sanat Müzesi,

1562 Portre, Padua Museo Civico'da dır.

Bu listeye göre Bellini tipi seccadeler, 15. yüzyıl sonuna doğru tablolarda görülmeye başlayarak, 16. yüzyılın son çeyreğine kadar değişik çeşitler halinde gelişmiş, daha sonra 17. yüzyıl başına kadar Hollanda ve İtalyan resminde yalnız çift nişli seccade tipleri olarak devam etmiştir.

Metropolitan Museum Mc Mullan koleksiyonundan gelen 1.8 ft. 10 in, w.5 ft. 3 in. boyutlu halı, kırmızı zemin üzerine karşılıklı iki sekizgen niş, ortada sekiz uçlu bir yıldız örneği gösteriyor. Koyu kahverengi bordur de kalın konturlu iri Çin bulutları arasında yer yer stilize çiçek motifleri vardır. Bu halı, biraz büyükçe bir seccade olmalıdır. Aynı koleksiyondan daha küçük bir halı, yine kırmızı zemin üzerine, bu defa mihrap biçiminde iki inişle karşılıklı sade üçgen, ortada iri bir madalyon, boşluklarda çeşitli süsleme motifleri gösteriyor. Bordur koyu kahverengi zemin üzerine, sarı, mavi ve beyaz konturlu kırmızı renklerle kuvvetle üsluplanmış köşeli çiçekler ve yapraklardan oldukça kaba bir kompozisyondadır.


seccade4gu6.jpg


İstanbul, Türk ve İslam Eserleri Müzesin' de aynı gruptan bazı seccadeler vardır. Bunlardan biri kırmızı zemin üzerine şema olarak Berlin deki orijinalinin benzeri bir mihrap nişi gösteriyor. Yalnız alttaki sekizgen girintinin içi madalyon yaprak ve çiçeklerle dolgulanmış, kandil uzun bir süs motifi haline gelmiş, orta'ya sekiz uçlu bir yıldız, bunun dört tarafına köşebend biçiminde motifler yerleştirilmiştir. Aynı köşebendler mihrap üçgeninin dış köşelerinde sarı zemin üzerinde tekrarlanmıştır. Köşe geçişleri çözümlenmemiş olmakla beraber, ince beyaz konturlu palmetlerin, renkleri alternatif olarak değişen çiçek dolguları ile sıralandığı bordur oldukça ahenkli bir kompozisyon gösteriyor, sağ kenarı yıpranarak kaybolmuştur. Aynı müzede kırmızı zemin üzeri'ne karşılıklı iki sekizgen nişle diğer bir seccade, ortada sekizgen madalyon etrafında küçük rozetler, yanlarda birer köşebend motifi ile dolu bir kompozisyon, sekizgen nişler içinde ve kenarlarda rozetlerden süslemeler gösteriyor. Geniş bordur, değişik renklerle kufi'den gelişen zarif motiflerle bir sıralama halindedir, bir dar kenarı kaybolmuştur.

Yine aynı müzede bu gruptan çok geniş bordürlü değişik diğer bir seccade, tek örnek olarak görünmektedir. Sarı renkli mihrap zemini çok küçülerek hayvan postundan gelişen dar ve uzun, kahverengi benekli bir niş haline gelmiştir. Altta, ucu yarım aylı baklava biçiminde bir girinti motifi var. İri palmet başlığa asılı uzunca bir çiçek dalı, kandilin yerini almış ve tepesine de dekoratif bir lotus tacı yerleştirilmiştir. Mihrap nişi etrafında bunu adeta bir bordur gibi kavrayan çok daha geniş zemin, koyu kahverengi üzerine Kafkas ejder halıları'nın bazı örneklerini hatırlatan çok renkli motiflerle doldurulmuştur.


seccade5zm2.jpg


Bordur tamamen belirsiz bırakılmış, adeta bordürle zemin birbirine karışmıştır. Bu grup seccadelerin son gelişmesi olarak Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde geç devirden diğer bir seccade dikkati çeker. Burada tepesi yarım ayla sonuçlanan merdiven biçiminde kırılmış bir mihrap nişi motifi, aşağıdan yukarı her biri değişik renkli olarak iç içe altı defa tekrar'lanmış, yanlardaki kare boşluklara yine değişik renkli birer madalyon yerleştirilmiştir. Bu garip seccadenin bordürü de küçük kareler içinde geometrik çizgiler halinde bir örneği tekrarlarken, sağ kenarda iri yıldızlarla alternatif olarak değişen bir kompozisyon görülmektedir.

Bu seccadenin değişik bir versiyonu, üst üste sıralanmış nişlerle Berlin İslam Eserleri Müzesi'nde bulunmaktadır.

Metropolitan Museum Ballard koleksiyonunda, bu gruptan bir geç devir seccadesi dana vardır. Burada kırmızı zemin üzerine sarı kırmızı kancalı baklavalar ve geometrik Rumilerle süslenmiş geniş kahverengi bir şeritle çizilen mihrap nişi, basık ve şişkin bir üçgen biçimini almış, alt kenardaki sekizgen girinti de buna uygun olarak genişletilmiş ve ortasına bir baklava madalyon yerleştirilmiştir.


seccade6bm2.jpg


Mihrap nişinin tepesinde yarım ay biçiminde bir alem, orta zeminde iri bir baklava madalyon, bunun alt yanlarında simetrik olarak yandan minberi sembolize eden bir kenar basamaklı iki geniş kahverengi üçgen, biri ortada yeşil, ikisi yanlarda mavi üç asılı kandil ile bu 18. yüzyıl seccadesi iyice zenginleştirilmiş bir örnek gösteriyor. Dış köşeler de ayrıca birer yeşil kandil motifi ile dolgulanmıştır.

Kahverengi zeminli geniş bordur, sarı ve kırmızı renkte köşeli kıvrık dallar, kuvvetle stilize Rûmi ve palmetlerden geometrize kaba bir örnek gösteriyor.

Bundan daha geç bir devirden diğer bir seccade, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesinde aynı grubun bozulmuş bir örneğini gösteriyor. Geniş bir şerit halinde basık üçgen mihrap nişi, alt kenarda yukarı doğru kıvrılarak içi karanfil dolgulu birer sekizgenle nihayetlenmekte, arası boş kalmaktadır. Bu ara boşluğa bir ibrik veya kulplu vazo motifi yerleştirilmiş, mihrap zemini iki sıra halinde simetrik, ters konulmuş manzaralı Kula motifleriyle doldurulmuştur. Tepede okunamayacak kadar silik bir kitabe vardır. Köşe dolguları (spandrels), stilize şematik çiçek ve yaprak motifleriyle süslenmiştir. Beyaz zemin üzeri'ne geniş bordur, renkli çiçekler ve goncalarla seccadenin esas örneğine yabancı bir üsluptadır.

Bugüne kadar bilinen bu grubun en geç seccadesi 19. yüzyıl ortalarından kalmış olmalıdır

Alıntı
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Osmanlı Devri Halıları





Beyşehir Eşrefoğlu Camii'nden Proto Holbein halı, 15. yy. Konya Mevlâna Müzesi


Hayvan halılarının çeşitli yerlerde meydana çıkarılması ve bunların Avrupalı ressamların tablo ve fresklerindeki halı tasvirlerine dayanarak, XIV. yüzyıl başından XV. yüzyıl sonu'na kadar 200 yıl içinde tarihlendirilmesi ile değerlendirme yolunu ilk defa Kurt Erdmann açmıştır.

Bu devirde geometrik dolgulu bölümler gösteren halıların da yapılmakta olduğu, yine tablolardaki halı tasvirlerinden anlaşılmaktadır. Bunlarda zemin karelere bölünmüş ve her karenin içi geometrik motiflerle dolgulanmıştır. Bunlar daha sonra Holbein adı ile tanınan halıların ilk basamakları olarak kabul edilebilir. 1451 ve 1460 tarihli üç İtalyan resminde tasvir edilen bu tip halıların üçü de kufi bordürlü olup, Berlin'de Rafellino del Garbo'nun son harpte yanmış olan tablosunda (15. yüzyıl sonu) kufi bordur örgü motifi haline gelmiştir. Buna benzer kufi bordürle diğer bir halı Floransalı ressam Lorenzo di Credi 'nin, Pistoia artarında (1478-1485) görülmektedir.

Hayvan figürlü halılar yanında, tablolarda görülen az sayıda geometrik motifi halılar, 15. yüzyıl ortalarında hayvan halılarının yerini almaya başlar ve yüzyıl sonunda hayvan halılarının hemen tamamen kaybolmasıyla geometrik motifli halılar hâkim olur. Bu halıların ilk örnekleri 14. yüzyıl başlarında Floransa ve Assisi ressamları tarafından tasvir edilmiştir. Assisi' de 14. yüzyıl başında Giotto ekolü, bir freskte böyle geometrik örnekli bir halı görülür. Floransa'da S. M. Novella'da bir freskde ve Pratoda S. Spirito' da diğer örnekler vardır. Fustatta bulunan halı parçaları arasında da benzer örnekler görülür.

15. yüzyıl ortasından başlayarak bu halılarda geometrik ve aslı anlaşılmayacak derece'de üsluplanarak geometrik şekle uydurulmuş bitki motifi kompozisyonlar hâkim olmaya başlar, ilk defa Piero deha Francesca' nın Rimini de, San Francesco'da 1451 tarihli freskinden az sonra Mantegnanın, Verona San Zeno Kilisesi'nde 1459 tarihli Meryem ve Çocuk Isa tablosunda böyle halılar resmedilmiştir.


osmnhlwa5.jpg

Fustat'tan parça halı. 14. yy. sonu, Stockholm, Nationalmuseum.


Riefstahl tarafından 30 Mayıs 1932'de Beyşehir Eşrefoğlu Camii'nde bir parçası keşfolunan halı, sonraları Holbein'in adı ile tanı'nan halı tiplerinin öncüsü olarak kabul edilebilir. Buradan Konya, Mevlana Müzesi'ne getirilen halıda koyu mavi zemin büyük karelere bölünmüş, ortalarına etrafı bir sarı, bir mavi şeritle çevrilmiş kırmızı renkte baklavaya yakın iri sekizgen madalyonlar yerleştirilmiştir. Karelerin köşelerini kesen çeyrek baklavaların birleşmesinden meydana gelen köşe dolgusu halindeki parçalı baklavalar da kırmızı renktedir. Baklavayı andıran büyük sekizgenlerin ortasında sarı bir rozetten dört tarafa çıkan saplar üzerinde üsluplanmış birer lotus vardır. Geniş bordürde koyu mavi üzerine açık mavi olarak kufiden gelişen köşeli süslemeler meandrı andıran şekilde karşılıklı kare bölümler halinde sıralanmıştır. Dar bordürlerde kırmızı zemin üzerine mor renkli çiçek motifleri iki yandan şematik sarı yaprakçıklarla kavranıp bir aşağı bir yukarı dönük stilize motifler halinde sıralanmıştır. Zemin ve bordürler açık kahverengi üzerine sarı kırık 'S' lerden ibaret bir şeritle sınırlanmıştır. Sonradan Holbein halıları adı altında toplanan halıların öncüsü olarak 15. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen parça halindeki halı, aslında 5 metreye varan uzunlukta büyük bir halıdan kalmıştır. 1969 yazında müzenin deposunda bulduğumuz diğer üç parça ile Riefstahl' ın getirdiği dört büyük kareden ibaret zemin 10 kareye tamamlanarak dört parça halinde kanaviçe üzerine bir araya dikilmiştir.

Kaydırılmış eksenler üzerinde sıralanmış sekizgen, altıgen ve baklava örnekli halılar Fustat 'ta bulunan parçalar arasında da ele geçirilmiştir. İsveç Müzelerinde bulunan bu parçalardan Göteborg Röhss Müzesi'nde bulunan parçanın geniş bordürü, Beyşehir halısının bordürünü aynen tekrarlamaktadır.



Küçük Örnekli I. Tip Holbein Halıları


15. yüzyıl ortasından başlayarak değişik eksenler üzerinde sıralanmış sekizgen ve baklava kompozisyonlu halılar, Avrupa resminde gittikçe artarak resmedilmiştir. Bu çeşit halılar yanlış olarak Alman ressam Hans Holbein adı'na bağlanmaktadır. Fakat bunlar daha Genç Holbein' in doğumundan çok önce İtalyan ressamları tarafından resmedilmiştir. 15. yüzyıl'dan 16. yüzyıla, yani klasik devre geçişi hazır'layan bu halı grubu, dört tip içinde gelişmiş olup, Holbein bunlardan sadece iki tipi resmetmiş, bir tipini ise hiç resmetmemiştir. Birinci tip veya küçük örnekli Holbein halılarında zemin küçük karelere bölünmüş, ortası sekizgenle doldurulmuş kareler ve her karenin köşelerindeki çeyrek baklavaların birleşmesinden meydana gelen baklavalar, örneğin asıl semasıdır ve Beyşehir halısının geometrik kompozisyonunu küçük karelere bölünmüş halde tekrarlar.


osmnhl2ao5.jpg

I. Holbein tipi halı, 16. yy. başları, TİEM.

Sekizgenlerin konturları düğümlü şeritlerden gelişmiş olup, ortalarında sekizli yıldız dolgusu ile küçük bir sekizgen vardır. Dört kollu palmetler den dolgular, ara'arında çok stilize şematik lotuslarla baklavaları meydana getirir. Böylece değişik eksenler üzerinde bir sıra baklava, bir sıra sekizgen ortaya çıkar. Ayrıca, örnekler dört taraftan yıldız dolgulu birer küçük sekizgen rozetle çevre'lenmiştir. (Çizim 23, 24) Bu tip halılarda zemin rengi mavi ve kırmızı olup, yeşil az görülür.

Berlin islam Sanatı Müzesi'nde bulunan 1.59 x 0.89 m. boyutlu orijinal bir halı, örgü motifi halini almış kufi bordur ile karakteristik bir örnektir. Düsseldorf' daki koleksiyondan gelen bu halıyı, Erdmann, 15. yüzyıla koymaktadır. Diğerleri hep 16. yüzyıldandır. İstanbul T.İ.E.M.' de biri kufi bordürlü olarak bu tipten iki parça halı vardır. Ortalama 200 yıl kadar devam eden bu çeşit halılar 16. yüzyıldan sonra azalarak, 17. yüzyıl'da kaybolmuştur. Hans Holbein'in 1532'de Londra'da yaptığı portrede böyle bir halı resmedilmiştir.


