Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

Türk El Sanatlari

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
YENGEÇ – SERETÂN

Kamer’in beyti olduğundan Burc-ı hilâl de denilir. Kamer, Seretân burcuna girince mektup ve elçi göndermek, avlanmak, özellikle su kuşları avlamak, yeni kıyafet biçip giyinmek, yıkanmak, şerbet içmek olumlu yorumlanır. Minyatürlerde genellikle yengeç ile gösterilir.


İkd al-Cuman fî Tarih Ehl ez-Zaman, TSM B 274

2486017679_24999ece20.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
ASLAN – ESED

Bu burçta Güneş çok etkilidir. Hz.Ali’nin de aslanla ilgili adları vardır, bu burçla Hz.Ali arasında bir ilişki kurulur. Kamer, Esed burcuna girince, işe başlamak, padişah görmek, ulu kişilere dertlerini söylemek, düşman üzerine gitmek, savaşmak, savaş araçları hazırlamak, tılsım yazmak, yemin etmek olumlu yorumlanır. Minyatürlerde çoğunlukla aslanla gösterilir.


İkd al-Cuman fî Tarih Ehl ez-Zaman, TSM B 274

2486764098_c10654f78c.jpg


Metâliü’l Saâde, BN suppl. Turc 242

2486761252_b7098efa09.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
BAŞAK – SÜNBÜLE

Bu burca bakire anlamına gelen ‘Azrâ’ da denilir. Kamer, Sünbüle burcuna gelince, bilimle uğraşmak, semâ etmek, büyük kişileri görmek, derdini söylemek, bilimle uğraşmak, mektup yazmak, resim yapmak, düşmana saldırmak olumlu yorumlanır. Minyatürde, genellikle iki kanatlı, elinde başak tutan bir kızla gösterilir. Ya da elinde orakla ekin biçen bir erkekle gösterilir.

Acaibü’l Mahlûkât, BL Add.7894

2485952949_2ed518d987.jpg


Metâliü’l Saâde, BN suppl. Turc 242


2486774864_6a1cc62d3b.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
TERAZİ – MİZÂN

Zühre gezegeninin beyti olduğundan birlikte anılır. Kamer, Mizân burcuna geldiğinde yeni giyinmek, mektup yazmak, sefere gitmek, kadınlarla yiyip içmek, çocuğunu okula vermek, düğün yapmak, elçi göndermek olumlu yorumlanır. Savaşmak ve satın almak iyi değildir. Minyatürlerde terazi olarak gösterilir.

B.K, BL Or. 12921

2486814914_3b824a535a.jpg


Metâliü’l Saâde, BN suppl. Turc 242


2485999519_fcefdd8731.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
AKREB

Kamer, Akreb burcuna geldiğinde bilimle uğraşmak, çocuğunu okula vermek, güzel yazı yazmak, geometri ve yıldız bilimi öğrenmek, cinsel ilişkide bulunmak, büyük kişileri görmek iyi yorumlanır. Sefere çıkmak, hamama gitmek iyi değildir. Minyatürlerde akrep ya da elinde akrep tutan bir kişiyle gösterilir.

İkd al-Cuman fî Tarih Ehl ez-Zaman, TSM B 274


2486828624_19ca1f8f44.jpg


Metâliü’l Saâde, BN suppl. Turc 242


2486013255_b19053c106.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
YAY – KAVS

Edebiyatta çok geçer. Kamer, bu burca geldiğinde hamama gitmek, kimya ile ilgilenmek, doğan avlamak, cinsel ilişkide bulunmak, bina yapmak, ilaç içmek, düşmana mektup yazmak, düşmana saldırmak olumlu yorumlanmıştır. Minyatürlerde yarısı insan, yarısı at, elinde ok ve yay tutan bir canlı ile gösterilir.

Acaibü’l Mahlûkât, BL Add.7894


2486821830_aa2d0ca961.jpg


Metâliü’l Saâde, BN suppl. Turc 242


2486006377_aed6d6d065.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
OĞLAK – CEDÎ

Çoğunlukla Zuhal yıldızı ile birlikte anılır. Kamer, bu burca geldiğinde sefere çıkmak, ava gitmek, ulu kişileri görmek, bina yapmak, mektup yazmak, ata binmek, elçi göndermek olumlu yorumlanır. Minyatürde genellikle oğlak olarak gösterilir. Bazen de yarısı balık, yarısı oğlak biçiminde gösterildiği de olur.

İkd al-Cuman fî Tarih Ehl ez-Zaman, TSM B 274


2485989601_3f8e1b633e.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
KOVA – DELV

Kamer, Delv burcuna geldiğinde bahçeyle, tarımla uğraşmak, içki içmek, bilimle uğraşmak olumlu yorumlanır. Minyatürlerde elindeki kaptan su döken biri ya da kuyudan su çeken biriyle gösterilir.

B.K, BL Or. 12921


2486805028_4d67271380.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
BALIK – HUT

Kamer, Hût burcuna geldiğinde hamama gitmek, şeyhleri görmek, din adamlarını görmek, ilaç içmek, yüksek makamlardan istekte bulunmak, Allah’a ibadet etmek, dostları çağırmak, tarımla uğraşmak olumlu yorumlanır.


Metâliü’l Saâde, BN suppl. Turc 242

2486767724_0525675bcc.jpg


Derleyen: Prof.Dr.Metin And
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
TÜRK SÜSLEME SANATINDA HAYVAN MOTİFLERİ


Selçuklu Kartalı

2485688811_1aedf7bbb0.jpg




Selçuklu dönemi hayvan figürü 13.yy

2486504094_8f3b657e94.jpg




Rumi kanatlı hayvan 13.yy.

2485670721_c016703bb0.jpg


Rumi kanatlı sfenks 13.yy

2486497972_19309a9365.jpg




Kanatlı sfenks 13.yy

2485662791_4a6eb7b6f9.jpg




Kanatlı at-Acib-ül Mahlukat nüshasından 13.yy


2485659063_30f1970cc4.jpg


14. yy çiçek motifli hayvan figürü

2485640759_21a6e160ef.jpg




Çift başlı kartal 13.yy (Selçuklu)

2485648353_0de7718aab.jpg




Selçuklu ve Anadolu Beylikleri devri


2486475256_a065f8ca9c.jpg



Aslanın Saldırısı TSM H 2169

2485646149_22bfc1b954.jpg





Kaplan ve yaban eşeği TSM H 2135

2485664921_ffbbdab6bc.jpg




Rumi motifinde kuşlar 13.yy


2485682621_a898d7d682.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Cicek motifleri.

2486609540_3d5fbe8767.jpg



2486693550_e2838e005b.jpg



2485877613_208731690b.jpg



2486704778_c6bc832f31.jpg



2485911337_b9e0949899.jpg


2485916853_da2907daa1.jpg



2486612348_02ca260730.jpg


2485757197_1fea611f94.jpg



2486579620_7c61cdee17.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Osmanlı Minyatürlerinde Savaş, Kuşatma ve Çıkartma



Konusu tarih olan eserlerde yer alan Osmanlı minyatürlerinin büyük çoğunluğunun saray törenlerinin yanı sıra padişahların veya komutan olarak görevlendirilen vezirlerin yaptıkları savaşları, kale ve kent kuşatmalarını, Osmanlı donanmasının deniz üzerinden yaptığı çıkartmaları tasvir ettikleri bilinmektedir. Nakkaşlar Osmanlı ordusunun seferlerini, savaşlarını, kuşatma ve çıkartmalarını, kimi zaman bizzat kendi gözlemlerine, kimi zaman da resimledikleri el yazmalarının metinlerine dayanarak canlandırmaya çalışmışlardır. Hangi yola başvururlarsa başvursunlar, her zaman kullandıkları minyatür geleneğinin resim diliyle, tüm olayları gerçekçi bir yaklaşımla yansıtmaya özen göstermişlerdir.

Bilindiği gibi, 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğu’da ve Batı’da çok sayıda sefer, savaş, kuşatma ve deniz çıkartması yaptığı bir yüzyıldır. Seferlerin olumlu getirilerinden biri olan devletlerin birbirleriyle yaptıkları kültürel alışverişler, Osmanlı minyatürlerine yoğun bir şekilde yansımıştır. Özellikle Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ile Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) dönemlerinde kazanılan zaferlerden sonra o ülkelerin sanatçılarından bazıları ve taşınabilen sanat eserleri Osmanlı Sarayı’na getirilmiştir. Böylelikle, resimli elyazmalarının hazırlandığı ve tüm dekoratif sanatların bezeme üsluplarının yaratıldığı, Saray’ın himayesindeki sanat atölyesi olan nakkaşhaneye getirilen yabancı sanatçılar, yerli sanatçılarla birlikte çalışmışlar ve farklı üslupların sergilendiği çok sayıda minyatür yapılmıştır.