Londra National Gallery'de bilinmeyen bir ressamın eseri olan 1604 tarihli "The Somer'set House Conference" tablosunda uzun masanın üstünü örten bu tip bir halı son örnek'lerden olmakla beraber, kufi bordürü ile çok canlı resmedilmiştir.

Mc Mullan koleksiyonundan New York Metropolitan müzesine alınan halı kufiden bozma bordürlü, kırmızı zemin üzerine mavi baklavalar ve beyaz sekizgenlerle 17. yüzyıl sonundan çok nadir bir örnektir.

Holbein I halılarının çok nadir ve benzeri bilinmeyen diğer bir yıpranmış örneği son yıl'larda Londra Keir koleksiyonuna kazandırılmıştır. (1.62 x 1.28 m) Koyu mavi zemin üzerine beyaz ve açık mavi olarak zemin renkleri alternatif değişen sekizgenler karşılıklı olarak açılmış iki stilize lotustan meydana gelen baklavalar ve aralarında beyaz zemine sekiz uçlu yıldız rozetlerden ibaret motifler aralarında hiçbir bağlantı olmadan sıralanmıştır. Daha çok kilim etkisi bırakan bu halı 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başına tarihlendirilebilir.

Piero della Francesca' nın Rimini San Francesco Kilisesi'ndeki 1451 tarihli duvar resminde Rimini prensinin Aziz Burgundlu Sigusmund önünde üzerinde diz çöktüğü halı, bu tipin Avrupa tablolarında görülen ilk örneğidir.

Bundan önceki tarihte istanbul T.K.S. Hz. 2153 numaralı albümde Herat ekolünden bir minyatürde ( ca 1429 / 30 ) de kufi bordürlü böyle bir halı tasviri vardır.

Rimini San Francesco Kilisesi'nde 1451 tarihli duvar resminden sonra, diğer birçok italyan resminde bu küçük örnekli Holbein halıları resmedilmiş, İspanya ve Kuzey Avrupa resminde de 1550'lere kadar devam etmiştir. Mentegna'nin 1459'da Verona San Zeno Kili sesi altar resmi, Floransa San Minicato' da Baldovinetti' nin 1460 tarihli tepşir tablosu, Lorenzo Credi' nin Pistoia Katedrali'ndeki 1480 tarihli resmi, Venedik Accademia da Carpaccio 'nun 1495 tarihli Azize Ursula serisi ve 16. yüzyıl başında 1505'te Pinturicchio'nun Siena' daki freskleri bu tip halıların tasvir edildiği diğer resimlerdir.

osmnhl4oy1.jpg

I. Holbein tipi halının detayı

Bunlardan anlaşıldığına göre, bu halıların kufi ve örgülü kufi bordürlerinde kronolojik bir gelişme olmuştur. Hans Holbein'in Berlin Staatliche Museen'de bulunan "Tüccar Georg Gisze" tablosunda masayı örten halının örgü'lü kufi bordürü Rafaellino del Garbo' nun Berlin Müzesi'nde son harpte yanan 15. yüzyıl sonunda "Meryem ve Çocuk İsa" tablosunda tahtın altına serilen halının örgülü kufi bordürü, bu gelişmenin karakteristik basamakları ve örnekleridir. (Levha 53) Prado müzesinde Van Orley' in kutsal aile tablosundaki halıda da kufi bordur gelişmesinin bir örneği görülür. Bordürlerde olduğu gibi, zemin örneğinde renk ve desen bakımından ilgi çekici nüanslar, bu halıların başarısını ve zenginliğini artırmaktadır. Bu durumda küçük örnekli veya birinci tip Holbein halılarının Anadolu'daki Uşak bölgesi tezgâhlarından çok sayı da Batı Avrupa ülkelerine ihraç edildiği, çok tutulup sevildiği ve taklitlerinin yapıldığı açıkça belli olmaktadır.

16. yüzyıl başından diğer bir örnek TİEM' de bulunan bir parça halı olup burada örgülü kufi bordur bir zencerek biçiminde gelişmiştir. Köşelerde çok başarılı olan kufi bordur rozetlerle zenginleştirilerek dekoratif bir ifade kazanmıştır.

Divriği Ulu Camii'nden gelen bu tip halıda ise örgülü sekizgenlerin ara dolgusunun rozetlerle sıralanması görülür.

TİEM' de bulunan küçük boyda harap bir halıda zemin örgülü şeritlerle sekiz parçaya bölünmüş, her sırada zemin rengi değişen karelerin köşelerinde örgülü şeritten belirsiz birer baklava meydana gelmiştir. 1. tip Holbein' lerin şematik benzeri olan bu halının örneği 15. yüzyıl Timur devri Herat Ekolü minyatürlerinde görülür. Halı daha sonraki tarihlerden kalmış olmalıdır. Zeminin eşit karelere bölünmesi 19. yüzyıl Tekke Türkmen halılarında devam eden bir kompozisyon olmuştur. Yalnız burada sekizgenler, karelerin kesişen köşelerinden meydana gelmiş baklavalar ise karelerin ortasına yerleştirilmiştir.

1533 tarihli ve Zürich Landesmuseum' da bulunan bir İsviçre işlemesinde bu çeşit halıların karakteristik zemin örneği aslına yakın bir benzerlikle taklit edilmiştir. TİEM' deki harap halı da buna yakın tarihlere konulabilir.

Divriği Ulu Camii'nden Vakıflar Halı Müzesi'ne gelen 1.60 x 2.40 m. büyüklükte kırmızı zeminli halıda Holbein I. tipindeki şemanın değişmesiyle baklavaların kaybolduğu, örgülü sekizgenlerin sadece rozetlerle alternatif sıralandığı bir örnek görülmektedir. Çok stilize bulut ve kıvrık dal motiflerinden bordürüyle bu halı 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başına tarihlenebilir. Bordur Türkmen halılarına uyar.

Buna karşılık ayni müzeden yıpranmış küçük bir parçası kalmış olan geometrik örnekli diğer bir Anadolu halısında zemin küçük karelerle (belki her sırada dört kare olarak) ve tamamıyla geometrik motiflerle dolgulanmıştır. 18. yüzyıla uzanan geç devir özelliği taşır.



Geç devir karakteri gösteren diğer bir geometrik örnekli Batı Anadolu halısı bu müze'nin koleksiyonları arasında yer almıştır. 1.74 x 1.23 m büyüklükteki bu halı kırmızı zemin üzerine sekizgenlerle çok küçültülmüş sarı renk'te baklavalardan sade bir örnek göstermektedir. Bir karenin her kenarından ikişer uç çıkan şema ile sekizgenlerin rengi diyagonal olarak sarı, mavi, kırmızı ve koyu mavi olarak değişmektedir. Yıldız, çiçek ve rozetlerin sıralanmasını gösteren bordur herhangi bir özellik taşımıyor. 18. yüzyıl son yarısına tarihlendirilebilen bu Holbein tipi halı Türkmen halılarına kadar uzanan bir gelişmeye işaret eder.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
İlk bakışta çok farklı görülmekle beraber, aynı şemayı muhafaza eden bu halılarda bitki motifleri hâkimdir. Konturları tamamen kaybolmuş sekizgenler ve dört kollu baklavalar ilk Holbein' lerdeki geometrik karakterlerini kaybederek belirsiz konturlu motifler Rûmilerle palmetlerin ince saplarla gevşek olarak ve simetrik şekilde birbirine bağlanmasından doğmuştur. Altta ve üstteki dişli üçgen yapraklar da yeni ortaya çıkan motiflerdir. Çoğu kırmızı zemin üzerine sarı, bazen koyu mavi üzerine sarı Rumi palmet kompozisyonudur. Holbein'in hiçbir zaman tablolarında resmetmediği bu halılar, Venedikli ressam Lorenzo Lotto' nun resimlerinde birkaç defa görüldüğü için, son yıllarda Lotto halıları olarak tanınmaya başlamıştır. Aslında, Lotto' dan önce 1516' dan başlayarak birçok İtalyan resminde, 1520'den sonra Portekiz resminde, yüzyılın ikinci yarısında Kuzey Avrupa ve İngiliz resminde bu tip halı tasvirleri görülür. Hollanda''da masa örtüsü olarak çok kullanılan bu halıların tasvirleri, Avrupa resminde 1660'a kadar devam etmiş ve daha sonraki yıllarda da tek tük görülmüştür. 16. yüzyıl sonunda birdenbire ilk örnekleri görülen Lotto halıları, 17. yüzyıl sonlarında bir anda ortadan kaybolmuştur. Çeşitli müze ve koleksiyonlarda kalan yüzlerce Lotto halısı arasında 6 metre uzunlukta ve armalı olanlar vardır. Değişik boylarda yapılan bu halılarda motifler de sık ve seyrek olabilir. Kufiden gelişen bordürler yanında klasik Uşak halılarını hatırlatan bulut motifi bordürler ayrıca kartuşlu ve kıvrık dallı olarak çok zengin ve değişik bordürler görülür.

Lorenzo Lotto, Venedik'te S.Giovanni Paolo kilisesinde altar resminde ve Londra National Gallery'de aile grubu tablosunda bu halı'ları bütün detayları ile resmetmiştir. İtalyan resminde ayrıca Sebastiano del Piombo evvelce Harewood koleksiyonunda bulunan 1516 tarihli grup portresinde ve L. Longhi' nin Berlin Gemâlde Galerie'de bulunan tablosunda bu halılar başarıyla resmedilmiştir.

İtalya'da çok sevilen ve tanınan bu tip halı'ların sipariş üzerine yaptırıldığını gösteren iki örnek, Centurione ve Doria ailesinin armalarını taşımakta olup, New York Metropolitan ve Hamburg Kunst und Gewerbe Müzelerinde bulunmaktadır. Böyle armalı halılar, sipariş üzerine Türkiye'de yapılıyordu. Bu bilgilere göre Polonya'da Türk kumaşları çok rağbette olup, ortaçağdan beri ithal ediliyordu. Bu ticaret 1439'da ilk anlaşma imzalanarak gelişti. Kral Sigismund Auguste ve Stefan Batory Türk kumaş ve halıları sipariş ettiler. Memleket ileri gelenleri, asiller (Les magnats) kendi armaları ile işlenmiş halılar sipariş ediyorlardı. Türk dokumalarının Polonya'daki şöhreti envanter kayıtları, vergi defterleri ve kanun'larla belgelenmiştir. Doğudan en büyük sanat ithali Kral Jean III zamanındadır.

XVI. yüzyıl sonundan kufiden gelişen bordur ile çok iyi korunmuş bir Lotto halısı da Londra Victoria and Albert müzesinde bulunmaktadır.

T.İ.E.M.' de bulunan 17. yüzyıl kırmızı zemin üzerine sarı örnekli Lotto halısında klasik Uşak bordürü bulut motifleri arasındaki rozet çiçekleri ortasına birer gamalı haç dolgu yerleştirilmiştir. 5.18 x 2.75 m. boyundaki bu halı, 10 Mayıs 1930'da Antalya Murat Paşa Camii' inden getirilmiştir. Zemini koyu mavi olan örnekleri de vardır. Vakıflar Halı Müzesi'nde kahverengi zemin üzerine mavi örneklerle değişik bir örnekte palmetler arasında kırmızı dolgular vardır. Belirsiz kompozisyonu ile bu halı, geç bir devre, 17. yüzyıl sonuna girebilir.

16. yüzyıldan klasik Uşak bordürü ile çok iyi durumda diğer bir Lotto halısı da Philadelphia Müzesi koleksiyonları arasındadır.

Birinci tip veya küçük örnekli Holbein halıları ile, ikinci tip Holbein veya Lotto halıları Uşak halıları grubuna geçişi hazırlamıştır. Özellikle Lotto adına bağlanan halıların palmet ve Rûmi motifleri madalyonlu, Uşak halı'larında çeşitli şekillerde devam edip değerlendirilmiştir.

Venedik San Giovanni Paolo kilisesinde Lorenzo Lotto' nun bir altar resminde böyle bir halı bütün detaylarıyla aslına uygun olarak resmedilmiştir. New York Metropolitan Müzesinde karakteristik kufi bordürlü küçük parça 16. yüzyıldan kalmadır. Yine aynı müze'de Mc Mullan koleksiyonundan gelen tanınmış halı ise çiçek bordürlü olup sol üst köşe'de Genova' lı aile Genturione ve Dorialar' ın armasını taşımaktadır. Aynı ailenin armasıyla diğer bir Lotto halısı Hamburg Kunst Und Gewerbe Müzesi'nde bulun makta olup 1600 yıllarına tarihlenmektedir.


osmnhl9ee2.jpg

Lotto halısı, 17. yy.


Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndeki karakteristik örnekler arasında zemini mavi renkli olan halıda kırmızı renkte sekizgenler basıklaşmış, kırmızı zeminli baklavalar, içleri mavi palmet dolgulu sarı renkte çifte palmetlerle değişik bir kompozisyondadır ve 17. yüzyıl sonuna girer. Mavi zeminli diğer Lotto halılarına New York Mc Mullan koleksiyonu ile Hollanda da özel bir koleksiyonda rastlanmıştır. Sultanahmet Vakıflar Müzesi'nde kahverengi zemin üzerine mavi ve yeşil örneklerle diğer bir halı Lottoların son örneğidir denebilir. Bu halının örneklerini meydana getiren Rûmi ve palmet motifleri madalyonlu Uşak halılarında biraz daha değişikliğe uğrayarak devam ettirilmiştir.




I I I. Tip veya Büyük Örnekli Holbein Halıları



osmnhl10hl6.jpg

III. Holbein tipi halı, 16. yy., 4.30 x 2m. Berlin Museum für Islamische Kunst.


Zeminin bütün genişliğine yerleştirilen içi sekizgenle doldurulmuş büyük karelerin üst üste sıralandığı sade bir örnek gösterir. Bunlarda uzunlama iki veya dört büyük kare olabilir. 15. yüzyıl boyunca gelişen bu tip halıların kökleri, Anadolu hayvan halıları ile, 14. yüzyılın tablolardan tanıdığımız geometrik motifli halılarına dayanmaktadır. Büyük kareler eşit olup, geometrik veya bitki motiflerinden bir çerçeve ile kavranmıştır. İlk örneklerde görülen örgülü kufi bordur karakteristiktir. Esas motifleri oluşturan büyük sekizgenler yıldızlar ve geometrik bitki motifleriyle dolgulanmış büyük karelerin köşeleri de kancalı üçgen dolgularla süslenmiştir.
Bu tip halılar, daha Holbein' den önce Avrupa'da çok tanınıyordu. 1460'tan 1550'ye kadar İtalya, ispanya, Fransa'da ve İngiliz resminde görülen bu çeşit halılar, küçük örnekli diğer iki tip halılara nispetle desenler ve detaylarda çeşitli zengin değişiklikler göstermektedir.