Savaş konulu tasvirlerin yer aldığı ilk eser, kopya tarihi olmayan ancak Kanunî’nin saltanatının başlarında 1525 civarında hazırlandığı sanılan Selimnâme (TSMK, H.1597-98) adlı eserdir. Şükri Bitlisî tarafından Türkçe mesnevî tarzında kaleme alınmış olan bu eserde Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkışından ölümüne kadar gerçekleşen önemli olaylar ve kazandığı zaferler anlatılmıştır.


ul148on8.jpg


Eseri resimleyen nakkaşın adı bilinmemektedir. Ancak tasviri yapan nakkaşın resim üslubu, 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı sarayına Tebriz’den getirilen Horasanlı nakkaşların taşıdıkları Türkmen ve Timurlu resim üsluplarından kaynaklanan nakışçı tasvir üslubununun etkilerini yansıtmaktadır Yavuz’un, babası II. Bayezid ile Çorlu’da yaptığı ve babasına yenildiği savaşı tasvir eden minyatürde (y.44a) her iki tarafın askerleri yeşil bir tepe üzerinde karşılıklı iki grup halinde resmedilmiştir. Sağ tarafta savaşı bir araba içerisinden izleyen II. Bayezid ve askerleri, sol taraftaysa elinde kalkanıyla yandaşlarının başında Yavuz görülür. II. Bayezid’in bulunduğu arabanın önünde yeniçeriler Yavuz’un sayıca daha az olan yandaşlarına doğru nişan almışlardır. Yavuz’un ve babası II. Bayezid’in tasvirinde diğer figürlerden ayırıcı bir ayrıntıya yer verilmemiştir. Sadece II. Bayezid beyaz sakallıdır.



ul147qr0.jpg



Yavuz Sultan Selim’in Memluklarla yaptığı Mercidabık Savaşı’nın (y.216a) betimlendiği bir diğer sahnede de her iki ordunun askerleri karşılıklı konumda yerleştirilmiştir. Memluk askerleri, kızıl renkli başlıkları ve Osmanlılardan farklı dolanmış sarıklarıyla dikkati çekerler. Bunun dışında her iki ordunun askerlerini birbirinden ayırıcı herhangi bir ayrıntı yoktur. İlk bakışta hepsi birbirine benzeyen askerlerin yüzlerini, sadece sakal, bıyık gibi ufak farklılıklar birbirinden ayırır. Mavi renkli tepe sahnenin büyük bir bölümünü kaplar. Gökyüzününse sadece küçük bir bölümü altınla boyalıdır. Burada bir meydan savaşı betimlenmiş olmasına rağmen, oldukça pastel tonlarla çalışılmış sade bir anlatım söz konusudur. Simetrik bir kurguyla tepenin üzerinde yukarıdan aşağıya doğru sıralanan savaşçılar donmuş gibidir. Durağanlığı bozan ve simetrik iki grubu birbirine bağlayan tek unsur ortada çarpışan iki askerdir. Mızraklar ve sancaklar tasvirin kurgusunda yatay ve dikeyliği sağlayan unsurlardır.

im41ot0.jpg


Aynı eserdeki Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan savaşlardan birini tasvir eden bir diğer minyatür, Sinan Paşa’nın Dülkadiroğlu Alaüddevle ile yaptığı savaşı (y.164b) betimler. Eserin metnine göre Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşında kendisine katılmayarak destek vermeyen, savaştan sonra da zaferini kutlamayan ve savaş esnasında Osmanlı mülküne saldıran Dulkadirli Bey’ini Sinan Paşa’nın yönettiği bir orduyla ortadan kaldırmak ve topraklarını Osmanlı ülkesine katmak istemektedir. Tasvirin sol tarafında tamamen yaya olarak ve ok atar vaziyette Dulkadirli askerleri ve ortalarında uzun, beyaz sakalı ile Alaüddevle betimlenmiştir. Sağ tarafta atlı ve daha gösterişli giyimli Osmanlı askerleri, önde tüfekli yeniçerilerle birlikte resmedilmiştir. Ön planda yerde görülen Dulkadirli askerlerinden birinin dağılmış cesedi, tasvirin altındaki beyitte son mısrada okunan “ Kan döküldi gövdeden ayrıldı baş” ifadesini görselleştirmektedir.



im42lf5.jpg



Aynı eserden seçtiğimiz bir diğer minyatürde, yazar Şükri’nin ifadesiyle pek çok zorluktan sonra İskederiye limanına ulaşan Osmanlı donanması (y.254a) tasvir edilmiştir. Gümüş rengi ve ince fırça darbeleriyle işlenerek, balıkları ve dalgalarıyla resmedilmiş denizde Osmanlı donanması içlerinde birer, ikişer ve üçer figürün yer aldığı üç kadırga ile temsil edilmiştir. Limanı kuşatan surlar üzerinde Osmanlı bayrakları yer almaktadır. Surlara açılan kapı önünde ise Mısır’ın fethini gerçekleştiren Yavuz Sultan Selim tasvir edilmiştir. Ayrıca, burçların gerisinde Osmanlı askerinin başları seçilir.

Osmanlı Sarayında 15. yüzyıldan itibaren Firdevsî Şehnâmesi’ne duyulan ilgi, 16. yüzyılda Osmanlı sultanlarının tarihlerini Firdevsî Şehnâmesi vezniyle ve Fars dilini iyi bilen bir şaire yazdırmalarıyla sonuçlanmıştır. Bu durum, Kanunî döneminde resmî karakter kazanan şehnâmecilik görevinin oluşmasına yol açmış ve şehnâmeci tarafından yazılan Osmanlı tarihleri, dönemin yetenekli nakkaşları tarafından resimlendirilmiştir.



ul162163px2.jpg


16. yüzyılın ortalarında Kanunî tarafından Saray şehnâmecisi olarak atanan Arifî mahlaslı Fethullah Arif Çelebi’nin yazdığı beş ciltlik Şehnâme-i Âli Osman adlı eserin Osmannâme adını taşıyan dördüncü cildinde (İtalya, özel koleksiyon) ilginç bir tasvir vardır. Eserde Osman Gazi’den Yıldırım Bayezid’e kadar hüküm sürmüş padişahların saltanat yıllarının önemli olayları anlatılır. Osmanlıların Aydos Kalesi’ni alışlarını gösteren bu minyatürde (y.70b), kaleye tırmanan kişi Gazi Abdurrahman’dır. Aydos Kalesi’nin alınışının Neşrî Tarihinde de nakledilen hikâyesine göre, Aydos tekvurunun sevimli kızı bir gece düşünde çukura düştüğünü ve kendisini buradan güzel yüzlü bir gencin kurtardığını görerek uyanır. Rüyasında gördüğü gencin hayali gözünün önünden gitmez. Birgün hisarın civarına Türkler gelir, kız burçtan aşağı bakınca aralarında düşünde gördüğü Abdurrahman’ı tanır, derhal Rumca bir mektup yazar ve bunu taşa bağlayıp burçtan aşağıya atar. Mektup Gazi Abdurrahman’ın önüne düşer. O da bu mektubu Rumca bilen birine okutur. Mektupta tekvurun kızı, kaleyi kendilerine alıvereceğini yazmıştır. Vaat edilen vakit gelince Gazi Abdurrahman birkaç güvenilir adamıyla gece yarısı kaleye gider. Onu bekleyen kız aşağıya kement sarkıtarak Abdurrahman’ı yukarı çeker. Böylelikle Türkler Aydos Kalesi’ni ele geçirirler. Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’i aldıktan sonra İstanbul’a getirdiği Heratlı nakkaşların üslubuyla yapılmış olan bu minyatürde, tekvurun kızının burçtan aşağıya sarkıttığı saçına tırmanarak yukarı çıkan Gazi Abdurrahman ve kalenin dışında bekleyen adamları tasvir edilmiştir. Heratlı nakkaşların Tebriz üzerinden İstanbul’a taşıdıkları bu tasvir üslubunda, figürler ince, uzun, naif görünümlüdür. Uçları kıvrılarak uzayan serviler, dalları sağa, sola uzamış, kimi zaman servilere dolanmış bol çiçekli ağaçlar, bir taş etrafında kümelenmiş yaprak ve çiçekler bu tasvir üslubunun kalıplaşmış doğa özellikleridir.


.
ul161rh2.jpg


Bu olayı tasvir etmeye çalışan nakkaş, Firdevsî Şehnâmeleri nüshalarında resimlenen ünlü kahraman Rüstem’in annesi Rudabe ve babası Zal’in buluşması konusunun tasvir kalıbını kullanmış ve tekvurun kızını kaleden kement yerine saçını sarkıtır durumda resmetmiştir. Seçilen bu örnek, Osmanlı nakkaşlarınca 1545 civarında aynı üslubun sade bir yorumuyla resimlenmiş olan Şerif’e ait Tercüme-i Şehnâme’dedir (TSMK, H.1520, y.48b).