Bu büyük örnekli III. tip Holbein halılarının tasvirleri ilk olarak 1468'de Marco Constanzo' nun Syraküza katedralinde St. Gerolamo tablosunda, 1476'da Antonello da Massina'nin Dresden galerisinde St. Sebastian resminde görülür.

Daha önce 1526'da Dresden'de bulunan Meryem ve Basel Belediye Reisi Meyer ve ailesi tablosunda resmettiği dört büyük kareli bu tip bir halı tasviri ile bunlara adını vermiştir, ispanya'da çok tanınan bu çeşit halıların 15. yüzyıl sonunda Güney ispanya halı merkezlerinde yapılmış taklitleri vardır.


osmnhl11iy3.jpg

Hans Holbein'ın "Elçiler" tablosundan detay.


Vakıflar Halı Müzesi'nde bulunan nadir örnekler arasında ortasında kancalı sekizgeniyle tek bir büyük kareden ibaret halı, stilize palın et ve bitki dolgularıyla süslemelidir. Bordur kartuş desenlidir. Bu halı 16. yüzyıl sonuna girebilir. Aynı müzede bulunan diğer halıda çerçevesiz olarak kollara bölünmüş iki sekizgen ile bordürde kufiden bozma motifler sıralanmıştır. 17. yüzyıl başına girer. Büyük kareler içine alınmış sekiz kollu motifler ve Çin bulutlu bordürleriyle aynı müzede bulunan diğer halı 17. yüzyıl sonuna tarihlenir.

Yine bu müzede parlak canlı renklerle klasik şemanın bozulmuş ve geç bir devamını gösteren halı ise 18. yüzyıl ortalarına tarihlenebilir.

Berlin Müzesinde üç ve dört karenin üst üste sıralandığı iki şahane, biri 16. yüzyıl başından diğeri ortasından kalan nadir örneklerdir. Bunlardan birincisi 16. yüzyıl başından kufi bordürlü ve kırmızı zemin üzerine dikine sıralanmış dört büyük kareli, 4.30 x 2.00 m büyüklükteki halı bütün özellikleriyle klasik bir örneği göstermektedir. Holbein'den önce bu tip halıları resmeden İtalyan ressamlarından Carlo Crivelli'nin Londra National Gallery' de bulunan tepşir resminde tavus kuşunun solunda balkondan gösterişli bir şekil'de sarkan halı ile bunun öncüsü olmuştur. Bu tip halıların kufi bordürlü ve yıldız biçimini al'mış sekizgenlerle değişik bir örneğini Ghirlandojo' nun Floransa Uffizi' deki Meryem'in tahtı altına serilmiş olarak görmekteyiz.

osmnhl12fg4.jpg

III. Holbein tipi, Bergama halısı, 16. yy. sonu, TİEM, istanbul.

Andrea Solario' nun Milano Brera'da bulu'nan Domenico Morone resminde de böyle bir halı masa örtüsü olarak kullanılmıştır. Carpaccio 'nun yüzyılın sonuna doğru Venedik' teki 1495 tarihli meşhur Ursula efsane'si serisinde gondoldan sarkan halılardan ikisi bu tipe girer. Venedik'te Accademia' da bulunan bu resim yanında aynı yerdeki Mansuetti' nin bir resminde pencere ve balkondan Venedik adetine göre bu tipten halıların sarkıtıldığı görülür.

Genç Hans Holbein'in Londra National Gallery' de bulunan 1533 tarihli "Elçiler" tablo'sunda onun adını alan bu halıların karakteristik bir örneği masa üzerine serilmiş olarak resmedilmiştir.

15. yüzyıl sonundan diğer halı V. Foppa'nın 1485 tarihli freskinde görülür. Milano, Galleria Brerada bulunan bu freskte kucağında Çocuk isa ile Meryem'in önünde korkuluktan aşağı sarkan Holbein III. Tipi halı örgülü ve kûfili bir bordürle erken devri işaret ediyor. 1460 tarihli bir Fransız minyatüründe kufi bordürlü diğer bir Holbein III. tipi halı resmedilmiştir. Viyana Milli Kütüphanede bulunan Dük Rene d'Anjou' ya ait "Livre du cuer d'amour espris" minyatüründe yatağın önüne serili halı erken devir Holbein halısı tasviri karakteristik şekilde verilmiştir. Sağda divanın önünde ise kademeli kancalı sekizgenlerle Memling veya Türkmen gülü motifli diğer bir 15. yüzyıl halısı serilidir.

Adı bilinmeyen bir ressamın St. Giles'in ayini tablosunda (1500 tarihli) geniş örnekli Holbein halısı yere serili olarak tasvir edilmiştir. Burada büyük kareler içerisinde sekizgen dolgu örneği iki defa tekrarlanmıştır.

Batı resminde olduğu gibi minyatürlerde de bu tip halılar tasvir edilmiştir. Kahire Millet Kütüphanesi'nde bulunan bir Kelile Dimne yazmasında tahtın altına serili halı üç büyük sekizgenin üst üste sıralandığı böyle bir halı tipini tasvir ettiği gibi kufi bordürü ile de 15. yüzyıl son yarısına işaret etmektedir.


osmnhl13iq0.jpg

III. Holbein tipi, Bergama halısı, İstanbul, Vakıflar Müzesi.


Kahire, Mısır Milli Kütüphanesi'nde bulunan Kelile Dimne yazmasının 743 (1343-44) 14. yüzyılın ikinci yarısında yapılan bir minyatüründe III. tip geniş örnekli Holbein halısı tasviri görülmektedir. Kufi bordürlü halıda beyaz geometrik dolgulu sekizgen örnek açıkça belirtilmiştir.

Kral Rene d'Anjou için yapılan 1460 tarihli Fransız minyatüründe (Viyana National Bib.) ayakta duran erkeğin bastığı halı da bu örneği gösterir. Yatağın altına serili halı ise, III. tip Büyük örnekli Holbein grubuna girer. Bundan sonra Memling'in diğer birçok tablolarında resmedilmiştir.

Böyle bir halının orijinali Budapeşte Museum of Applied Arts'da 2 parça halinde (62 x 93 cm. ve 107 x 93 cm.) bulunmuştur. Küçük örnekli karelere bölünmüş birinci tip Holbein halıları kompozisyonunun değişik bir tertibini gösteren bu halıda sarı zemin üzerine kırmızı olarak basamaklı ve kancalı konturlu, ortada yıldız dolguları olan baklavaların kare bölümleri içinde sıralandığı zeminle daha sonraki Bergama halılarında görülen bir bordur örneği vardır. 15. yüzyıl sonuna tarihlendirilen bu halının, Konya Mevlana Müzesi'nde bulunan aynı kompozisyonda ve kufiden bozma bordürle küçük bir parça halinde bir benzeri de buna yakın tarihten kalmış olmalıdır. Bu motif daha sonraki Bergama ve Kafkas halılarında tekrar edilmiş olup, İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde (İbrahim Paşa Sarayı) bulunan bir halı, bunun çok geç bir devamını gösterir.

osmnhl14bw1.jpg

Kırmızı zeminli, III. Holbein tipi halı, 19. yy. Londra, Victoria and Albert Museum.

Kancalarla süslü basamaklı sekizgenler şeklinde ortaya çıkan Memling gülü motifi Kazak halılarında 19. yüzyıl boyunca devam ettirilmiştir, bunlar arasında seccadeler de vardır. Türkmen gülü de denen bu motifle yapılmış halılar bugün bile Yörükler tarafından dokunarak bütün Anadolu'ya yayılmıştır.




osmnhl15jn3.jpg

IV. Holbein tipi halı, (tekrarlayan kompozisyon), 16. yy.in ilk yarısı, İstanbul, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi.



IV. Tip Holbein Halıları


Büyük örnekli üçüncü tip Holbein halıların'dan gelişen değişik bir görünüştür. Bura da, ortada sekizgenle doldurulmuş büyük kare, büyük sekizgen veya iri yıldızların altında ve üstünde ikişer küçük sekizgenden ibaret bir kompozisyon ortaya çıkmaktadır. Bununla Türk halı sanatında ilk defa bir grup'laşma görülüyor ki, bu kompozisyon büyük bir yeniliktir. İlk bakışta Memlûk halılarını etkisi düşünülebilirse de, aslında Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde bulunan iki halı, bunların III. tip Büyük örnekli Holbein halılarına bağlantılı gelişmesini açıkça gösterir. Bunlardan on altıncı yüzyıl başına tarihlenen biri, iki büyük karenin üst üste yerleştirilmesi ve altta üstte, ikişer küçük sekizgenin yer alması ile iki tip arasındaki bağlantıyı belli eder. Örgülü kufi bordur de, halının Türk karakterini perçinler. İkinci halı ise gruplaşma kompozisyonunun iki defa tekrarlanması ile Türk halı sanatının esas prensibi olan sonsuzluğa işaret eder.

Bu iki halı büyüklük ve renklerinin tazelik fışkıran ahengi ile Türk ve İslam Eserleri Müzesinde kendi tiplerinin en nadide örnekleri arasında ver alır. Bunlardaki büyük orta sekizgen ve kufiden gelişen bordur motifi aynı müzede III. tip Holbein halılarının 16. yüzyıl başından kalan örneklerinde görülür.

17. yüzyılın son yarısından kalan diğer bir halı Holbein' in "Elçiler" tablosundaki halının bordürüne uygun olup orta sekizgenin altında ve üstündeki küçük çift madalyonlar da 1. tip Holbein' lerin küçük sekiz genlerinden gelmedir.

17. yüzyıldan diğer bir örnekte büyük sekizgen on altı köşeli bir yıldız şeklini almış alt ve üstteki sekizgenler koyu ve açık mavi ve kırmızı çiçek motifleriyle çevrelenmiştir. Kahverengi zeminli bu halının örnekleri çok canlı ve parlak renkleriyle farklı bir ahenk yaratmaktadır.

18. yüzyıldan diğer bir halıda orta sekizgen bir yıldız içine alınmış alt ve üstteki küçük madalyonlar sonsuz örneğin bir parçası haline gelmiştir.

18. yüzyıldan Londra, Victoria and Albert Müzesi'nde bulunan kırmızı zeminli halıda ise orta sekizgenin yerini büyük bir kare almış, bunun altında ve üstünde birer çift küçük sekizgenlerle bir gruplandırma meydana gelmiştir. Bunun tam bir eşi, benzeri New York Mc Mullan koleksiyonunda bulunuyordu. (Erdmann, Orient. Knüpfteppich Abb.42) Bunlar artık Bergama halılarının geç devriyle sıkı bir bağlantı halindedir.


osmnhl16yk1.jpg

IV. Holbein tipi halı, 17. yy. son yarısı, İstanbul, TİEM.


19. Son iki tip Holbein halısında kufiden gelişen bordürler yanında, birçok çeşit bordur görülür. Düğümler de kabadır. 1 m.de 100.000'i geçmez, ilk iki tip küçük örnekli Holbein' lerde ise, 150.000 düğüme kadar çıkabilir, düğümler Gördes'tir. Bunlar Batı Anadolu Bergama bölgesinde yapılmış ve Bergama halıları olarak ilk iki tipin aksine XIX. yüzyılın sonuna hat'ta günümüze kadar devam etmiş ve etmektedir.

IV. tip Holbein halılarının tam benzeri kompozisyonla diğer bir grup halı Memlûk halıları tekniği Sine düğümü ve motiflerde küçük ağaç sıraları ve bitkilerden desenlerle Para Memlûk halılar adı altında tanınmaktadır. Fakat kullanılan malzeme ve yukarıda açıklandığı gibi, kompozisyonun esası Türk olup, genellikle bu halıların Anadolu'da Memlûk geleneğini tanıyan ustaların kurduğu tezgâhlarda yapıldığı kabul edilmektedir.

Bu gruba girdiği tahmin edilen halıların 1501-1555 yılları arası İtalyan resminde bulunduğu ileri sürülmektedir. Fakat bunun kesinlikle teşhisi güçtür.


Crivelli ve Memling' in Resimlerine Bağlanan Halılar


Büyük ve küçük sekizgenlerle Holbein halıları denilen tiplerde görülen örneklerle bağlantılı fakat farklı motiflerle diğer bir grup Anadolu halıları Crivelli ve Memling' in tablolarınla resmedildiği için onların adını almıştır.


osmnhl17ja5.jpg

IV. Holbein tipi halı, onaltıgen yıldız madalyonlu, 17. yy. sonu, (1.67 x 2.13 m), İstanbul, TİEM.


İtalyan Rönesans ressamı Carlo Crivelli'nin iaha önce III. tip geniş örnekli Holbein halısısı resmettiğini gördüğümüz Londra National Gallery'de 1486 tarihli "Annunciation" tablosundan başka Frankfurt Kunstinstitut'da 1482 tarihli "Annunciation"da büyük kemerin üzeindeki balkondan sarkıtılmış küçük bir halı görülür.