Arifî’nin yazdığı Şehnâme-i Âli Osman’ın, Süleymannâme adını taşıyan beşinci cildinde (TSMK, H.1517) Kanunî döneminin 1520-58 yılları arasında yaşanan önemli olayları konu edilmiştir. Bu eserde bizzat Kanunî’nin komuta ettiği doğuya ve batıya yapılan seferlerin önemli savaşları ve kuşatmaları, adı bilinmeyen beş ayrı nakkaş tarafından tasvir edilmiştir. Eseri resimlendiren nakkaşlardan özellikle ikisinin, konumuz olan savaş ve kuşatma sahnelerini farklı kişisel yorumlarıyla yansıttıkları görülür. Bunlar arasındaki ilk önemli tasvir 25 Ağustos 1521’de yapılan Belgrat’ın kuşatılmasını (y.108b-109a) konu alır. Kent kuşatma sonucunda 29 Ağustos 1521’de düşmüştür. Çift sayfa halinde kurgulanmış olan bu minyatürde, soldaki sayfada padişahın Belgrat dışında kurulmuş olan otağ-ı hümayunu görülür. Karşı sayfada ise, askerler ve papazlarla dolu kuşatma altındaki şehir, kuleleri ve kiliseleriyle birlikte seçilmektedir. Kompozisyonun her iki yarısını ön plânda akmakta olan Tuna nehri birbirine bağlar. Kanunî sefer tahtına oturmuş, ellerini ceplerine sokmuş halde heyecanla kuşatmanın seyrini izlemektedir. Nehrin kıyısındaysa ellerini önlerinde kavuşturmuş halde duran üç vezir, solda üç içoğlanı, tahtın gerisinde altı Hasodalı ağa ve ordugâhın içerisinde bazı görevliler kuşatmayı seyrederler. Bu çift sayfaya yayılan kompozisyon, farklı kişisel üsluplarıyla eserin resimlenmesinde görev aldığı belirlenmiş adı bilinmeyen beş nakkaştan en yeteneklisinin elinden çıkmıştır.

Süleymannâme’de bulunan bir diğer minyatür, Osmannâme’yi de resimlemiş olan Horasan kökenli nakkaşın elinden çıkmıştır ve Rodos Kalesi’nin kuşatılmasını tasvir eder. Beş ay kadar süren Rodos kuşatması Kanunî’nin en zorlu savaşlarından biri olmuş ve Osmanlı ordusu ciddi kayıplar vermiştir. Bu kritik savaş, Süleymannâme’de üç ayrı tasvirle canlandırılmıştır. İlk sahne, padişahın 28 Temmuz 1522’de Rodos’a gelişini ve kale kuşatması için yapılan hazırlıkları tasvir eder (y.143a). Arka plânda miğferli ve başlıklı askerlerin koruduğu Rodos Kalesi yükselmektedir. Osmanlılar kalenin önündeki tepelik arazide toplanarak kuşatma harekâtına başlamışlardır. Kanunî, peykler, solaklar ve Hasodalı ağalar eşliğinde at üzerinde kalenin olduğu mahale gelmiş ve siper kazan görevlilere nezaret etmektedir. Siperlerin arkasına yerleşmiş olan yeniçeriler tüfeklerini ateşlemeye hazırlanmaktadır. Sağ geride sancak ve topuzlarıyla süvariler bir tepenin arkasına dizilmişlerdir. Ön plânda sultanın yedek atlarını götüren görevliler görülmektedir.

Rodos Kalesi kuşatmasının bir sonraki aşamasını tasvir eden bu minyatür de bir öncekinin kurgusunu izler (y.149a). Aynı nakkaşın fırçasından çıkmıştır. Burada da Kanunî askerlerin siper kazışlarını seyretmekte, bir grup yeniçeri kaleyi ateşe tutmaya devam etmektedir. Bir ikinci grup, kalkanları ve mızraklarıyla arkadaşları düştüğünde hücum etmeye hazır durumda beklemekte, genç bir yeniçeri arkasındakilere yol gösterirken, kumandanların dördü kenarda gözlem yapmaktadır. Bu tasvirdeki Rodos Kalesi daha büyük ve etkileyici görünümdedir.

Rodos’un düşüşünün tasvir edildiği üçüncü sahnedeki hareket, kompozisyona da yansımıştır (y.154b). Tasvirin kompozisyonu diagonal hatlarla belirlenmiş farklı alan bölümlerinden oluşur. Ön plânda sultan, hizmetindeki solak ve peyklerle çevrili olarak, getirilen savaş esirlerini izlemektedir. Savaş sonucunda uğranılmış olan ağır kayıplardan ötürü yüzünde kederli bir ifade vardır. Bir üst bölümde olayları tartışan iki Hasodalı ağa ile bir grup solak seçilir. Üst kısımda kalenin içinde mücadele devam etmektedir. Arka plândaki tepenin gerisinde Rodos’un düşmesi sebebiyle ağlayan, dövünen yedi kadın figürü seçilir. Bu bölümde uçuşan tüyler, bayraklar ve hareket halindeki figürler olayın heyecanını yansıtırlar. Bu canlılık, alt bölümdeki padişahın sakinliği ve hüznüyle tezat oluşturur.

Süleymannâme’de tasvir edilen savaş sahneleri arasında kuşkusuz ön görkemlisi Mohaç Savaşı’nı canlandıran çift sayfaya yayılan tasvirdir. Bu savaş öncesinde Osmanlı ve Macar ordularının öncü kuvvetleri arasında bir kapışma yaşanmıştır. Mohaç öncesi çarhacıların savaşı olarak tanımlanan bu minyatürde (y.212a) Osmanlı delili Sinan ile Macar subayı Eugene’nin karşı karşıya gelmeleri tasvir edilmiştir. Pars postundan yapılmış giysisi ve bir çift kuş kanadıyla taçlanan iri sorguçla süslü başlığıyla bir Osmanlı delili olan Sinan, boz bir at üzerindedir. Eugene ise zırhlı ve miğferlidir. Silâhlarla donanmış olan her iki savaşçının gerisinde üçer silâhlı ve zırhlı süvari yer almıştır. Doruk noktasında biri büyük, ikisi küçük üç ağacın ve bir su kaynağının seçildiği tepenin sol tarafında Osmanlı, sağ tarafındaysa Macar kuvvetlerine mensup askerler mevzilenmiştir. Ön plânda akan nehrin kıyısında hayatını kaybetmiş Macar askerlerinden ikisi seçilir.
Eserde Mohaç Savaşı’nı (y.219b-220a) resmeden nakkaşın, Osmanlı ve Macar ordularının Mohaç Ovası’nda 29 Ağustos 1526’da yaptıkları ve iki saat içerisinde Macarların yenilgisiyle sonuçlanan savaşı canlandırırken, Osmanlı ordusunun askeri taktiklerini de görselleştirmeye çalıştığı dikkati çeker. Kompozisyonda yer alan ağaçlarla kaplı tepelerin arasından süzülerek akan nehirler, su taşkınlarıyla bataklık halini almış olan ovanın durumunu görselleştiren ögelerdir. Zira bu savaşta ovanın bataklık haline gelmiş oluşu, ağır savaş giysileriyle kaçmaya çalışan Macar askerlerinin ağır kayıplar vermesine neden olmuştur.

Sağdaki sayfanın (y.219b) merkezinde Kanunî değerli taşlarla bezeli koşum takımlarına sahip siyah bir atın üzerinde resmedilmiştir. Etrafı solak ve peyklerle çevrilidir. Ona eşlik eden üç Hasodalı ağa hemen arkasında atları üzerindedirler. Bir grup sancaktar, boruları üfleyen, köslere vuran mehteran, onları izleyen grubu oluşturur. Padişahın önünde bir barikatın gerisine dizilmiş olan iki sıra yeniçeri, topların namlularını karşı sayfada tasvir edilen Macar saflarına doğru çevirmişlerdir. Yeniçeriler tüfeklerini ateşlemekte veya doldurmaktadırlar. Yeniçerilerin hemen üzerinde gösterilmiş atı üzerindeki kişinin, bu savaşta sol kanadı oluşturan Rumeli kuvvetlerini komuta ettiği bilinen veziriazam İbrahim Paşa veya sağ kanatta savaşan Anadolu kuvvetlerinin komutanı Behram Paşa olması mümkündür. Ön plânda akan nehrin kıyısında Macar askerlerinin cesetleri ve ölmüş atları yatmaktadır.

Tasvirin diğer yarısını oluşturan soldaki sayfanın (y.220a) kurgusu ise daha hareketlidir ve burada savaşan Osmanlı ve Macar güçleri tasvir edilmiştir. Merkezdeki alanda atları üzerinde savaşan iki Osmanlı askerininse, öncü kuvvetleri komuta eden Bali Bey ile Hüsrev Bey olmaları mümkündür. Başına büyük bir sarık sarmış olan bey, mızraklı Macar şovalyelerine karşı ok ve yayıyla, başında miğfer olan bey ise gürzle savaşmaktadır. Ön plânda savaşçıların arasında atlarından düşmüş Macar askerleri seçilir. Sol ön kenarda bir delil iki Macar askeriyle savaşmaktadır. Solda ve arka plânda tasvir edilmiş olan zırhlı ve silahlı Macar askerlerinden bazılarının savaş alanına doğru, bazılarınınsa geriye doğru baktığı görülmektedir. Bu çift sayfalık tasvir, biraz önce görmüş olduğumuz Belgrat kuşatması gibi, eserdeki tüm çift sayfa kompozisyonları tasarlayan nakkaş tarafından yapılmıştır.