Crivelli halılarının bir orijinali Budapeşte Museum of Applied Arts' da uzunlamasına yarım parça olarak bulunmaktadır. (164 cm. x 60 cm.) 15. yüzyıl sonundan kalan bu halıda esas motif sarı zemin üzerine çok renkli köşesi bölümlerden meydana gelen onaltıgen yıldız biçiminde karışık bir örnek olup bazı bölümleri erken hayvan halılarını hatırlatan kuşlar ve stilize dört ayaklı hayvan figürleriyle dolgulanmıştır. Bordur koyu lacivert zemin üzerine sarı ve kırmızı dişli yaprakların fırıldak şeklinde sıralanmasını gösterir ki, İstanbul TİEM' deki geniş örnekli Holbeinler ve 19. yüzyıl Bergamaları hatırlatır.
İlk defa Rönesans ressamı Carlo Crivelli' nin tablolarında görüldüğü için onun adını alan halı cinsinden iki Crivelli halısı da yayınlanmış olup birincisi parça halinde Budapeşte Tatbiki Sanatlar Müzesinden gelen ve diğeri yakında Prof. Nejat Diyarbekirli tarafından Sivrihisar Camiinde keşfedilmiş olandır.


osmnhl18sq8.jpg

IV. Holbein tipi halı, 18. yy. (1.70 x 1.32 m), İstanbul, TİEM.


XV. yüzyıl ortasından başlayarak geniş ölçüde Anadolu'dan Avrupa'ya ihraç edilen küçük örnekli ve büyük örnekli Holbein halıları ana grubu yanında özellikle Flaman resminde görülen diğer tipler de vardır. Bunlar bazen tablolarında tasvir edilen ressamların adını da almaktadır.
Flaman resminde Jan Eyck (1390-1441), İtalyan resminde görülmeyen geometrik örnekli Türk halılarına tablolarında yer vermiştir.
Dresden galerisinde bulunan Meryem tablo'sunda tahtın altına serilen halı baklava şeması göstermektedir. Sekizgen yıldızların bu şemaya göre şeritlerle birleştirildiği bu kompozisyonda baklavaların ortasında birer rozet veya yıldız dolgu vardır. Jan Van Eyck'ın talebe'si Petrus Christus'un Frankfurt Staedlischen Kunst Institut'da bulunan bir tablosunda da aynı halı tasviri görülür. Konya Mevlana Müzesi'nde böyle bir halının geç bir orijinali 17. yüzyıla tarihlendirilebilir.

On beşinci yüzyılda Flaman resminde görülen halılarda düğüm veya yıldız dolgulu geometrik bölümler veya büyük sekizgen yıldız'lar gibi örnekler vardır.


osmnhl19ip3.jpg

Baklava şemalı halı, 16. yy., Konya Mevlâna Müzesi.


Yüzyılın son yarısında Gerard David ve özellikle Hans Memling bu devir halılarının en iyi örneklerini resmetmişlerdir. Bunların çoğu büyük örnekli III. tip Holbein halılarına yakın olup, kare içinde sekizgenler ve bunların dolguları ile benzerlik gösterir. Bunlarda çok rastlanan diğer bir zemin örneği de konturları çengelli madalyonların tekrarlandığı Memling Gülü denilen motifli halılardır.

İtalyan resminde görülmeyen, fakat Hans Memling'in (1465-1494) birçok resimlerine aldığı bu gruba Lotto halılarında olduğu gibi Memling halıları adı verilmektedir. Ortası basamaklı ve konturları kancalı, baklava dolgulu sekizgenlerin yan yana ve üst üste sıralandığı bu halı örneği, Memling' in Viyana Hof Museum Gemâlde Galery'de bulunan bir tablosunda resmedilmiştir. Burada kucağında çocuk İsa ile Meryem'in oturduğu tahtın altına serili halı bu tiptir.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Bir Çini Ustası Sıtkı Olçar

Nam-ı Diğer Sıtkı Usta


Başladığında hedefine yaklaştığını hissediyor. Ellerinden çıkan biçim ve desenler, heyecanını daha da artırıyor. Sıtkı Usta hem kendini aşmaya çalışıyor, hemde sanatının sınırlarını zorluyor.

Sıtkı Usta, sanatıyla, Türk kültürünün derinliklerinden akıp gelen damlaları bir şelaleye çeviriyor.




foto.jpg




Sıtkı Olçar'ın, nam-ı diğer Sıtkı Usta'nın su, ateş ve toprakla tanışması bundan tam 30 yıl öncesine rastlıyor. 1948 yılında Kütahya'da doğan Sıtkı Olçar, Amerikalıların termik santral yapımı için kurdukları şirkette çalışırken, belki de daha küçük yaşlarda kanına girmiş olan çini sanatına doğru yönelmeye karar veriyor. Bu uzun, zorlu ve sabır gerektiren yolculuğa ilk adımını 1975'te kurduğu Osmanlı Çini Atölyesi ile atıyor. Yaratıcılığı, mesleğine duyduğu tutku, sevgi, arzu ve sabrının ürünleri ortaya çıkmaya başladığında hedefine yaklaştığını hissediyor. Ellerinden çıkan biçim ve desenler heyecanını daha da artırıyor. Sıtkı Usta hem kendini aşmaya çalışıyor, hem de sanatının sınırlarını zorluyor...

İlk yıllarda İznik benzeri çiniler üretiyor. Ama asıl ününü arkaik dönem formlar üzerine mavi-beyaz iznik çini imitasyonlarını çalışmaya başlayınca çalışıyor. Geleneklerine bağlı yöre sanatçılarına ters gelen bu çalışmalar yabancıların dikkatini çekiyor. Eserlerini alıp başka ülkelere taşıyanlar, Sıtkı Olçar adını yurtdışında tanıtmaya başlıyorlar. İlk ürünlerini, atölyesini kurduktan tam iki yıl sonra, Madam Mari Erkonoz'un desteğiyle Büyükada'daki bir galeride sergiliyor. Ardından Artizan Sanat Galerisi'nin sahibi Ertan Mestçi ile tanışıyor. Hem bu tanışıklık, hem de Sanat Tarihçisi Prof.Dr.Gönül Öney tarafından kendisine gönderilen Çanakkale dönemine ait kitaplar, İznik ve Kütahya ile ilgili dökümanlar, onu başka form ve desen arayışlarına yönlendiriyor. Artık eserlerinde yelkenli gemiler, kuşlar, geyikler ve evler görülmeye başlanıyor.



1.jpg




1980 yılından itibaren özellikle İznik çinileri üzerine çalışmalarını sürdürüyor ve kaybolup gitmekte olduğu düşünülen 18. yüzyıl Kütahya çiniliğine yeni bir boyut ve dinamizm getiriyor. Profesyonel anlamda ilk sergisini de aynı yıl, Akbank Bursa Sanat Galerisi'nde açıyor. Bu sergiden sonra ürettiği eserlerde Selçuklu devrinin ünlü firuze sırrını yarı mat ve mat olarak yeniden canlandıran Sıtkı Olçar ardından yine Selçukluların kullandığı sarı rengi üretmeye başlıyor. Çini ve seramik çalışmalarını sanatından ödün vermeden sürdürmeye devam eden Olçar, Türk çini sanatının büyük ismi Faik Kırımlı'dan İznik çinilerinin inceliklerini öğreniyor ve mercan kırmızısının 300 yıldır çözülemeyen sırrını bulmayı da amaç ediniyor. 1986 yılında Yünanistan'ın Volsa kentinde düzenlenen 5.Balkan Ülkeleri El Sanatları Sergisi'nde Türkiye'yi başarıyla temsil eden Sıtkı Olçar'ın yapıtları özel koleksiyon ve müzelerde yer alıyor. Bir yıl sonra Paris, ardından Londra, ABD, Japonya, İsviçre, İtalya... Yalnızca "Sıtkı" imzalı görkemli çini ve seramikler dünyayı dolaşmaya başlıyor... Sabır dolu çalışmalar, insan, hayvan ve bitki motifleriyle süslü el emeği göz nuru eserler uluslararası çevrelerde de kabul görüyorlar.

Ve dünyanın her yerinde artık Sıtkı Olçar olarak değil, Sıktı Usta olarak anılıyor.



2.jpg



Sonsuz bir enerjiyle sürekli yenilikler peşinde koşarken ve ünü de giderek artıyor. Ama Sıtkı Usta alçakgönüllülüğünden, neşesinden ve babacanlığından hiçbir şey kaybetmemesini de Bunu şöyle açıklıyor Sıtkı Usta:

"Ben dünyayı, insanları, doğayı çok seviyorum. Bu nedenle de çevreme at gözlükleriyle değil, geniş bir açıdan bakıyorum. Öyle olunca da çevremdeki zenginlikleri görebiliyorum. Anadolu toprakları çeşitli medeniyetlerin tarih ve kültür hazineleri ile dolu. Bunları görebilen insanlar herşeyi düşünebilir ve başarabilirler".

Sıtkı Usta doğayı 21 yıl önce Frig Vadisi'nde yerleştiği mağaraevinde yaşayacak kadar, Kütahya'yı da her türlü teklifi geri çevirip, çalışmalarını orada sürdürecek kadar çok seviyor. Zaman zaman yurtiçinden ve yurtdışından gelen misafirleri ile vadinin etrafındaki köylerde kamp kuruyor, yürüyüşler yapıyorlar. Bir yandan seramik sanatını tanıtırken, diğer yandan doğal güzellikleriyle insanı büyüleyen ülkesini tanıtıyor. Başlangıçta her yıl mayıs ayında tekrarladığı bu yürüyüşleri biraz da bürokratik engellere takılması sebebiyle artık sadece özel konukları için gerçekleştiriyor.



3.jpg



Sanatın ve doğanın o pırıl pırıl, ışıklı yollarında arayışını sürdürürken Sıtkı Usta, 1998'de bir ilki gerçekleştiriyor: Bizans mozaiklerini yapıtlarında deniyor ve dünya üzerinde Bizans sanatını çiniye aktaran ilk usta olma ünvanına da sahip oluyor. Küheylan, pars ve tavus kuşunun haricinde insan ve yazı figürlerine de yer veriyor mozaikler içinde. Ardından Osmanlı İmparatorluğu'nın kuruluşunun 700. yılı kutlamaları için hazırladığı değişik formlardaki tabaklarda Piri Reis'in haritalarından detaylar sunuyor, tarihin içinden, derinliklere doğru bir yolculuğa götürüyor sanatseverleri.


4.jpg



O meşhur horoz, keklik, kuş, kedi şeklinde olanlarının dışında balık formundaki bibloları da ayrı bir zenginlik katıyor yapıtlarına. Balık, onun yapıtlarında sıkça kullandığı figürlerden... Sıtkı Usta kendisinin de balık burcu olduğunu söylerken, balık figürüne ağırlıklı yer vermesini ise şöyle anlatıyor:

"13.yüzyıl Selçuklu motiflerinde balık çok sık yer alır. Ayrıca balık üremenin simgesidir. Doğanın ve hayatın yürümesini simgeler."

Yaptığı her işten büyük tat alan Sıtkı Usta ekim ayında Avusturya Dışişleri Bakanlığı'nın davetlisi olarak Viyana'ya gidiyor. Aralık ayında İMKB'de açmayı düşündüğü sergisinde ise sanatseverleri yeni bir sürpriz bekliyor. Sıtkı Usta bu sergide Topkapı Sarayı ve Ayasofya'nın nakışlarını yapan ünlü usta Hamit Üçel'den öğrendiklerini yansıtarak, turkuvaz ve altın varak kullandığı sade ve yalın desenli, değişik formlardaki çalışmalarını sergileyecek.



5.jpg



Göz alıcı eserleriyle tarihi günümüze taşıyan Sıtkı Usta hedefine ulaştı mı? Hayır. Çünkü o, tükenmeyen tutkusu, heyecanı ve sonsuz yaratıcılık duygusu ile çini sanatına yeni boyutlar kazandırma peşinde koşmaya devam ediyor. Sanatına hayran bir koleksiyonerin söylediği gibi, "Türk kültürünün tarihi derinliklerinden akıp gelen damlaları bir şelaleye çeviriyor."

Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndeki "Geçmişten Günümüze Ulaşan Soluklar" sergisinde son bir soru soruyoruz Sıtkı Usta'ya.

Bir sanatçı olarak hayata bakışınız nasıl, mutlu musunuz?

Sıtkı Usta, genelde herşeyden mutlu olduğunu söylüyor. Frig Vadisi'nde dostlarıyla yaptığı yürüyüşler sırasında söylediği şu sözler ise, onun hayata bakışının özeti gibi:

"İnsanlar kendilerini bulur bu akmayan mecrada. Zaten bulmazlarsa, yaşarlar kiremit örtülü çatı altlarında veya evlerinin bodrum katlarında. Yaşarken yaşamın tadına varanlar, ellerinden gelmese de, istemeseler de birbirlerinin kusurlarını görmezden gelerek ve doğada dolaşarak kucaklaşırlar. Sanki her biri yakın akraba, kardeş gibi selamlaşır, yardımlaşır karıncalar gibi. Bazen de kavga eder bok böcekleri gibi. En sonunda ise derin uykuya dalarlar..."

Ona haklı nedenlerle "çini virtüözü" ya da "çininin Picasso'su" diyenler var. Renkleri, desenleri ve formlarıyla göz kamaştıran eserlerinde, işlediği bir figürü bir daha tekrarlamadığı için de koleksiyonerler peşinde...




6.jpg





Çağan Şanad
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Geleneksel Mahya Sanatı

Cami minareleri arasına gerilen iplere takılan ampuller vasıtasıyla dini önem taşıyan söz ya da sembollerin ışıklandırılarak yazılması sanatıdır mahya.




turkeyistanbulid343203bkm8.jpg




Elektrik ve ampulün henüz icad edilmediği devirlerde, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına özlü ve güzel sözler yazılır ya da tasvirler yapılırdı. Mahya sanatı olarak adlandırılan bu gelenek ile Ramazan ayının gelmesi ile birlikte, görsel olarak da insanlara doğru, eğitici ve öğretici güzel sözlerle hitab etmek ve bilgilendirmek için geliştirilmiş bir sanat.

Ampullerle yapılmadan önce kandiller vasıtasıyla yapılan ve çok emek gerektiren bir işmiş ve her nekadar şuan ampulle yapılıyor olsada zor olan mesleklerden biridir.

Dünyada şuan bu işi yapan 3 mahya ustası vardır.

Bunlarda zaten beraber çalışmaktadırlar.Bu 3 kişiden biri olan Kahraman Yıldız sözleri: “Mahyacılık biraz zor iş. Yaz, kış, soğuk, tipi demeden minare tepelerine çıkacaksınız. Yerden 100 metre yukarıda hava şartları çok daha sert oluyor. Buna dayanmak kolay değil. Sabır ve sevda isteyen bir iş. Bizim yanımıza yardımcı eleman veriliyor; ama fazla dayanamıyorlar. Bir yolunu bulup ya başka bölümlere geçiyorlar ya da bu işi yapamayacaklarını söylüyorlar.”



mahya2vw7my4.jpg



Mahyacılık sanatı; diğer Müslüman ülkelerde olmayan, Türklere mahsus örf, âdet ve kültürüdür. Türkler, memleket mimarisinde zamanlarına göre büyük ilerlemeler yapmış, dinî binaları çok güzel bir şekilde süsleyerek ölümsüz eserler bırakmışlardır. Bu eserlerden biri olan Mahya; Ramazanda büyük camilerin karşılıklı iki minaresi arasında, ip gerilerek asılan ve geceleri yakılarak meydana getirilen ışıklı şekil veya yazılardır. Bu iş sadece Ramazan ayına mahsus olduğu için, bu deyim Farsça aylık manasına gelen "mahiye" kelimesinden türemiştir.




mahya3bw3na4.jpg



Gerçekten de mahyalar, dini ve milli gün ve gecelerimizde akşamdan sabaha kadar o heyecan ve kutsiyeti gökyüzünde sergileyerek ilan eden üstün zekanın eseridir. Başta Ramazan ayı olmak üzere, diğer önemli gün ve gecelerin akşamında minareler arasında ışıklı yazı yazma ve şekil yapma sanatı olan mahya, bir Türk buluşudur.

Mahyalar, her ne kadar diğer ulvi gecelerde etrafa ışık saçarak mesaj verirse de, o daha çok ramazan gecelerinde, minare ve camilerimizin elmas gerdanlıklarıdır.




mahya4dx3bi5.jpg



Mahyacı, yazı veya şekli önce kareli kağıt üzerinde planlar. Her bir kareye isabet eden çizgiye göre yapılacak düğümleri hesaplar. Sonra ayrı ayrı iplere kandiller (lambalar) dizilir. Böylece harf ve çizgiler sırasıyla minareler arasındaki yerini alır. İşte o zaman mahya ustaları bir ömür boyu kazandığı hünerle, aylardan beri büyük bir titizlik ve gizlilik içerisinde hazırladığı tasarılarını uygulama alanına koyarak, sema ekranında sergiler. Bütün bu işler eskiden bir sır, bir rekabet ve bir yarışma havasını da taşırdı. Her gece yeni bir mahya kuranlar olduğu gibi, teravih namazından önceki mahyasını, teravihten sonra yeni bir mahya ile değiştirme ustalığına sahip, mesleğinin aşığı, sanat rekabetine gönül vermiş ünlü mahyacılar da vardı. Usta mahyacılar, namazdan önce gerdikleri mahyayı, herkes teravihte iken, birkaç saat içerisinde yenisiyle değiştirirdi. Diğer camilerin mahyacılarına bir bakıma tatlı bir meydan okuyuş anlamına gelen bu gösteriyle, unutulmaz ramazan gecelerine renk ve heyecan katarlardı.


alıntı
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Anadolu Selçukluları Döneminde Tepme Keçecilik

Orta Asya'dan Günümüze Tepme Keçeler




kece1.jpg


11. yüzyıl ortalarından itibaren Anadolu?ya geçmeye başlayan Türk boyları, 1071?de Alparslan?ın Malazgirt?te Bizans ordularını yenmesinden sonra, kısa sürede Anadolu?ya egemen olmuşlardır.

Anadolu Selçuklu kültür ve sanatı Şamanizm, Maniheizm ve Budizm gibi inanç sistemlerinden İslam dinine geçişi gösteren ve maddi niteliklerden manevi niteliklere doğru değişen özelliklere sahip olması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.

Yazılı kaynaklarda Türk boylarının; Anadolu?ya geçişlerinde, o zamana kadar geliştirdikleri halı, kilim, keçe vb. el sanatlarını da birlikte getirdikleri belirtilmektedir. Ancak Boğazköy (Hattuşaş) yakınında ki Yazılıkaya?da bulunan kabartmaların başlarında görülen sivri külahların mühür ve diğer tasvirlerde karşılaşılan başlıkların keçeden yapıldığı tahmin edilmektedir. Bunun yanı sıra M.Ö. 9. Yüzyılda yazılmış olan Homeros?un ünlü İliada destanında keçe sözcüğünün geçmesi, Anadolu da keçenin erken dönemlerinde bilindiği olasılığını kuvvetlendirilmektedir. Anadolu da Tepme keçecilik sanatının tarihsel gelişimi konusunda yapılacak bilimsel araştırmalar; gelecekte bu olasılıkları şüphesiz daha açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bu nedenle konu gereği burada Anadolu Selçuklu Dönemi tepme keçe sanatının ele alındığını, Anadolu?da yaşamış olan diğer medeniyetlerde bu sanatın gelişimi, ileride yapılacak bilimsel çalışmalarla incelenebileceğini belirtmekte yarar vardır.

Selçuklular döneminde Anadolu da yerleşik ve göçebe yaşama devam edilmiştir. Bu nedenle çadırlar; gerek göçebe yaşamını sürdüren Selçuklu Türklerinin, gerekse ordunun ihtiyaç duyduğu barınma ihtiyacını karşılamaya devam etmiş böylece Türk kültürü içerisindeki yerini ve önemini korunmuştur.

Buna rağmen Selçuklular dönemine ilişkin yazılı kaynaklar incelendiğinde; keçe çadırlara ait fazla bilginin bulunmadığı anlaşılmıştır. Ancak çadır sözcüğüne değinene Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat-it Türk isimli eserinde, ev edinmenin güç olduğu kadar çadır edinmenin de çok kolay olmadığını belirtmiş, çadır ve göç örtülerinin keçeden yapıldığını ve örtülerin sırındığını yani sık dikişle dikildiğini açıklamıştır. Kaşgarlı Mahmud söz konusu eserinde ayrıca bu keçe örtülerin güveden korunmaları için silkelendiklerinden de söz etmiştir.

Selçuklular, kullandıkları çadırları süslemeyi de ihmal etmemişlerdir. 13. Yüzyıl Minyatürlerinden, Varka ve Gülşah?ta, bu süslü çadıra yer verilmiştir.

Yine Varka ve Gülşah minyatürleri arasında bulunan bir at figürü, Hun Sanatını anımsatan örneklerden birisidir. Diz çökmüş ve başına yem torbası takılmış olan bu atın üzerindeki eyer örtüsü (çul veya terlik), hayvan figürleri ve Rumilerle bezenmiştir. Hunlar döneminde de, at sırtında kullanılmak üzere, keçeden veya kalın dokumalardan yapılan bu eyer örtüleri, Selçuklular döneminde de önemini yitirmemiştir.

Selçuklular: keçeden yapılmış çadır ve eyer örtüsü geleneği sürdükleri gibi, giyim ve kuşamlarında da tepme keçe tekniği ile elde ettikleri ürünleri kullanmayı ihmal etmemişlerdir. Selçuklu Türklerinde görülen giyim eşyalarının İslam öncesi Türk giyim kuşamının hemen hemen devamı olduğu söylenebilir. Bu döneme ait giyim kuşam tarzı, günümüzde çok az farkla Türkmen kadınlarınca sürdürülmektedir.

Selçuklular, kumaş üretiminde, öncelikle ipek; daha sonra pamuk ve deve yünü kullanmışlardır. Bu dönemde üretilen kumaşlardan koyunyünü çok az kullanılmıştır. Çünkü yünden elde edilen elbiseler genellikle köleler tarafından giyilmiştir. Kölenin, yün elbise sahibi olmasının önemli bir olay olduğu, Kaşgarlı Mahmud?un eserinde özel olarak belirtilmiştir.

Yünün; giysilik kumaş üretiminde çok az kullanılmasının bir başka nedeni bu materyalin öncelikle tepme keçe yapımında değerlendirilmesinden kaynaklanmıştır. Çünkü elde edilen keçe; çadırdan çizmeye, kuşağa, börke kadar birçok çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Keçe dışında yün; derisiyle birlikte kürk yapımında da değerlendirilmiştir.

Orta Asya Türk boylarınca kullanılan ve bir çeşit baş giysisi olan ?börk? Selçuklu Türklerinin giyim eşyaları arasında önemini korunmuştur. Kaşgarlı Mahmud; Divan-ı Lügat-it Türk isimli eserinde; börk konusunda oldukça geniş bilgilere yer vermiştir. Kaşgarlı, bu eserinde börk üretimi için gerekli olan kalıbın kâğıttan veya çamurdan yapıldığını; kalıba göre kesilen keçe ve ipek örtülerden börk elde edildiğini; imece usulü ile yapılan börk dikişinin bir ihtisas alanı olduğunu anlatmıştır.

Yine bu dönemde börk ve börkçülük giyim eşyalarının bir parçasını oluştururken atasözlerine de girmiştir. Türk atasözleri arasında ?Kelin geleceği yer börkçü dükkânıdır? ve ?Acemsiz Türk börksüz baş olmaz? gibi sözlere yer verilmesi bu konunun önemini vurgulamaktadır.

Selçuklu Türklerinde; başa giyilen ?börk?e verilen önem, çizmelerde de eski yerini korumuştur. Hunların kullanıldığı keçe çorap ve çizmeler, Göktürkler ve Uygurlar döneminde devam etmiş ve Selçuklu döneminde başta hükümdar olmak üzere halkında geleneksel giyim eşyaları arasında yer almıştır. Köymen (1983)?in ?Alparslan ve Zamanı? isimli eserinde belirttiği ?Tuğrul Bey, 1038 yılında Nişapur?a girdiği zaman, sırtındaki ipek kaftanı ile ayağındaki keçe çizmeler dikkati çekmişti? cümlesi yukarıdaki bilgileri tamamlamaktadır.

Diğer yandan bu dönemde en iyi keçe çizmenin Türkmen keçesinden elde edildiğine değinen Kaşgarlı Mahmud aynı zamanda ?O bana çizme yapılan Türkmen keçesi tepmekte yardım etti? cümlesi yer vermiş ve böylece keçe çizmenin birkaç kişi tarafından yapıldığına ilişkin açıklamalarda bulunmuştur.

Kaşgarlı?nın Divanında söz ettiği bu cümleler dışında, Selçuklar döneminde keçe çizme giyme geleneğinin devam ettiğini kanıtlayan örnekler de bulunmaktadır. 13. yüzyıl minyatürlerinden olan ve Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan Varka ve Gülşah minyatürleri arasında Varka?nın ayağında keçe çizme ile at üzerinde savaştığı ve Varka?nın Gülşah?a veda ettiği örneklerde aynı çizimlerle tasvirlerine rastlanması bu bilgileri tamamlamaktadır
kece2.jpg

Selçuklu Türkleri, tepme keçeden yapılmış olan ve genellikle çobanlar tarafından giyilen kepenekleri kullanmışlardır. Gerektiğinde, başı yağmurdan ve tipiden korumak üzere, kepeneklerin arkasına külah (kapşon) şeklinde yine keçeden yapılmış bir çeşit başlık ilave etmişlerdir. Kepenekler, özellikle çobanları simgeleyen bir giysi özelliği taşımış ve ?kepeneği olan kimse ıslanmaz, gemli at hoş arılanmaz? cümlesi ile Selçuklu döneminin atasözlerine arasına da girmiştir.
kece3.jpg

Anadolu Selçukluları döneminde önemli keçe merkezlerinden birisi Konya olmuştur. Nitekim Konya?da, Selçuklulara ait olan ve 1283 yılında tamamlanan, Sahip ata Külliyesi?nde ?keçecilik? adı verilen, keçelerin pişirilmesinde kullanılan özel bir bölümün bulunması bu sanatın, Konya?da yoğun şekilde yapıldığını belgelemektedir.

Diğer yandan Mevlana?nın Horasan?ın Belh şehrinden ailesiyle birlikte Anadolu?ya göçmesi ve Konya?da yerleşmesi Anadolu Selçuklu Devletinin en parlak yılları olan 13. Yüzyıla (1228) rastlar.

Bu dönemde Mevlana?nın kurduğu Mevlevi teşkilatına üye kişiler, başlarına ?sikke? adı verilen ve tepme keçeden özel olarak yapılmış keçe külahlar giymişlerdir. 16. yüzyıl sonlarına ait bir minyatürde Mevleviler; örgütün simgesi durumunda olan bu keçe külahları ile tasvir edilmiştir.

Yine 17. yüzyıla ait halk resimleri arasında yer alan ve British Museum?da bulunan albümde; ayaklarını mühürlemiş, sema eden bir Mevlevi, başına giydiği tepme keçe sikke ile tasvir edilmiştir.

Mevlevilerin giydikleri bu sikkeler; önce yalın kat keçeden yapılmış, daha sonra da iç içe iki kattan elde edilmişlerdir. Koyu veya açık kahverengi, deve yünü veya doğal beyaz renkte tiftik kullanılan bu tepme keçe sikkeler o dönemde külahçı dükkânlarında satılmıştır. Üretim yerleri ise genellikle Konya olmuştur.

Mevleviliğin bir sembolü olarak kabul edilen tepme keçe sikkelerin önemini, Konya Müzesi?nde bulunan bir sülüs yazısında bulunan şu beyit açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bu Cihanda eğer altın ola namın

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana?nın

Sikke Nedir? :
kece4.jpg

Külâh-ı Mevlevi ve fahir de denen sikke, içice geçmiş iki kat ve koyu kahve renginde, yahut bal rengi veya beyaz, aşağı yukarı 45 - 50 santimetre uzunluğunda, dövme yünden yapılma bir külahtı. Üst tarafı, alt tarafına nispetle birazcık dardı.

İlk zamanlarda alt kenarı kalın, üstü sivrice ve kalıpsız olan sikkeler, son zamanlarda boyca kısalıp yukarıdaki uzunluğa indiği gibi keçe de incelmiş ve fese benzemişti. Sikke zamklanır, kalıplanır, ütülenir, parıl parıl bir hale getirilirdi.

Şeb-külâh denen ve gece yatılırken giyilen sikkeler, arakiyyeden uzun, arakiyeden kısa ve kalıpsızdı. Son zamanlarda yalın kat sikke giyenler de vardı.

Sikkelerin kenarlardan itibaren üste doğru basık ve tepesi keskin «külah-ı seyfî - kılıca benzer külah» denirdi. Son zamanlarda bu çeşit sikke giyen yoktu. Dîvâne Mehmed Çelebi ve dervişleri, bazan bu çeşit külâh giyerlermiş ve zaten seyfî külah ona mensupmuş. Yûsuf Sîneçakın mezar taşında da seyfî külah vardır. Anlaşılıyor ki bu külah, daha ziyade Şemsî Mevlevîlere aitti.

Tepme keçe sanatı Mevlevilerin sikkeleri dışında ?Elifi Nemed? adı verilen kemerlerinde de (kuşaklarında) kullanılmıştır. 8?10 cm genişliğinde, 150 cm uzunluğunda, tepme keçeden oluşturulan bu kuşakların üzeri parlak bir kumaşla kaplanmıştır.