Süleymannâme’de Mohaç Savaşı sonrası yapılan Budapeşte kuşatmasını tasvir eden minyatür (y.282a) ise, yine daha nakışçı üslubu kullanan Horasanlı nakkaşa aittir. Arka planda Habsburglu askerler tarafından korunan Budapeşte’nin iç kalesi betimlenmiştir. Merkezde ise dış kale gözükmektedir. Osmanlıların açtıkları ateş sonucu bir kısım Habsburglu askerin tepe üstü, şapkaları uçuşarak kaleden aşağıya düştüğü izlenmektedir. Çevredeki Osmanlı askerleri de onları esir almak üzere bekleşmektedir.

Süleymannâme’deki, Osmanlıların 1532’de Viyana’nın 90 km güneyinde bulunan Güns Kalesi’ne yaptıkları kuşatma esnasında yapılan savaşın tasviri (y.353a) daha yenilikçi bir kurgu sergiler. Kompozisyon burada diagonal bir hattı izleyen büyük bir tepe tarafından ikiye bölünmüştür. Tepenin gerisinde bayrakların dalgalandığı kuleleriyle kale yükselmektedir. Kalenin içindeki burçlar ve çoğu bazilikal plânlı olduğu anlaşılan yapıların arasında sivil halkın ve miğferli askerlerin başları seçilir. Yarı yarıya tepenin arkasına gizlenmiş olan zırhlı ve miğferli üç Avusturyalı asker, kentin önündeki çayırlık arazide devriye gezmektedir. Ön plânda metinden adının akıncı Turhan Bey olduğu anlaşılan Osmanlı askeri hızla gelerek, attığı kemendiyle kale kumandanı Anton’u atından düşürürken tasvir edilmiştir. Diğer tasvirlerinde daha çok üçgenimsi veya yatay hatlarla tasvirlerinin alt yapılarını kurgulayan nakkaş, bu minyatürde kaleyi yerleştirişi, figürleri arkasına gizlediği diagonal tepenin dik inişiyle, göreceli bir derinlik hissi yaratmaya çalışmıştır.

Kanunî Sultan Süleyman’ın 1543’te Avrupa toprakları üzerine çıktığı sefer sırasında yapılmış olan Estonibelgrad kuşatmasını betimleyen minyatürse (y.459a), Süleymannâme’de Rodos kuşatmasına benzeyen ve nakışçı üslubu benimsemiş nakkaşın yaptığı tasvirlerden bir diğeridir. Özellikle kalenin işlenişi ve tepelerin arkasına toplanmış olan Osmanlı ordusunun verilişinde büyük benzerlikler söz konusudur. Burada da sağ alt köşede, atı üzerinde, elinde topuzla, toplara doğru işaret eden, Kanunî tasvir edilmiştir. Osmanlı topları tepenin arkasına sıralanmıştır. Atları üzerinde dört kumandan hücumu yönetmek için hazır beklemektedir. Üst kısımda kalenin içerisinden kaçmaya çalışan düşman askerleri görülmektedir. Bazıları henüz kaleden çıkmamıştır, bazılarıysa kendilerini kaleyi çeviren içi su dolu hendeklere atmış, kıyıya çıkmaya çalışmaktadırlar. Kalenin orta avlusu olduğu anlaşılan bölümünde iki askerin karşılıklı konuştukları dikkati çeker. Tasvirde düşman askerlerinin heyecanıyla tezat oluşturan Osmanlıların sakinliği görsel açıdan algılanmaktadır.
Süleymannâme’de bulunan önemli kuşatma sahnelerinden bir diğeri de 1552 yılının 28 Haziranında Transilvanya Seferi kapsamında Kara Mehmed Paşa’nın komutasında yapılan Temeşvar kuşatmasıdır (y.533a).

Aslında bu eserin hazırlanışından bir yıl önce tamamlanmış olan ve Süleymannâme metninin 1551-52 yılları olaylarının anlatıldığı bölümü içeren Futuhat-ı Cemile adlı eserde de (TSMK, H.1592) aynı nakkaş tarafından Temeşvar kuşatmasının (y.18b-19a) tasvir edildiği görülür.

Futuhat-ı Cemile’de Macaristan’da Temeşvar, Pec, Eğri ve Lipva’nın fethi anlatılmıştır. Arifi’ye ait olan eserin metni, Süleymannâme’de de kullanılmıştır. Temeşvar kuşatması esnasında Ahmed Paşa’nın atının vurulmasının ve paşanın otağının tasvir edildiği çift sayfaya yayılan bu kompozisyonun sol bölümü, Süleymannâme’de bazı değişikliklerle nakkaş tarafından yeniden yorumlanmıştır.

Süleymannâme’den seçtiğimiz bu kuşatma ve savaş tasvirlerinde iki ayrı nakkaşın resmettikleri savaş veya kuşatma sahnelerinde ordunun savaş düzenini, yapılan hazırlıkları ve savaşın önemli anlarını farklı kurgular ve anlatım dilleriyle yansıtmaya çalıştıklarını gördük. Aynı dönemde konusu tarih olan eserlerde fethedilen kale, kent ve limanların topoğrafyasının yansıtılmaya çalışıldığı özgün bir tasvir tarzı daha ortaya çıkmıştır. Topoğrafik resim geleneği olarak adlandırılan bu tasvir tarzı, Osmanlı tasvir sanatında sonraki yıllarda da geliştirilmiştir.

Topoğrafik resim geleneğinin yaratıcılarından, Kanunî döneminde eserler veren tarihçi, matematikçi, silahşör ve yarattığı matrak adlı savaş oyunu sebebiyle Matrakçı lakabıyla anılan Nasuh adlı nakkaşın tasvirleri arasında, konumuz açısından önem taşıyan bazı örnekler vardır. Örneğin, onun yazıp resimlediği Tarih-i Sultan Bayezid adlı eserinde Osmanlıların II. Bayezid döneminde fethettikleri Kili, Akkerman, İnebahtı, Modon ve Gülek kalelerinin tasvirleri, bu yeni tasvir tarzıyla yapılmıştır. Bu tasvir tarzında fethedilen kalelerin içerisinde yer alan tüm yapılar siyah mürekkeple resmedilmiş ve figüre yer verilmeksizin hafifçe açık renklerle boyanmıştır. Bazılarında arka planda pembe ve mavi renkle boyanmış tepeler görülür. Örneklerden birini, bu gördüğümüz çift sayfa üzerine tasarlanmış olan İnebahtı tasviri oluşturur (TSMK, R.1272, y.21b-22a).

Matrakçı Nasuh’un, 1543 yılında Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Fransa kralına yardım amacıyla güney Fransa kıyılarına yaptığı seferi anlattığı Tarih-i Feth-i Şikloş, Estergon ve İstonibelgrad adlı eserinde (TSMK, H.1608) de Osmanlı donanmasının girdiği liman kentleri aynı tasvir tarzıyla resmedilmiştir. Örnek olarak seçtiğimiz Nis limanı tasviri (y.27b-28a) bunlardan biridir. Limandaki kale, evler ve Osmanlı donanması bir önceki minyatürde de görmüş olduğumuz, Avrupa portolanlarını andıran bir teknikle yansıtılmışsa da iri ot kümeleri, küçük ağaçlar, renkli tepeler ve gümüşle boyanmış deniz, dönemin Osmanlı minyatürlerinin manzara anlayışını yansıtır.

16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı nakkaşhanesinde hazırlanan Osmanlı şehnâmelerinin resimlendirilmesinde görev alan ve yarattığı yeni kurguların yanı sıra benimsediği yalın görsel anlatım diliyle Osmanlı minyatürünün klâsik çağını şekillendiren nakkaş ise, Üstad Osman olmuştur.

Nakkaş Osman’ın keskin gözlemciliğiyle yapılmış ve Matrakçı Nasuh’un kullandığı topoğrafik resim geleneğini izleyen bir minyatür, Kanunî’nin son seferi Sigetvar Seferinin anlatıldığı Nüzhet-i Esrâru’l-ahbâr der-sefer-i Sigetvar adlı, Ahmed Feridun Paşa tarafından kaleme alınmış olan eserde (TSMK, H.1399) bulunur. Minyatürde Sigetvar Kalesi’nin Osmanlı ordusu tarafından kuşatılması tasvir edilmiştir (y.32b-33a). Nakkaş Osman, bu tasvirinde biri iç kale olmak üzere dört kaleden oluşan Sigetvar Kalesi’nin etrafının suyla dolu derin bir hendekle çevrili olduğunu, kalelerin köprülerle birbirine bağlandığını göstermiştir. Kalelerin burçlarını ve surların içerisindeki yapıları, hendeğin etrafındaki araziye yerleşmiş olan Osmanlı ordugâhını, ön plândaki padişahın otağ-ı hümayununu ve sağ üst bölümdeki muhtemelen veziriazam Sokollu Mehmed Paşa’ya ait, önünde bir sayeban seçilen büyük çadırı ayrıntılarıyla, ancak farklı bakış açıları kullanarak yansıtmıştır. Gerek bu tasvir, gerek önce gördüğümüz Matrakçı Nasuh’un figürsüz tasvirleri, Osmanlı nakkaşlarının yapılan savaşın vahşetinden çok, fethedilen yerlerin topoğrafyasını tasvir etmeyi yeğlediklerini göstermektedir.
Kanunî’nin Sigetvar Seferi, aynı yıllarda Saray şehnâmecisi görevindeki Seyyid Lokman tarafından yazılan eserlerde de anlatılmış ve Nakkaş Osman ve kayınbiraderi Ali başta olmak üzere dönemin yetenekli nakkaşları tarafından resimlendirilmiştir.