Diğer yandan, ?13. Yüzyılın başlarında (yaklaşık 1206 yılında) Anadolu?ya gelen Ahi Evran; ?Ahilik? adı verilen teşkilatı kurmuştur?. ?Anadolu?da esnaf ve sanatkârları bir araya getiren bu kuruluş içinde keçecilik sanatına da yer verilmiştir. Ahilerin, beyaz yünden elde edilmiş keçe külah giyinmeleri? ise bu sanata verdikleri önemin bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

alıntıdır...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Anadolu Elişi | Çorap Ve Eldiven


Antik çağlardan günümüze günlük hayatımızın vazgeçilmez öğeleri olan çorap ve eldivenler, Anadolu geleneğinin içinde üzerine işlenen motifleriyle sahibinin sesi de olur.


Anadolu toplumunda çorap ve eldivenler, örgü el sanatıyla oluşan zengin motifleriyle bir sözlüğe benzer, her biri ayrı anlama gelen... El ve ayak anatomisine “tıpa tıp” uyan, esnek olup günlük hayatta işlevsel rol alan, iki ya da beş madeni veya ahşap şişle örülen çorap ve eldivenler önemli giysi parçalarıdır. Eli, ayağı her türlü doğa olayına karşı koruyan, onu binbir motif, inançla süsleyen, zor yaşam koşullarına anlam ve renk katan çorap ve eldivenlerin sesini dinleyelim...

ÇORABIN KISA TARİHİ

MÖ 5. yüzyılda Altay Pazırık kurganında bulunan keçe çoraplar, Türklerde çorap geleneğinin çok eskilere dayalı olduğunu kanıtlar. Eski Yunanlı şair Hesiodos, hayvan kılından örülen bir ayakkabı astarından (piloi) söz eder. Örgüyle yapılmış, ayakkabı astarı dediği şey, çorabın bir türü olabilir. MS 2. yüzyıldan başlayarak keçe ya da hayvan postundan kesilerek dikilen, ama esnek olmayan çorap benzeri giyeceklerin üretildiği de biliniyor.
Anadolu kültüründeki çorapların benzerlerini ise Balkan ülkelerinde, Türkmenistan’da, Yunanistan’da, sürüleriyle yaşayıp oradan oraya dolaşan topluluklarda da görebiliyoruz. Türkçe’deki çorap sözcüğü ise Farsça kökenlidir. ‘Gorab’ sözcüğü, Arapça’ya ‘curap’, buradan Türkçe’ye ise ‘çorap’ olarak geçer ve Balkan diline de girer. Türkmenistan’da ise çoraba ‘ceşka’ adı verilir.
İngilizce çorap anlamına gelen ‘sock’ sözcüğünün kökeni olan Latince ‘soccus’ ise, aslında alçak topuklu hafif ayakkabılar için kullanılırdı. Romalılar bu sözcüğü antik Yunanlılardan almıştı. Yunanlıların giydiği ‘sukkhos’, yani ayağa dolanan bir posttan yapılan hafif ayakkabılar, Romalılar zamanında, Britanya’nın işgali ile adalara taşındı, çizmenin içine giyilebilen bu bir tür çoraplarla ayakların korunabileceğini gören Anglosaksonlarca benimsendi.
El örgüsü çorap bugünkü biçimine ise, 17. yüzyılda örgü makinesini icat eden William Leey sayesinde kavuştu. Ardından ipek çorapların üretimi geldi. 1930’larda naylonun bulunmasıyla sanayi, ipek çorap üretme bağımlılığından kurtuldu ve dayanıklılığı nedeniyle naylon çoraplar yavaş yavaş piyasaya sürülmeye başlandı. Amerika’da üretilen ilk naylon çorapların, ‘naylon günü’ ilan edilen 15 Mayıs 1940’ta satışa sunulacağı duyurulmuştu. Dükkânlar açılmadan önce önlerinde oluşan kuyruklarla çoraplar daha o gün tükendi.

PARMAKLAR ARASINDA BEŞ ŞİŞ

Anadolu’da çoraplar yün, tiftik, pamuk, deve yünü, keçi kılından elde edilen malzemenin ipliğe dönüştürülmesiyle örülür. Anadolu toplumunda çorap, eldiven örmesini bilmeyen kadın, kız yok gibidir. Çorabı, eldiveni yolda, kapı önünde komşularla yarenlik ederken, sürüsünü güderken, ev ziyaretlerinde, boş zamanlarında durmadan örer… Parmaklar arasında beş şiş döne döne, ilmek ilmek motifleri oluşturur. Bazı yörelerde erkekler de kahvelerde ve köy odası toplantılarında kendi giyecekleri çorap ve eldivenleri örerek ev üretimine katkıda bulunurlar.
Eldiven bilekten örülmeye başlar. El kısmı bitince, beşe bölünerek, boy boy parmaklar örülür, tırnak kısmı kırmızı renkle, ‘kınalı ellik’le tamamlanır. Çorapların da burun, topuk, taban, bilek ve ağız kısmında çok hoş bir örgü tekniği uygulanır.

MOTİFLERİN DİLİ

Anadolu köylüsünün yaşam felsefesi çorapların, eldivenlerin üzerine kısa, öz sözcüklerle yazılır. Elin uğurlu, şifalı, ayakların ‘deve tabanı’ gibi güçlü olması, gidilen yoldan sağ salim geri dönülmesi, doğa olaylarından, kazadan, beladan, kem gözlerden korunması için çeşitli motifler işlenir. Halı, kilim ve diğer dokuma türlerinde de görülen bu motifler, bitkilerden, çiçeklerden, kutsal sayılan hayvan uzuvlarından, kullanılan araç ve gereçlerden, düşsel buluşlardan alınıp stilize edilir. Bu gelenekselliğin içinde oluşturulan renk renk, çeşit çeşit çorap motiflerine verilen; ‘saç bağı’, ‘küçük gegekli (küçük kuş gagası)’, ‘töngel çiçeği (böğürtlen çiçeği)’, ‘koç boynuzu’, ‘üzüm asması’, ‘gül bahçesi’, ‘bülbül gözü’ gibi yüzlerce sözcük bulunur. Köyden kasaba pazarına inen, evli erkek ‘büyük ağa’, bekarsa ‘küçük ağa’ motifli çorap giyer. Bir delikanlının sevdiği ele gitmişse, yüreği yangınsa ‘yârimi eller aldı’ çorabını ayağına geçirir. Gelinler ‘güllü’, güveyler ‘dallı’ motifli çoraplar giyer.
Çorap aynı zaman önemli bir hediyedir. Bir kız çeyizi için en az 20-25 çift çorap örülür. Ve bunların bir kısmı armağan olarak çevreye dağıtılır. Kızlar nişanlılarına çorap örüp yollar. Düğünlerde, bayramlarda, özel ziyaretlerde de çorap bebelere, çocuklara, gençlere, yaşlılara hediye edilir.
Ayak anatomisine uyan ve bugün makinelerin ürettikleri gibi ayakkabı, çizme, çarık ve botla giyilebilen bu renk renk, süslü Anadolu çorapları yüzlerce yıl öncesinin önemli bir buluşuydu. Göçebe toplumların kâşifliğini yaptığı çoraplar ve eldivenler, vazgeçilmezlerimiz olarak günlük hayatımızda binbir çeşidi ile yer almaya devam ediyor.


Fotoğraflarda görülen çorap ve eldivenler, Sabiha Tansuğ Koleksiyonu’na aitttir.




20_305007.jpg

20_305009.jpg

20_305011.jpg




20_305026.jpg
20_305042.jpg


20_305045f.jpg

20_305053.jpg

20_305054f1.jpg

20_305054f.jpg

20_305055.jpg

20_305057.jpg

20_305059.jpg

20_305060.jpg

20_305062.jpg

20_305TOPLU.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
SEDEFKÂRLIK


SEDEF NASIL OLUŞUR?

tara00193ke.jpg


Sedef, sıcak denizlerin akıntılı sularında Tuz, kireç ve fosfordan oluşan kalker bir maddedir. Beyaz, arusek, çöp, taş sedef olmak üzere çeşitlenir. Beyaz sedef, çift kabuklu ve daha düzdür. Hakim renk beyaz olsa da; ışığa göre açık mavi, pembe, yeşil, sarı tonlar taşıyabilir. Arusek sedef; tek kabuklu ve açık pembe, mavi, yeşil tonlarındadır. Çöp sedef koyu renkli, daha çok meneviş ve desen taşır. Taş sedef ise, beyaz sedefin daha az parlak olanına denir. Sedefin genel olarak bulunduğu yerler özellikle zarif incilerin toplandığı bölgelerdir. Avustralya'nın kuzeyi ve doğusu, Tahiti, Gambier adaları, Meksika'nın Büyük okyanus kıyıları ve Madakaskar'da bol miktarda bulunur.

Sedef'in aslı, bilindiği gibi deniz yumuşakçalarının kabuklarıdır. Uzun ömrün sembolü sayabileceğimiz bu kabuklar, milyonlarca yıllık fosiller halinde karalarda da görülür. Sıcak denizlerin yetiştirdiği çok iri yumuşakçaların kabukları, zengin sedef kaynaklarıdır. Hammaddesinin sıcak denizlerden sağlanması dolayısıyla sedefkârlığın Doğu'da başladığı tahmin edilmektedir. Sümer mezarlarında rastlanan ilk sedef işçiliği örnekleri de bu iddiayı güçlendirmektedir. Çin, Hindistan, Siyam gibi Uzak Doğu'nun "sanatı ve sanatkârı bol" ülkelerinde doğan sedefkârlık, Orta Asya Türkleriyle beraber Anadolu'ya gelmiştir. Çabuk kırılabilen "nazlı" bir malzeme oluşu ve genellikle ahşap üzerine uygulanması nedeniyle, çok eski sedef işçiliği örneklerine ne yazık ki yeterince sahip değiliz. Ancak gerek Marko Polo ve gerekse Türklerle ilişkisi olan bazı Bizans elçilerinin hatıralarından, ". . .Türklerin sedef veya sedefle bezenmiş çeşitli eşya yapımında" usta olduklarını öğreniyoruz. Osmanlı devrinde ilk sedef süsleme işlerine, Edirne'deki İkinci Bayezid Camii kapı kanatlarında rastlamaktayız.

SEDEFkarlıkta kullanılan malzemeler

Bağa, fildişi, kemik, çeşitli filetolar ve altın, gümüş gibi kıymetli madenler sedefkârlıkta kullanılan diğer malzemelerdir. Bunların hepsine birden bezeme veya süsleme malzemeleri diyoruz. Bağa; büyük kaplumbağaların sırtından çıkar, tırnaksı bir maddedir, ısıyla yumuşatılır ve istenilen forma girer. Açık ve koyu sarı, kahve, kızıl kahverengi, menevişli estetik bir malzemedir. Alt kısmına altın varak yapıştırılarak kullanılır. Fildişi, sert ve dokulu bir malzemedir. Fileto ise üst üste yapıştırılan ahşap ve ona uygun malzemelerin yanlamasına kesilmesiyle elde edilen bir süsleme unsurudur. Altın ve gümüş özellikle günümüzde takı çalışmalarında kullanılmaktadır. Ahşap olarak, bu süsleme malzemelerini iyi gösterecek koyu renkli abanoz, pelesenk, ceviz ve maun gibi ağaç türleri tercih edilir.



SEDEF NERELERDE KULLANILIR?

Ceviz, abanoz, maun vb. ahşap yapıtların üzerine çeşitli formlarda açılan yuvalara, aynı biçimlerde kesilmiş sedefleri yapıştırarak gömme yoluyla yapılan süslemeye "sedef kakma" denir. Ahşabın üzerine sedefleri çeşitli motifler oluşturacak biçimde doğrudan yapıştırarak elde edilen bezemeyi "sedef kaplama" denir. İnsanoğlu bu cazip maddeyi herhalde ilk gördüğü andan itibaren kullanmış, güzellikler meydana getirerek, "sedefkârlık" denilen bir meslek oluşturmuş. Bu alandaki son büyük usta olan sedefkâr Vasıf, Sedefkarlığı "ahşap bezeme sanatı" olarak tanımlıyor. Sedefin daha çok ahşapla beraber kullanılması da bu tarifi doğruluyor. Biz de buna bir uygulama sanatı dersek yanlış olmaz herhalde. Çünkü elde, mevrut desen ile formlar vardır ve sedefkâr bunları sedefe uygular. Hattat yazıyı yazar, müzehhib deseni çizer. Sanatkara düşen, bunları bozmadan, kendi zevk unsurlarını da katarak işlemektir.

Osmanlı'da sedef neden bu kadar yaygındı?


Sadece Osmanlıda değil, diğer bütün medeniyetlerde sedef vardı. Çünkü sedef çok fotojenik bir malzeme, sedeften yapılan bir eser insanı mutlu ediyor. İkincisi sedef denizden geliyor. Onun için mazisi temiz, altın gibi kirli değil. Dolayısıyla sedef hem diğer sanatlarda süsleme unsuru olarak hem de başlı başına bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ahşabın yanında, altınla beraber, zümrüt, yakut, lal taşı gibi değerli taşlarla beraber hatta gümüşle beraber yan yana kullanıldığı zaman fotojenik bir görüntüsü olduğu için her yerde çok değişik şekillerde işlenebilir. Onun için benim sanatımı sorduklarında kuyumculuk ile marangozluk arasında bir iş diyorum. Bazen takı yapıyoruz bazen bir sarayın kapısını, bazen bir hocanın konuştuğu kürsüyü yapıyoruz, bazen insanların okuduğu Kur'an rahlesini...

Osmanlı ülkesinde bu sanat öylesine rağbet gördü ve gelişti ki; Kur'an mahfazalarından sultan kayıklarının köşklerine; yeniçeri yatağan kabzasından, hattatın hokka takımına; Çelebi'nin kavukluğundan, Hanımefendi'nin nalınına kadar hemen her yerde sedef kullanıldı. Öyle ki, Hocazade Saadeddin, Fatih Sultan Mehmed'in cenaze töreninden bahsederken, "Tabutun som sedeften yapılmış olduğunu" bildirmektedir (kanaatimizce burada "sedef kaplamalı" bir tabut tarif edilmektedir). 15. yüzyılda Topkapı Sarayı dâhilinde bir sedef atölyesi kurulduğu ve burada sedefçilik öğretildiği kaydedilir.

Sedefkârlık her şeyden önce bir "çizim, ölçü ve estetik sanatı" olduğundan mıdır bilinmez, saraydan yetişen ünlü mimarlardan pek çoğunun aynı zamanda bu sanatın ehli olduğunu görüyoruz. 16. ve 17. yüzyıllar, sedefli eşya kullanmanın İstanbul'da bir moda haline geldiği çağlardır. Ayrıca sedef, mimari unsurların süslemesine de alabildiğine girmiştir. Üçüncü Murad'ın Ayasofya Camii haziresindeki türbesinin kapı kanatlarına Dalgıç Ahmed Ağa; Sultanahmet Camii'nin pencere ve cümle kapısı kanatlarına da Mimar Mehmed Ağa gibi ünlü yapı ustaları tarafından sedef kakmalar yapılmıştır. Evliya Çelebi, Dördüncü Murad devri sedefkârlarından bahsederken şöyle diyor: "100 dükkân, 500 neferdürler. Pirleri Şuayb-i Hindi'dir..."

19. yüzyıla girerken, sedefkârlık geçmiş dönemlerdeki ilgiden yoksun kaldığı için giderek gerileyen bir sanat olmuştur. 19. yüzyılın sonunda, tıpkı sönmek üzere olan bir mumun son parıltısı gibi, sedefkârlık vadisinde iki ışığın parladığını görüyoruz: Sultan İkinci Abdülhamid ve Sedefkâr Vasıf (Sedef)...

Esaslı bir "ince marangoz" olan İkinci Abdulhamid, Yıldız Sarayı'nda kurduğu Sedefhane'de kendisi de bizzat çalışarak latif eserler vermiştir. Vasıf Hoca'ya gelince... 1876 Beşiktaş doğumlu bu sanatkâr, Mekteb-i Bahriye'nin Marangoz ve Oymacılık Bölümü'nden 22 yaşında mülazım (teğmen) rütbesiyle mezun olmuş; 1912 yılında, yani 36 yaşındayken binbaşı rütbesiyle emekliye ayrılarak Beşiktaş'ta açtığı atölyesinde çalışmaya başlamıştır. Türk sedefkârlığının literatüre geçen en son "mükemmel" eseri, Vasıf Sedef'in yaptığı, Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi'ndeki kapılardır.

1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi'ndeki Şark Tezyinatı Şubesi'nde bir "Sedefkarlık kürsüsü" kurulmuş ve Vasıf Sedef bu kürsünün öğretim üyeliğine getirilmiş, ölümüne kadar (1940) bu görevini sürdürmüştür.

Sedefkarlık sanatını omuzlayıp 20. yüzyılın ortalarına doğru getirmeye çalışan Vasıf Hoca dan başka, bu sanatın son ustası, 1982 yılında kaybettiğimiz Nerses Semercioğlu'dur... Sedefçilik sanatını 1980'lerin başına kadar getiren son profesyonel kişi olan Nerses Semercioğlu, "yeniden keşfedilircesine" 1950'lerden sonra değer kazanmaya başlayan bu sanatla geçimini sürdürmüştür. Ancak günümüzde kendi çabası ile bu sanatı üst düzeyde icra eden birkaç ustanın da bulunduğunu söyleyebiliriz. Sedef işçiliği, Gömme (veya Kakma), Kaplama ve Macunlama teknikleri olmak üzere üç değişik tarzda yapıla gelmiştir. Ayrıca, sedef işçiliği, gerek motif özellikleri ve gerekse kullanım sahaları ve tarzları bakımından 4 ana grupta toplanmaktadır; Eser-i İstanbul, Şam işi, Viyana işi ve Kudüs işi... Bunlardan ilk ikisi tamamen Osmanlı karakteri taşırlar; gömme veya kaplama tekniğiyle hazırlanan "İstanbul işi" eserlerde; fildişi, bağa (kaplumbağa inceltilmişi) ve kemik gibi yardımcı unsurlar kullanılır. Bağanın altına 'altın varak" yapıştırılır. Sedef ve diğer malzemenin daha ziyade geometrik biçimlerde kullanıldığı bir işçilik şeklidir.

Bir zamanlar Osmanlı Devleti'nin bir vilayeti otar Şam'da ortaya çıktığı için Şam işi olarak adlandırılan teknik de yine gömme (kakma) denilen tarzda hazırlanır. Şam işinde "taş sedef" dediğimiz kalın ve beyaz sedefin sadece bir yüzü düzeltilir; diğer yüzü kaba bırakılarak ağaca gömülür; sedefin çevresine 1 mm genişlik ve 1 mm derinlikte kurşun-kalay karışımı teller çakılır.

Viyana işi ise, "Boule" adı verilen metal kaplama tekniğinin yanında düzensiz olarak yerleştirilen sedef parçalarından meydana gelir. Daha ziyade, "arusek" ismi verilen veya "çöp" diye bildiğimiz renkli cins sedeflerin kullanıldığı yerler; masa, kanepe, komodin, büfe, ayna gibi eşyalardır.

Kudüs işine gelince... Bu teknik mobilyada veya diğer küçük eşyada kullanılan bir teknik değildir. Sedef kabuklar üzerine yapılan cami ve benzeri maketler, bitki ve hayvan motifleri olarak kendisini gösterir.

tara00019mr.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Oltu taşı

14_121IMG_2248.jpg


Zahmetle çıkarılıp hünerle işlenen oltutaşı, ihtişamlı ama mütevazı haliyle yeraltının siyah incisidir.


Erzurum, Anadolu’nun ‘dadaşlar diyarı’dır. Rüzgârın sert estiği, estikçe savurduğu; yaşamın delice ve dingince insana doğru aktığı bir yer... Bizans, Selçuklu ve Osmanlı döneminin kalıntıları ve eserleri ile dünü bugünde de yaşatan; yaylaları, ovaları, çağlayanları ve yiğit insanları ile yaklaşık 2000 metre yüksekliğinde bir yayla şehridir. Türküleri, masalları, çağ kebabı ve oltutaşı ile bir bütündür yaşam...


14_121IMG_2209.jpg


İnsanoğlunun bilinen en eski süs eşyalarından olan oltutaşı, Erzurum’un en önemli simgelerinden biridir ve en kalitelisi de bu topraklarda bulunur. Oltu ilçesinin Güzelsu, Güllüce, Yeşilbaşlar, Alatarla, Dutlu, Çataksu ve Sülünkaya gibi çevre köylerinde bol olarak görülen oltutaşı, yöre insanının emeği ile yeraltından bin bir güçlükle çıkarılır. Taşın saklanması ve şekil verilmesi de ayrı bir özen ve emek gerektirir. Her usta bir heykeltıraş titizliğinde çalışır, yumuşak oltutaşını çifte su verilmiş bıçakla yontup zımparalayarak şekil verir. Tebeşir tozu ve zeytinyağı ile cilalanan taşlar, kolyeden küpeye, sigaralıktan yüzüğe pek çok süs eşyasına dönüşüverir. Özellikle erkeklerin ellerinden düşürmedikleri oltutaşından tespihler tüm ihtişamlarıyla “ben de varım” der gibidir.

KRALİÇE VİKTORYA’NIN TAŞI

Fosilleşmiş reçine ya da fosilleşmiş ağaç gövdelerinden oluşan oltutaşı, yumuşak bir linyit türüdür. Hakim renk siyahtır, ancak nadiren de olsa gri-yeşilimsi renkli olanları da vardır. Dünyanın pek çok yerinde çıkarılan oltutaşının tarihi Bronz Çağı’na dek uzanır. Zengin Romalıların mücevherlerini ve değerli süs eşyalarını süsler. Ortaçağda tespihler, kutsal emanet sandıkları ve heykeller yapılır bu siyah taştan. Yazılı kaynaklara göre, 17. yüzyılda oltutaşının tozu doktorlar tarafından ilaç niyetine kullanılır. En ihtişamlı günlerini Viktorya döneminde (1837-1901) yaşar. Kocası Prens Albert’in yasını tutan İngiltere Kraliçesi Viktorya’nın hayatının sonuna dek oltutaşından mücevherler takması bir moda başlatır. O dönemde gücü yeten herkes, bu taştan yapılma yüzük, broş ve kolyeler taşımaya başlar. Erzurum’da ise ata yadigarı sanatlarını devam ettiren ustalardan öğrenildiği kadarıyla oltutaşının işlenmesi 200-250 yıllık bir maziye sahiptir.

YÜREK VE SABIR İŞİ

Oltutaşının çıkarılması hem zor, hem de çok zahmetlidir. Erzurum’da çıkarıldığı köylerin arazisi çok engebeli ve dik yamaçlardan meydana geldiği için madene ancak yaya olarak ulaşılabilir.

Yöre halkı tarafından babadan kalma yöntemlerle dağların oyulmuş, parçalanmış kısımlarına 80 cm çapında dik galeriler açılır. Ancak iki kişinin birlikte çalışabildiği galerilerde aydınlanma el feneri veya deveci lambası ile sağlanır. Kazma, kürek, murç ve çekiç gibi eski aletlerle çalışılır. Oltutaşı cevheri çok ince, zaman zaman kaybolan yani kırılmış damarlar halinde bulunduğundan çok fazla çıkarılamaz. Topraktan çıktığında çok yumuşak olmasına rağmen hava ile temas ettiğinde hemen sertleşir. Bu yüzden de galeriden çıkıp cilalanana kadar mutlaka nemli ortamda saklanır. Büyük emekle çıkarılan bu maden küçük atölyelere gönderilir. Atölyelerde, tasarlanan süs eşyalarına göre sınıflandırılan maden, el çarkı ile işlenir. Bu işlem yürek ister, sevgi ister ve her şeyden öte derin bir sabır ister. İşin püf noktası ise taşın yumuşak ve nemli kalmasının sağlanmasıdır. Bu yüzden işlenecek kadar maden, su içinde bırakılarak korunur. Geri kalanı ise yeniden toprağa gömülerek saklanır.

TAKLİTLERİNDEN SAKININIZ

Oltutaşı işletmeciliği günümüzde Rüstempaşa Bedesteni’nde hâlâ sürüyor. Yöre halkının Taşhan olarak bildiği bu tarihi çarşı, Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı ve sadrazamı Rüstem Paşa tarafından yaptırılmış. Oltutaşı atölyelerini görmek; erzurumtaşı, karakehribar, sengi, musa da denilen bu yeraltının siyah incisine sahip olmak isteyenlerin ilk durağıdır burası.

Oltutaşından en çok yapılan ve en çok tanınan ürün hiç şüphesiz tespihlerdir. Ünü Türkiye dışına da yayılan oltutaşı tespihler, elde çekildikçe daha çok parlayıp güzelleşir. 33’lük olanına ‘tek sayı’, 99’luk olanına ‘üç sayı’ adı verilen tespihler gümüş işlemesine göre kuka (yuvarlak), kızılcık, mercimek, kesme gibi isimler alır.

Doğanın bu çok özel armağanının sahteleri de var ne yazık ki. İşte gerçeği ile sahtesini ayırt etmenin birçok yolu size: Elinize alıp nefesinizle buharlaştırdığınızda, oltutaşı buharı çeker ve üzeri nemlenir. Özellikle tespihlerin kendine has ağırlığı ve tok bir sesi vardır. Örneğin camdan olanlar çok ağır, plastikler çok hafif olurlar. Kızgın bir toplu iğnenin ucunu batırdığınızda eğer elinizdeki taş oltutaşı değilse iğne içine batar; oltutaşıysa iğne işlemez. Sürtünme ile elektriklendiği için küçük kağıt parçalarını kendine çeker. Oltutaşı bıçakla hafifçe kazındığında kahverengi toz çıkarır. Her ustanın farklı hikâyeler düşünüp işlediği, akıp giden zamana rağmen varolan oltutaşı, insan sıcağı ile daha çok parlar.

SİYAH TAŞIN TILSIMI

Yaşlılar hep aynı masalı anlatır torunlarına. Anlatırken bir de bakmışsınız bugün ve dün karışmış. Şöyle başlar her masal: Kör Ali’nin güzel mi güzel bir kızı varmış. Öyle deli dolu imiş ki, rengârenk çiçekli şalvarı, rüzgârda uçuşan yemenisi ile allı pullu bir kelebeğin peşine takılır; bal arayan arı gibi bir taraftan diğer tarafa savrulurmuş. Bu güzel kız, bir gün ışıl ışıl parlayan bir gölün kenarında seyrüsefaya dalmış. O anda gökyüzü yeryüzüne pınar olmuş akmış, sanki yaşam değişmiş, kız büyük anneannesinin anlattığı tılsımın içine düşmüş. Ne gökyüzü, ne yeryüzü sadece o an ve o yağız delikanlı varmış. Saatlerce süren uzun bakışmalar sonunda, bir anda gencin boynunda göz alıcı parlaklıkta simsiyah bir inci belirivermiş. Nedir ne değildir tam bilinmez ama tek bilinen boynundaki taşın aşk tılsımı olduğuymuş. Aşkı mıknatıs gibi çekip, kızcağızın kalbini kor etmiş, sudaki delikanlıya ölene dek aşk ağıtları yaktırmış.

İşte bu tılsımlı siyah taşın oltutaşı olduğu ve olağanüstü güçleri içerdiği rivayet edilir yörede. Her delikanlı, her genç kız, her sevdalı siyah incinin tılsımına inanır. Bu masal dilden dile dolaşır, usta ellerin işleriyle her gün yeniden yazılır. Her madenci zamanla Ali’nin kızını görür oltutaşının içinde. Her usta kendi aşkına şekil verir elleriyle. Yontulan taş bir olur bedenimizle, aşkı işler kalbimize...

14_121IMG_2178.jpg


14_121IMG_2165.jpg


14_121IMG_2256.jpg


14_121IMG_2260.jpg


14_121IMG_2263.jpg


14_121IMG_2279.jpg


14_121IMG_2558.jpg


14_121IMG_2755.jpg


14_121IMG_2819.jpg


14_121IMG_2899.jpg


14_121tesbihzemin.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
oltu_tasi4.jpg


Oltu, tarih ve kültür bakımından zengin bir ilçedir. Güzel bir el sanatı olan Oltu Taşı işletmeciliği bu zengin kültür ilçesinde kendine has bir yeri vardır.
Oltu Taşı kıymetli bir maden taşı olup, sadece Oltu ve çevresinden çıkmaktadır. 3213 sayılı Maden Kanunu'nda kıymetli taşlar arasında olduğunun tescili dahi yapılmıştır. Çıkarılması, zor, rezervi az, fakat işlenmesi kolaydır. Oltu'nun sembolü olup yüzlerce ailenin ekmek teknesidir.