1579 yılında yazılan ve Kanunî’nin saltanatının son yıllarının konu edildiği Tarih-i Sultan Süleyman adlı eserde (DCBL, T.413) Sigetvar’ın düşüşünü tasvir eden bu minyatür, çift sayfa (y.93b-94a) halinde tasarlanmıştır. Soldaki sayfada Osmanlı ordugâhı ve sağ sayfadaysa düşmüş olan Sigetvar Kalesi ile esirlerin otağa getirilişi tasvir edilmiştir. Sahnenin tamamına bakıldığında, önceki dönemin minyatürlerindeki gibi kumaş ve zemin bezemelerinin işlenmediği, figürlerin ön plâna taşındığı sade bir anlatım dilinin kullanılmış olduğu hemen farkedilir. Bu anlatım dili Nakkaş Osman’a özgüdür, Osman bu tasvirinde geniş bir görüş açısıyla topoğrafyayı yansıtmayı ihmal etmemiştir.

Aynı eserde Sigetvar Seferiyle ilgili bir diğer minyatür, Osmanlı ordusunun Belgrat’a dönüşünü betimler. Sigetvar kuşatması esnasında 7 Eylül 1566’da Kanunî Sultan Süleyman, otağındaki hasta yatağında vefat eder. Padişahın ölümü sadrazam Sokollu Mehmed Paşa tarafından ordudan, hatta vezirlerden bile gizlenir ve iç organları çadırında yatağının bulunduğu yere gömülerek cesedi tahnit edilir. Sigetvar Kalesi, onun ölümünden bir gün sonra düşer. Osmanlı ordusunun bu zaferden sonra Belgrat’a dönüşü ise 48 gün sürer. Bu süre içerisinde de padişahın ölümü herkesten gizlenir. Çift sayfa halinde tasarlanmış olan bu tasvirin (y.113b-114a) sağdaki sayfasının merkezinde, hastalığı sebebiyle arabayla seyahat ettiği sanılan padişahın cesedinin taşındığı hasta arabası yer almaktadır. Bitki örtüsü işlenmemiş açık yeşil renkle boyanmış tepeler arasında Osmanlı ordusu ilerlemektedir.

Tarih-i Sultan Süleyman adlı eserde dönemin zorlu deniz savaşlarından, 1565 yılında yapılan Malta Adası kuşatmasını tasvir eden bir minyatür (y.28a) bulunur. Kurgusuyla ilgi çeken, neredeyse sayfanın tamamını kaplayan bu minyatürün etrafına cedvel çekilmemiş ve metne ait beyitler tasvirin içerisine yer yer yerleştirilmiştir. Nakkaş Osman, adanın topoğrafyasını da yansıtan bu çıkartma tasvirinde ön plânda Osmanlı donanmasını temsil eden kadırgalara yer verirken, ada üzerindeki kalenin alınışı için süren savaşa katılan askerlerin düzenini de yansıtmaya çalışmıştır.

Seyyid Lokman’ın kaleme aldığı ve II. Selim dönemi olaylarını konu alan Şehname-i Selim Han (TSMK, A.3595) yine Nakkaş Osman ve kayınbiraderi Ali tarafından resimlendirilmiş bir başka Osmanlı şehnâmesidir. Her iki nakkaş bu eser için yaptıkları savaş, kuşatma ve çıkartma tasvirlerinde öncelikle bölgenin topoğrafik görüntüsünü aktarmaya çalışmışlar ve böylelikle fetihlerin, kuşatma ve çıkartmaların önemini vurgulamayı amaçlamışlardır. Örneğin 1574 yılında Osmanlı hakimiyetindeki Tunus’un yerel güçlerce geri alındığı haberi üzerine Vezir Sinan Paşa ve Kılıç Ali Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Tunus üzerine çıktıkları seferde, bir ay kadar süren Galetta (Halkulvaâd) Kalesi’nin kuşatılması, eserde tüm ayrıntılarıyla tasvir edilmeye çalışılmıştır. Çift sayfa halinde tasarlanmış bu kuşatmayı tasvir eden minyatürde (y.147b-148a), ufuk hattının olmadığı ve gözün algılayabildiği kadar uzağa giden arazinin, denizin, Osmanlı ordugâhı ve donanmasının stratejik konumunun geniş bir bakış açısıyla verilmeye çalışıldığı izlenmektedir.

Aynı eserdeki Osmanlı donanmasının 1572’de Akdeniz’de Venediklilerle yaptığı Mora yarımadası güneybatısında Navarin yakınında yaptığı deniz savaşını betimleyen çift sayfa halindeki minyatürde (y.130b-131a) de aynı ilke benimsenmiştir. Sağdaki sayfada Navarin önlerindeki Osmanlı donanması, soldaki sayfada ise Venedik donanmasıyla ve askerleriyle yapılan göğüs güğüse savaş betimlenmiştir.

Şehnâmeci Seyyid Lokman’ın Türkçe manzum-nesir karışık olarak kaleme aldığı bir Osmanlı şehnâmesi de iki ciltlik Hünernâme’dir. Eserin ilk cildinde (TSMK, H.1523) Osman Gazi’den Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı padişahlarının tahta çıkışları, hünerleri ve önemli icraatları konu edilir.

İlk ciltte bulunan ve Nigar Anafarta tarafından Nakkaş Osman’ın ekibinde çalışan Mehmed Bursavî adlı nakkaşa yakıştırılmış olan, Fatih Sultan Mehmed’in ordusunun başında Belgrat Kalesi’ne hücumunu tasvir eden bu minyatür (y.165a), gerek kurgusuyla, gerek bir Osmanlı padişahını şavaşırken göstermesi bakımından önem taşır. Kompozisyonda zemin açık yeşil, pembe renkli tepelerle bölünmüştür. Üst bölümde üçgenimsi bir kavisle akan nehrin sol tarafında şiddetli bir savaş cereyan etmektedir. Nehrin diagonal doğrultusunda padişah arkasında iki silahtarı, iki yanında iki peykle birlikte düşmana saldırmaktadır. Sağ elindeki kılıcını zırhlı düşmana saplamış, sol elindeki kalkanını başı üzerine kaldırmıştır. Düşman askerleri sol üstteki tepeye doğru kaçmakta ve kale içindeki mızraklı askerler olayı seyretmektedir. Sahnenin alt kısmında solda Osmanlı ordusunun savaş düzeni, içindeki askerlerle siperler, siperlerin gerisinde toplar, ordugâh ve ordu alayı tasvir edilmiştir. Bu tasvir, kaynaklarda anlatılan, Fatih Sultan Mehmed’in gerileyen orduyu durdurmak için Belgrat kuşatmasında ileri atılarak alnından yara aldığı anı görselleştirmektedir. Hiyerarşik düzenlemeyle diğer figürlerden iri çizilmiş padişah, kompozisyondaki hareketin merkezini oluşturur. Figür çehrelerinin ve zeminlerin incelikle işlenmesi, tasviri yapan nakkaşın kişisel tarzının özellikleridir.

Bu minyatürü yapan nakkaşın üslubunu yansıtan kalabalık figürlü ve göğüs güğüse yapılan savaşları betimleyen bazı minyatürleri, Seyyid Lokman’ın III. Murad dönemini konu alan iki ciltlik Farsça Şehinşehnâme’sinde de bulmaktayız. Eserin ilk cildinde (İÜK, F.1404) III. Murad devrinin 1574-81 arasındaki, ikinci cildindeyse (TSMK, B.200) 1582 -88 yılları arasındaki olayları anlatılmıştır.

İlk ciltte bulunan Haydar Paşa’nın Kafza’yı fethini tasvir eden minyatürde (y.50b) nakkaş savaşın tüm merhalelerini tek sahnede gösterebilmiştir. Sağda Haydar Paşa maiyyetiyle birlikte kaleye doğru ilerlemektedir. Altta topçular, tüfekli ve mızraklı Osmanlı askerleri savaşa katılmak için bekleşmektedir. Savaş, koyu yeşil renkte tepenin üzerinde cereyan etmektedir. Üst kısımda fehedilmiş olan hasarlı kale, sahnenin hemen hemen yarısını kaplar. Sol taraftaki kale kapısından çocuklu kadınların da aralarında bulunduğu esirler kaleyi terketmektedir.

Eserin ikinci cildinden daha kalabalık figürlü bir savaş sahnesindeyse (y.138b), Dezgul şehrinin valisi Seccad ile Ali Paşa’nın Ebul Kazım Çölü’nde yaptığı savaş canlandırılmıştır. Burada da Osmanlı ordusunun savaş düzenini sayfanın sağ kenarında görmek mümkündür. Üç ayrı kanat halinde Osmanlı ordusu üç grup halinde toplanmıştır. Her grupta mehter ve bayraklar, devlet erkânı, toplu ve tüfekli yeniçeriler görülür. Solda Seccad’ın ordusu ve ortada onlarla savaşarak yukarıya doğru ilerleyen Osmanlıların atlarının yönü sahneye hareket katar. Ortada eflatun tepeler arasından aşağıya doğru akan nehir, askerler arasında kaybolmaktadır. Sahnenin en tepesinde yağma edilen kale görülür.

Şehinşehnâme’nin ikinci cildinde karşılıklı sayfalara yapılmış kalabalık figürlü savaş tasvirlerinden bir diğeri Ferhad Paşa’nın Revan Savaşı’nı (y.101b-102a) betimler. Sağ sayfada Osmanlı ordusu başında serdar-ı ekrem Ferhad Paşa olmak üzere, sancakları, topları ve yüklerini taşıyan develerle Revan’a doğru ilerlemektedir. Solda ise, nakkaş geniş bir bakış açısıyla, biraz tepeden bakılarak Revan kenti, kente giren Osmanlı askerlerinden kaçmaya çalışan kadınlı, erkekli ahali ve askerler tasvir edilmiştir.

Nakkaş Osman’ın tasarladığı önemli savaş kompozisyonlarından biriyse, Kanunî’nin hünerlerinin, adaletinin, zaferlerinin ve ölümünün anlatıldığı, Hünernâme’nin ikinci cildinde (TSMK, H.1524) karşımıza çıkar. Bu savaş, Süleymannâme’de de tasvir edilmiş olan Mohaç Savaşı’dır (y.256b). Nakkaş Osman’ın yaptığı bu minyatürde de tepelerin ardına yerleştirilen asker grupları aracılığıyla, Süleymannâme’deki Mohaç minyatüründeki gibi, Osmanlı ordusunun savaş düzenini görmek mümkündür. Merkezde beyaz atı üzerinde görülen padişah solak ve peykleriyle birlikte ilerlemektedir. Hemen arkasında atları üzerinde üç Hasodalı ağa padişahı izlemektedir. Padişahın önünde topları ateşleyen yeniçeriler ve zırhlı süvariler vardır. Savaşta sol kanatta yer alan Rumeli kuvvetlerinin komutanı veziriazam İbrahim Paşa veya sağ kanatta savaşan Anadolu kuvvetlerinin komutanı Behram Paşa bu tasvirde de atları üzerinde gösterilmişlerdir. Ön plânda göğüs güğüse yapılan öncü kuvvetlerin mücadelesi görülür.

Bu yazmadaki diğer savaşla ilgili minyatürler, nakkaşların savaş anlarından çok, ordunun gücünün yansıtılmasına özen gösterdiklerini düşündürürler. Osmanlı ordusunun Sigetvar Kalesi’ne varışını tasvir eden çift sayfa halinde tasarlanmış minyatür (y.277b-278a) bunlardan biridir. Nakkaş Osman’ın üslup özelliğini yansıtan bu minyatürde, sol sayfada disiplinli bir şekilde muntazam sıralar halinde ilerleyen Osmanlı ordusu tasvir edilmiştir. Sağ sayfanın üst kısmındaysa Sigetvar Kalesi, Nüzhet-i Esrâru’l-ahbâr der-sefer-i Sigetvar ve Tarih-i Sultan Süleyman’daki gibi, topoğrafik resim geleneğiyle betimlenmiştir. Osmanlı toplarının dövmeye başladığı köprülerle birbirine bağlanan kalelerde insan figürü görülmez. Sağ alt köşede Sokollu Mehmed Paşa ve maiyyeti, Sultan’ın ve kendisinin konaklayacağı tepeye kurulan otağ-ı hümayuna doğru ilerlemektedir.

Süleymannâme’de de betimlenmiş olan Estonibelgrad Kalesi’nin fethinin Hünernâme’nin ikinci cildinde farklı bir görsel anlatım diliyle tasvir edildiği görülür. Bu minyatürde (y.268b) kale, kompozisyonun tamamını kaplamaktadır. Etrafı tahkim edilmiş kalenin içerisinde evler, kiliseler seçilir. Nakkaş, kalenin ele geçirilmesinden sonraki durumu betimlemeye çalışmıştır. Kalenin burçları üzerinde haçlar ve dendanlar arasında toplar vardır. Osmanlı askerlerinden bazıları fethettikleri kale üzerine bayraklar dikmekte, bazılarıysa kale kapısı önünde nöbet tutmaktadır. En alt kısımda çadırlar kurulmuştur ve askerler kale içerisine erzak taşımaktadır. Gökyüzü altınla boyalıdır. Dikkat çeken bir ayrıntı, kilise olması muhtemel bazilikal planlı bir yapının üzerindeki ellerini ağzına dayayarak ezan okuyan bir Osmanlı figürüdür. Bu minyatür, Osmanlıların fethettikleri kentlerin en görkemli dini yapısını camiye çevirdiklerinin görsel belgelerinden biridir.
Viyana kuşatması konulu minyatür (y.257b), Hünernâme’nin ikinci cildinde yer alan önemli kuşatma tasvirlerinden bir diğeri olarak dikkat çekicidir. Osmanlı ordusu Budin’den Viyana önlerine gelerek, kamp kurmuş ve toplarını kente yöneltmiştir. Sahnenin üst bölümünde surlar içerisinde Viyana kenti görülür. Sur duvarları dibinden geçen nehir Osmanlı ordugâhını soldan ve alttan çevirmektedir. Nakkaş, bu tasvirde de hem topoğrafyayı hem de kuşatmanın konumunu yansıtmayı başarmıştır.

16. yüzyıl sonlarına doğru saray nakkaşhanesinin yönlendirici nakkaşı Hasan olmuştur. Enderundan yetişen ve çeşitli devlet görevlerinde bulunan nakkaş Hasan, saraydan Rumeli Beylerbeyi göreviyle çıkmış, daha sonra vezirlik ve sadaret kaymakamlığı görevlerinde bulunmuş önemli bir kişidir. Aynı zamanda çok sayıda resimli elyazmasının hazırlanmasında emeği geçmiş bir sanatçıdır. Onun kişisel tasvir üslubu, kalın siyah kaşlı yuvarlak yüzlü figürleri ve canlı renkleriyle önceki nakkaşların üslubundan ayrılır.

Nakkaş Hasan’ın yaptığı Haçova Meydan Savaşı’nı betimleyen çift sayfa halinde tasarlanmış bir minyatür, şehnâmeci Talikizâde Suphi Çelebi tarafından Türkçe yazılan ve III. Mehmed’in Eğri Seferini konu alan şehnâmede (TSMK, H.1609, y.50b-51a) karşımıza çıkar. Osmanlılarla Macarlar arasında yapılmış olan bu savaşın görsel anlatımında dairesel bir kompozisyon şeması izlenmiştir. Kompozisyonun sağ bölümünün kenarına Macar ordusu ve savaşan askerleri, sol bölümünün tamamına Osmanlı ordusu tüm askeri birlikleriyle yerleştirilmiştir. Her iki orduyu sahneyi yukarıdan aşağıya doğru kesen nehir ayırmaktadır. Nehir kenarında solda topların başında Osmanlı askerleri, yeniçeri ağaları, yedek atlar, teberdar ve solaklar, at üzerinde padişah III. Mehmed, sol gerisinde iki solak, arkasında silahtarları, sancak taşıyanlar, mehteran ve diğer hizmetliler yer alırlar. Padişahın hemen yanındaki sakalsız figür, sarayın Babüssaâde ağası Gazanfer Ağa’dır. Bu grupların iki yanında yarım daireler çizecek şekilde zırhlı askerler, yükleri taşıyan deve ve eşeklerle öncü kuvvetler tasvir edilmiştir. Padişahın sol tarafında Has Odalılardan oluştuğu sanılan süvari grubun içerisindeki bir görevli, başının üzerinde bir bohça içerisinde kutsal emanetlerden Hz. Muhammed’in hırkasını taşımaktadır.

Şehnâmelerin dışında Osmanlı savaşlarının tasvir edildiği ikinci bir eser türü vezir veya serdarların komutasında yapılan fetihlerin anlatıldığı gazanâme veya gazavatnâmelerdir. Gavavatnâme türü eserlerin çoğu 16. yüzyıl sonları ve 17. yüzyıl başlarında yapılan Osmanlı Safevî savaşları esnasında sayıca artmıştır. Osmanlı nakkaşhanesi de bu yıllarda yine İran’dan gelen yeni akım sanatçıların taşıdıkları yeni etkilere maruz kalmıştır. Bir grup esere, dönemin Safevî tasvir üslubunun etkileri yansımıştır.

Bu türde bir eser olan Nusretnâme (TSMK, H.1365) Osmanlı bürokratı, şair, tarihçi Mustafa Âli tarafından yazılmıştır ve Osmanlı-Safevî savaşlarının ilk komutanı Lala Mustafa Paşa’nın Gürcistan Seferini konu alır. Eserin çift sayfada tasarlanmış minyatürlerinden biri (y.95b-96a) Kars yakınında Çıldır’da Azerbeycan Beylerbeyi Emir Han’ın komutasındaki Safevî ordusuyla Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun savaşını betimler. Sağdaki sayfada Osmanlı ordugâhındaki çadırında oturan Lala Mustafa Paşa kucağında bir not yazmaktadır. Soldaki sayfadaysa, Osman Paşa kaçan Safevî askerlerini ve kumandanını kovalamaktadır. Tasviri yapan nakkaş, kaçan Safevî askerlerini kovalayan Osmanlı ordusunun askerlerinin hareketlerini kullandığı resim dilinin elverdiğince gerçekçi bir yaklaşımla yansıtabilmiştir.
Bir başka gazanâme olan Tarih-i Feth-i Yemen (İÜK, T.6045) Yemen’de defterdarlık yapmış Mustafa Rumuzî adlı bürokratın kaleminden çıkmıştır. Eserde Sinan Paşa’nın 1567’de çıkan isyanı bastırmak için görevli serdar olarak Yemen’e gidişini ve 1574 yılına kadar yaptığı icraatları anlatılır. Bu eserin 1594’de temize çekilip resimlenmiş nüshasının minyatürleri arasında Sinan Paşa’nın Yemen’e gidişini tasvir eden minyatürün (y.11b-12a) Şehinşehnâme’nin ikinci cildindeki bazı tasvirlerle benzerliği dikkat çekicidir.

Yemen’de Lebahe Kalelerinin alınışının betimlendiği çift sayfa tasarlanmış minyatürde (y.185b-186a) de Yemen’in yüksek dağlarla çevrili topoğrafyası, aynı nakkaş tarafından anlatılanlara dayanılarak fantastik bir şekilde tasvir edilmeye çalışılmıştır.

Sinan Paşa’nın Yemen’deki Kavkaban Kalesi’ni kuşatması, 17. yüzyıl başında hazırlanan resimli Osmanlı elyazmalarında minyatürleri bulunan nakkaş Nakşî tarafından da Nadirî Divanı (TSMK, H.889) içindeki minyatürlerinden birinde işlenmiştir (y.14a). Nakşî 16. yüzyıl sonlarıyla 17. yüzyılın başında eserler veren Osmanlı minyatürüne yön veren önemli nakkaşlardan biridir. Onun kişisel üslubunda figürlerinin başları büyüktür, gövdeleri kimi zaman deforme edilmiştir.

Yandan, arkadan tasvir ettiği insanların etnik farklılıklarını yüz ifadelerinde ve kıyafetlerinde görmek mümkündür. Figürleri deforme edişiyle resimlerine mizah katan Nakşî’nin kişisel üslubunun en belirgin özelliğiyse, genellikle perspektif kurallarını dikkate alarak çizdiği gözü derinliklere çeken kapı, pencere, kemer açıklıkları ve üç boyutlu konut, kale, kent tasvirleridir. Bu minyatüründe de sanatçı, tasvir ettiği Kavkaban Kalesi’ni Avrupa şatolarına benzetmiş olsa da kalenin Yemen’deki sarp bir tepenin üzerindeki korunaklı konumunu yansıtmaya ve mimari ayrıntılarında derinlik izlenimi vermeye çalışmıştır. Alt kısımda Yemen fatihi Sinan Paşa otağında oturur. Önünde huzuruna getirilen savaş esirleri görülür. Arkadaki yeşil çayır üzerine dizilmiş Osmanlı topları kaleye doğru yönelmiştir. Tepenin önünden aşağıya doğru inan kayalık alan turuncu ve pembe renklerle gölgelendirilerek boyanmıştır.

Nadirî Divanı içerisinde Nakşî tarafından karşılıklı iki sayfa üzerinde tasarlanmış bir diğer savaş sahnesi, III. Mehmed’in Haçova Savaşı’nı tasvir eder. Bu tasvir, Nakkaş Hasan’ın yaptığı Haçova Savaşı konulu minyatürden çok farklı kurgulanmıştır ve Nakşî’nin üslubunun tüm özelliklerini yansıtır. Ufuk çizgisi oldukça yukarıdadır. Koyu mavi renkte tepe sahnenin hemen hemen tamamını kaplamaktadır. Sol sayfada padişah III. Mehmed, onun sağında bu savaşa birlikte katılmış olan Hoca Sadeddin Efendi ile gerisinde Babüssaâde ağası Gazanfer Ağa tasvir edilmişlerdir. Her üçü son anda kazanılan bu kritik savaşın gidişatını endişeli bakışlarla izlemektedirler. Padişahın önünde solak ve peykler padişahı korumaya çalışmaktadır. Yukarıdan aşağıya doğru akmakta olan nehir karşı sayfada devam eder. Sağdaki sayfadaysa kalabalık figürlü bir kompozisyon vardır. Burada Osmanlı askerlerinin Macarları kovalamaya çalıştığı izlenir.

Sol sayfanın ön plânındaysa, tarihi kaynaklarda anlatılan, bu savaş esnasında Osmanlı ordugâhı içine kadar giren düşman askerlerinin son anda atoğlanı, aşçıbaşı, deveci, katırcı ve karakullukçu gibi görevlilerce, çadır kazması, odun baltası, koltuk gövdesi, lobut, sopa, tencere, tava ve kepçelerle kovalanarak püskürtülmeleri, bir iki figürle betimlenmeye çalışılmıştır.

Gördüğümüz bu seçilmiş örnekler, Osmanlı nakkaşlarının 16. yüzyılda ve 17. yüzyıl başında yapmış oldukları savaş, kuşatma ve çıkartma tasvirlerinden bazılarıdır. Bu minyatürler bize tarihi konulu eserleri resimlendiren nakkaşların olayları ne denli yaratıcı kompozisyonlarla aktardıklarını ve yazılı metinlerde anlatılamayan bazı ayrıntıları tek bir sayfada başarıyla yansıtırken, belgeleyici tutumlarından hiç ödün vermediklerini göstermektedir.


Banu Mahir
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
OSMANLILAR DA AHŞAP SANATI



Hem mimari öğelerde hem de dekoratif amaçlı eşyalarda görülen ahşap sanatı, teknik ve üslup açısından en güzel örneklerini Osmanlı döneminde vermiştir.

ahsap6.jpg


Ahşap işçiliği, İslam sanatında diğer sanat kollarına paralel bir gelişme gösteren ve çeşitli dönemlerde birçok bölgesel etkileri de içine alarak zenginleşen bir çeşitlilik gösterir.

Bazen mimaride sütun ve sütun başlığı, kiriş gibi taşıyıcı bir öğe; bazen kapı ve pencere kanatları, mihrap, minber, tavan göbeği, balkon korkuluğu gibi dekoratif amaçlı yapı elemanları ya da rahle, Kur’an ve cüz mahfazası, çekmece, kavukluk, çeyiz sandığı, sehpa gibi mobilya ve aksesuvar olarak karşımıza çıkar.


ZENGİN SENTEZ

Ahşap ustaları zanaatkar zümresi altında ‘neccar’ olarak adlandırılırdı. Bu zanaatkarlar, özellikle Anadolu’da yapı tasarımına bağlı olarak gelişen ahşap süsleme tekniklerini büyük bir ustalıkla her çeşit ağaca uygulamışlardır.

Ahşap ustalarının ağaç türlerini iyi tanıdıkları, kullandıkları yer ve tekniklere en uygun malzemeyi seçtikleri, ahşabın dayanıksız bir malzeme olmasına karşın günümüze gelebilen eserlerden anlaşılmaktadır. Teknik ve işlenişe uygun olarak tercih edilen hammaddeler ceviz, elma, armut, sedir, meşe, abanoz ve gül ağacıdır.

İslam sanatının ilk evresi olan Emevi ve Abbasi döneminde (7-10. yüzyıl) genel anlamda derleyici bir ifade görülür. Türklerin Anadolu’ya beraberlerinde getirdikleri teknik ve üslupların yerli bezeme kaynakları ile kaynaşarak yeni bir sentez oluşturmasıyla ahşap işçiliği özellikle Anadolu Selçuklu döneminde, nitelik ve nicelik açısından en olgun dönemine ulaşır. Bu dönemin ahşap süsleme sanatında bitkisel, geometrik, yazı ve az da olsa figür tasvirlerinden oluşan zengin bir süsleme üslubu görülür. Anadolu Selçuklu ahşap işçiliğinde rumî dal ve kıvrımlar arasındaki palmet ve yarım palmet motifleri ile sülüs yazının sıklıkla kullanıldığı bezeme üslubuna en uygun ve en çok kullanılan teknik ‘oyma tekniği’dir.

Selçuklu ahşap işçiliğinde, geometrik desenlerden oluşan bezeme de önemli bir yer tutar. Özellikle kapı, pencere kanatları, minber ve aynalıklar gibi geniş yüzeylerde ‘kündekâri tekniği’ uygulanır. Sekizgen, baklava ve yıldız formunda kesilip hazırlanan ahşap parçaların, düzgün kesilmiş oluklu çıtalarla iç içe geçirilerek çatılması, bağlanmasıyla meydana getirilir.

ahsap5.jpg


OSMANLI’NIN SANAT ÜSLUPLARI

14. yüzyılda Anadolu’da giderek hakimiyet kazanan Beylikler dönemi, Osmanlı sanatına bir geçiştir. Selçuklu ve Beylikler döneminde özellikle mihrap, cami kapısı, kapı ve pencere kanatları gibi mimari elemanlarda kullanılan ahşap işçiliği, Osmanlı döneminde çok daha geniş bir uygulama alanı kazanır. 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed tarafından Edirne’de temelleri atılan ve 15. yüzyılın sonlarında Sultan II. Bayezid döneminde Topkapı Sarayı’nda tamamlanan Ehl-i Hiref ve Hassa Mimarları Ocağı gibi meslek örgütlenmesi Osmanlı ahşap işçiliğinin sanat üsluplarının belirlenmesinde etkili olur.

Yapı faaliyetlerini yürütmek ve denetlemekle görevli Hassa Mimarlar Ocağı’nda yetişen Mimar Sinan’ın mimarlıktan önce marangozluk, Mehmed Ağa’nın ve Dalgıç Ahmed Çavuş’un sedefkârlık öğrendiği düşünülürse Osmanlı sanatında ahşap işçiliğine verilen önem daha iyi anlaşılır.

Ahşap işçiliğinin üslup ve teknik açıdan en güzel ve görkemli örneklerini 16. ve 17. yüzyılda görmekteyiz. Selçuklu geleneğinde sürdürülen rumî-palmet ve kıvrım dal kompozisyonlarından oluşan girift bitkisel bezemeye hatayi ve diğer naturalist üsluplu çiçek motiflerinin de katılmasıyla zengin bir düzenleme ortaya çıkar. O zamana kadar çini ve kumaş desenlerinde görmeye alışkın olduğumuz Uzakdoğu etkili çintemani ve Çin bulutu motiflerinin bu kez ağaç işçiliği üzerinde görülmesi ilginçtir.

Yine bu dönemde daha geniş yüzeylere uygulanan kündekâri tekniğinin yanında küçük ölçekli ahşap eşyada kakma tekniği kullanılmaya başlanır.

‘Tarsi’ olarak da adlandırılan bu teknikte, ahşabın üzerine ince bir kalemle çizilen desene göre açılan yuvalara, yine desene uygun hazırlanıp kesilen sedef, fildişi, bağa, abanoz veya gümüş teller gömülür veya yapıştırılır

ahsap4.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
ZARİF VE RENKLİ BİR TEKNİK: EDİRNEKÂRİ

17. ve 18. yüzyıl Osmanlı ahşap işçiliğinde lake tekniğiyle yapılan eşyalar dikkat çeker. Özellikle Edirne’de çokça örneklerine rastlanan bu teknik, bu yüzden ‘Edirnekâri’ olarak da tanımlanır. Ahşap dışında mukavva ve deri üzerine de yapılan bu tekniğin uygulanması zahmetli ve özen isteyen bir iştir. İşlenecek malzemenin üstündeki pürüzler giderildikten sonra yüzeyin boyaları emmemesi için bir kat vernik sürülür. Kuruduktan sonra üzerine altın yaldız ya da çeşitli renkte boyalarla süsleme yapılır. Boyalar kuruduktan sonra üzerine tekrar vernik sürülür; bu işlem birkaç kez tekrarlanır.

19. yüzyıl ortalarında Fransız saraylarında mimari süsleme stili olarak doğan Rokoko üslubu, Türk Rokokosu adıyla Osmanlı sanatının her kolunda olduğu gibi ahşap işçiliğinde de etkisini gösterir.

Küçük el sanatı ürünlerinde klasik Osmanlı bezeme motifleri yerini, vazo içinde natüralist çalışılmış çiçek buketlerine, akantus yapraklarına, C ve S kıvrımlı dallara, fiyonk ve kurdelalara bırakır.

Doğaya karşı zayıf düşen ahşap eserlerin çoğu ne yazık ki günümüze kadar gelememiştir. Yine de, 8. yüzyıldan 19. yüzyıl sonuna kadar ağaç işçiliğinin en güzel örneklerini Türk İslam Eserleri Müzesi’nde görebilirsiniz.



ahsap3.jpg

ahsap2.jpg


ahsap1.jpg
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Türk Bezeme Sanatı

Türk Sanat geleneklerinin özünü koruyan, maziden günümüze Türk kültürünün devamını sağlayan ve Türk kimliğini çizen gelenekli sanatlarımızı derinlemesine incelemek, temelinde yatan felsefeyi ve bunun çizgilere, şekillere yansımasını anlamak ve anlatmak, bir manada kendimizi anlamak, millî kimliğimizi tanımak ve tanıtmaktır. Çünkü bir milletin tarihi yaşadığı hayattır. Kültürü ise, kendi tarihi içinde yaşarken edinmiş olduğu inanç ve davranış biçimidir. Bu kültür, sahip olduğu gelenekler ile nesilden nesile aktarılır. Gelenekler aynı zamanda ait olduğu milletlerin kimliğini belirler. İşte bu nedenle geleneksel sanatlar, millî kültürümüzün temel taşlarından biridir.

Tarihin sayfalarını geriye çevirerek Türk sanatının mazisine göz atacak olursak, Orta Asya bozkırlarının, önemli Türk kültür merkezlerine vatan olduğunu ve buralarda Türk sanatının ilk meyvelerinin yeşerdiğini görürüz. Türkler'in siyasî tarihleri yanında, kültür tarihinin de bu bozkırlarda başladığı, çeşitli iklim ve coğrafyalarda, farklı inanç ve medeniyetlerin ışığında gelişe gelişe Anadolu yarımadası’na gelerek Selçuk-Osmanlı medeniyetlerine zemin hazırladığı tarihî bir gerçektir. Uzun yıllar komşusu olduğu Sasanî ve Çin medeniyeti ile yakın teması olan Orta Asya Türk devletleri, kendilerine has bir sanat üslubu yakalamışlardır. Büyük Hun İmparatorluğundan günümüze kadar tıpkı bir zincirin halkaları gibi devam eden Türkler’in sanat geleneği, sanat tarihi dünyasında küçümsenmiyecek bir kimliğe ve yere sahip olmuştur.

Bugün küreselleşme gayreti içinde bulunan yeni dünya düzeninde yerini alacak olan Türkiye, bir yandan Avrupa Birliğine girme ve Ortadoğu'da, Asya’da lider ülke olma çabalarını yoğunlaştırırken, diğer yandan sahip olduğu zengin kültürünü daha yakından tanımalı, sahip çıkmalı ve korumayı ihmal etmemelidir. Bunun bir yolu da, millî kültürümüzün önemli bir kanadı olan geleneksel sanatlarımıza gösterilecek şuurlu bir ilgi ve hassasiyettir. Ancak bu takdirde, milletimize ve bilhassa yeni kuşaklara, sağlam temeller üzerinde yükselen parlak bir gelecek hazırlamış oluruz. İşte bu beraberliğimizde sizlerle Türk’ün sanat dünyasına girerek, güzellik, aşk, sanat, sanatkar, zanaat, gibi bazı temel sanat kavramlarına kısaca temas etmek, daha sonra, gelenekli sanatlarımızın önemli bir kısmını teşkil eden ve bizim ilgi alanımız olan, çini tezyini sanatlarından söz açmak istiyoruz.

Bilindiği gibi sanat, en genel tanımı ile bir anlatış, bir ifade şeklidir. Anlatılan, sanatkarın iç ve dış dünyasıdır. Başka deyişle sanat, insanın yaşadığı dünyayı gönül penceresinden seyrederken, gördüklerini, hissettiklerini sembollerle dile getirmesidir. Böylece insanın yetenekleri şekillenmiş, duygu ve düşünceleri adeta maddede billurlaşmış olur. Sanatı var eden, besleyen ve olgunlaştıran, zihinlerdeki fikir ve düşünce, gönüllerdeki aşk ve heyecandır. Sanat eserleri, bunların maddeye yansıması veya bir takım kalıplara girerek şekil ve görünüş kazanması ile meydana gelir.

Bir başka manada sanat, insanlığın yoluna ışık tutan, toplumun yaralarını saran, insanı insan yapan idealleri, biçim, renk, ses veya kelimeler aracılığı ile estetik düzen içinde çevresine sunan, bir aktivite, bir hizmet veya hizmetten de öte bir ihtiyaçtır.

Atalarımız, “Aşk olmayınca, meşk olmaz'' demiş ve işin özünü ne güzel ifade etmişlerdir. Zira güzellik, aşk ve sanat, birbirini var eden ayrılmaz üç temel kavramdır. Güzelden maksat Aşk’ tır. Aşkın dili ise Sanat’tır.

Şair diyor ki:

“Suretin nakşında her kim görmedi nakkaşını,

Vahib-i suret anın gözsüz yaratmış başını.”

Fakat bunu görebilmek, hissedebilmek için, gönül gözünün de iştirakı ile gerçek güzeli