Oltu Taşının teşekkülü

Oltu Taşı çıkarılan yerlerdeki bitki fosillerinden anlaşıldığına göre, ağaçların reçinesi ile kil ve linyitin karışımından teşekkül ettiği tahmin edilmektedir.

Oltu Taşının çıkarıldığı köyler

Oltu Taşı madeni genellikle Oltu'nun kuzey doğusundaki köylerden çıkar. Bunlardan bir kısmını şöyle sıralamak mümkündür. Dutlu, Güllüce, Yeşilbaşlar, Taşlıköy, Sülünkaya, Alatarla, Hankaskışla ve Çataksu köyleridir.

Oltu Taşının çıkarılışı

Yukarıda zikredilen köylerin arazisi genellikle çok engebeli dik yamaçlardan meydana geldiği için maden çıkarılan ocaklara ancak yaya ve zorlukla ulaşılabilir. Kazma kürek, murç ve çekiç gibi ilkel aletlerle çalışılır. Açılan ocakların çapı 70-80 cm. civarında olup, dike yakın bir eğilimle ilerlemektedir. Oltu Taşı cevheri üç-beş cm kalınlığında ve zaman zaman kaybolan, yani kırılmış damarlar halindedir. Ocaklarda biraz ilerleyince su çıkar ki, bu hafriyatı diz üstü sürünerek belki 200 metre uzunluğundaki ocaktan çıkarmaktadır. Maden cevherinin az ve çıkarılmasının zorluğu Oltu Taşının kıymetini daha da artırmaktadır.

Oltu Taşı'nın özellikleri

1. Topraktan çıktığında çok yumuşak olmasına rağmen, hava ile temas edince sertleşmektedir.
2. İşlenmesi kolaydır.
3. İşlendikçe sertleşir.
4. Kullandıkça parlar.
5. Rengi genellikle siyah, bazen de kahverengidir.
6. Çıra gibi is çıkararak alevli bir şekilde yanar.
7. Sürtünme ile elektriklenerek hafif cisimleri çeker.

Oltu Taşı İşletmeciliği Tarihçesi

Oltu Taşı işletmeciliği günümüzden 200 sene öncesine kadar gitmektedir. Ancak bu güzel sanat, asıl önemini Cumhuriyet döneminde kazanmıştır. Oltu Taşı madeninin çıktığı bazı köylerdeki ocak kalıntıları ile yaşlı ustaların "Ben babamdan, babam dedemden, o da babasından öğrenmiş." şeklindeki canlı şahitlerinden bu sonuca ulaşılmaktadır.

İşlenmesi

Oltu Taşı'nı toprak altından bin bir güçlükle çıkaranlar, genellikle işlemesini yapmazlar, İşleyenlere hammadde olarak kilo işi satarlar. Bu günkü piyasa şartlarında kilosu bir milyon TL civarındadır. Yeri gelmişken hemen şunu belirtelim ki taşı çıkartanlar, hammaddeyi işleyene pazarlayanlar, işleyerek mamul hale getirenler, işçiden alarak dükkanlara satanlar hep ayrı kişilerdir. Yani Oltu taşı tüketiciye ulaşana kadar 4-5 el değişmektedir.
Satın alınan taşlar, yapılacak mamulün, tip ve cinsine göre uygun bir şekilde küçük bir keserle kütük üzerinde kırılarak içindeki yabancı maddeler, çatlaklar temizlenir. Bu aşamada taş çok fire verir. Öyle ki bir kilo hammadde Oltu Taşı'ndan ortalama yedi tespih çıkar. Keserle kırılan taşlar bu defa bıçakla etrafı yontularak lobut haline getirilir. Sonra tornaya takılan bir biz aleti ile teker teker delinir. Delinen taşlar çark denilen tornadaki mile takılır. Usta, bir eli ile çarkı çevirirken, diğer elindeki keski ile milde dönen taşı tornaya çeker. Milden çıkarmadan önce, çırtı ağacının kömürünün tozu ve Palandöken Dağından getirilen tebeşir taşının tozu ile cila verilerek parlatılır. Artık işlem tamamdır. Bu anlattığımız, tespih tanelerinin yapım şeklidir. Ağızlık, gerdanlık, kolye, küpe ve buna benzer süs ve ziynet eşyaları da elde tek tek ve özenle işlenir. Bu eşyalarında yapımı için kendilerine has değişik aletleri vardır.

Mamul madde çeşitleri

1. Tespih
2. Kolye
3. Gerdanlık
4. Fincan takımı (Çok nadir bulunur)
5. Yüzük kaşı
6. Sigara ağızlığı
7. Pipo
8. Kol düğmesi
9. Küpe
10. Rozet
11. Kravat iğnesi
12. yaka iğneleri

Bu sayılan mamullerden en çok üretilen ve en tanınmışı, kuşkusuz tespihlerdir. Oltu Taşı tespihlerinin ünü Türkiye dışında da bir çok ülkeye ulaşmıştır. Oltu Taşı tespihi elde çekildikçe parlayıp güzelleştiği gibi insan, buna karşı bağışıklık kazanıyor. 33'lük olanına "tek sayı", 99'lük olanına "üç sayı" adı verilmektedir. Kuka (yuvarlak), Kızılcık, Mercimek, Kesme, gümüş işlemeli tespih tipleri vardır.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
00:21
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
34939310ue7.jpg


47823031mo8.jpg


15630577iy7.jpg


97303733fj8.jpg


77213281sz6.jpg


84858815tq8.jpg





r28817290gq6.jpg


r2881529aq7.jpg


Filografi Nedir?

Filografi ahşap bir zemin üzerine çakılmış çiviler arasından teller geçirilerek belli örgü teknikleri kullanılarak çeşitli desenler meydan getirilmesi sanatıdır. Bu sanat Orta Doğu'da doğmuş batıya ve uzak doğuya yayılmıştır.

Ülkemizde pek tanımayan bu sanat, zorluğu, sabır gerektirmesi nedeni ile az uygulanmakta olup bütün dünyada unutulmak üzeredir. Günümüzde bu sanatın ustalarından biri olan Saim Devrilmez bu sanatın ruh dinlendirici olması ve olumlu psikolojik etkilerinden dolayı Amerika'da evlerde de verildiğini söylüyor.



Nasıl Yapılıyor?

Filografi sanatçısı önce kafasında bazı motifler tasarlıyor. Daha sonra bu motifleri oluşturmak için tahta panolar üzerine bildiğimiz çivilerini belli bir düzene göre çakıyor. Bu çiviler boyanıp verniklendikten sonra, çivilerin arasından çeşitli renklerde iplikler sıkıca geçirilerek önceden tasarlanmış motifler ortaya çıkarılıyor. Ancak bu iplik geçirme de bir ustalık gerektiriyor. Öyle rasgele bütün çivilerden aynı şekilde iplikleri geçirirseniz hiçbir şey elde edemiyorsunuz. Ayrıca bu ipliklerin hem sağlam hem kolay temizlenebilir olması ve hem de temizleme esnasında renklerinin solmaması gerekiyor.

Gerek tahta panonun ve gerekse kullanılacak ipliklerin rengi önceden sanatçı tarafından tasarlanıyor. Seçilen renklerin hem birbirine uyumlu olması hem de motifi ortaya çıkaracak şekilde olması gerekiyor. Yani ne renkler birbiri arasında boğulacak ne de çok fazla zıt renkler kullanılarak insan gözü rahatsız edilecek. Burada bütün iş sanatçının yaratıcı yeteneğine ve ustalığına kalıyor.

Ne işe yarıyor?

Panolar evlerde, işyerlerinde dekoratif amaçlarla kullanılıyor. Para ile de satılıyor ama bu işin hareket noktası hobi olması. O kadar titiz çalışmak gerekiyor ki, verilen emek göz önüne alınırsa maddi kazanç içen yapılamayacak bir sanat.




Konya ve Anadolu'da Filografi

(Çiviyle Telin Aşkı)




Fahri ÖZPARLAK


Çivi ve tel... İsimleri soğuk ancak ikisinin maharetli ellerde şekillenen ve adı sanat olan evliliğinden doğan, hayret verici güzellikteki çocuk; filografi... 38 yıllık can yoldaşı Saim Devrilmez feryat ediyor: "Varlığını bilen yok, filografi ölüyor..."

Çivilerin arasından tellerin geçirilmesi ile objelere estetik görününüm kazandırılması

işlemi olarak tanımlanan filografide, belli örgü teknikleri kullanılarak hat yazıları, simetrik desenler, amblemler, çiçekler ve çizgi film karakterleri panolar haline getirilebiliyor. Çıkış yeri Ortadoğu olarak bilinen sanat, tüm dünyada yapılıyor. Ancak Türkiye'de bazı okullardaki dersler ile hapishanelerdeki ufak çaplı çalışmalar dışında ne bir eğitim ne de bir üretim alanı var. 38 yıldır filografi ile uğraşan Saim Devrilmez, bu alanda Türkiye'de sergi açmış ilk ve tek isim. Son 5 yıldır da hat yazılarını panolarına taşıyor. Şimdi onun yetiştirdiği sanatçılar yavaş yavaş sergiler açıyor.

Ülkemizde Filografi Eğitimi Verilmiyor

TEK'ten emekli bir elektrikçi olan Saim Devrilmez, bu sanata hobi olarak başlamış ve konu hakkında hiçbir eğitim almamış. "Zaten ülkemizde bu alanda eğitim veren bir yer yok, yıllarca kendi kendimi geliştirdim, ilk yaptığım eser bir İngiliz katalogunda gördüğüm kraliçe Elizabeth'in tacıydı". diyor. 150 yıllık Üsküdarlı olduklarını ifade eden Saim Devrilmez, ilk sergisini de burada açmış zaten. Ayrıca İstanbul dışında Antalya ve Bursa' da da sergi çalışmaları olmuş. Emekten Başka Masrafı Yok

Şu anda evinin bir odasında, 25 bin çivilik Yusuf Suresi 101. ayeti üzerinde çalışan Devrilmez, 4 aydır bu çalışma ile ilgileniyor. Ve bu çalışmanın bitmesi için en az 2 ay daha olduğunu söylüyor. "Malzemesi, hiçbir sanat dalının olmadığı kadar ucuz ancak işçiliği korkunç sabır gerektiriyor. Günde 2-3 saatten fazla çalışmak mümkün değil. Kısacası emekten başka masrafı yok bu işin" diye konuşan Devrilmez'e, filografi için gerekli malzemeleri soruyoruz. Sunta, bez, tel ya da naylon ip, ucu kıvrılmış tığ, çivi diye sıralıyor. Nasıl yapıldığını gösterdiğinde ise hayretler içinde kalıyoruz. istenilen model, fotokopi ile büyütüldükten sonra kadife ya da deri olarak seçilen yüzeye konuyor ve çiviler çakılıyor, çiviler paslanmaması için yaldızlanıyor. Ardından altta kalan model kağıdı, iğne ile temizleniyor. Teller önce dolgu, sonra istenilen şekilde çivilerin arasından geçiriliyor. Ve öyle bir ahenk yakalıyor ki ortaya çıkan sonuca inanamıyorsunuz. Peki bu sanatla neler taşınabilir panolara diye soruyoruz, cevabı kısa oluyor: "Siluet hariç her şey."

Filografi Bir Tanınsa...

Yaptığı eserlerin çoğunu hediye ettiğini anlatan sanatçı, zihnindeki filografi ile ilgili projelerinden şöyle bahsediyor: "Fakir muhitlerde, iş alanı olmayan insanlara bu sanatı öğreterek üretime geçmelerini sağlayabiliriz. Deprem bölgeleri için de aynı şeyi düşündüm. Hem ruh dinlendirici etkisi var, hem de bol kazanç sağlanabilir ama ön ayak olan kimse yok, çünkü kimse filografiyi tanımıyor. Bu sanat, turistlerin çok ilgisini çekiyor. İhracata da girilebilir ki Japonya bu işi yapıyor." Öğrencilerinden de sattığı panolarla, sakatlara tekerlekli iskemle alan ve eğitime destek sağlayanların olduğunu ifade eden Devrilmez, asla sipariş üzerine çalışma yapmıyor. Bunun bir gönül işi olduğunu söylüyor. Devrilmez'in ideali, son 5 yıldır panolarına taşıdığı hat yazısıyla, Yunus gibi büyük ustaların sözlerini Türkçe olarak bu sanatla buluşturmak...

Yabancılar Daha İlgili

"Bu sanat benimle mezara gitmesin diye 2 yıl önce insanlarla paylaşmaya başladım." diyen Devrilmez, şu anda Üsküdar Kültür Merkezi'nde 2 aylık periyotlar halinde düzenlenen filografi dersleri veriyor. Yurtdışından da öğrencileri olduğunu ve hala görüştüklerini söyleyen sanatçı, yabancıların bu konuya daha ilgili olduklarını, bir Rus öğrencisinin bir haftada filografi sanatını öğrendiğine dikkat çekiyor. ABD'de, psikolojik tedavi sağladığı için evlere verildiğini söyleyen Devrilmez, filografinin ruh dinlendirici etkisini de ortaya koyuyor. "Malzemesi, hiçbir sanat dalının olmadığı kadar ucuz ancak işçiliği korkunç sabır gerektiriyor. Günde 2-3 saatten fazla çalışmak mümkün değil. Kısacası emekten başka masrafı yok bu işin"

BU BENİM İŞTE

Bir hayat arabasına

Koştular genç yaşımda

Ana, baba

Çoluk, çocuk

Kardeş, akraba

Dünya meşakkatiyle

Çektirdiler bana

Seneler sonra

Dönüp baktım dostlara

Heyhat ne yazık ki

Bomboş bir araba

O zaman anladım ki

Koskoca bir ömrün

Boşa geçtiğini

Yalnız geldik

Yalnız gidiyoruz

Kalan sadece bomboş bir araba


KAYNAKÇA:

Devrilmez Saim, Tan Işılay, Dilek Can, İmsek El Sanatları, Sayı 1, İstanbul 2005
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst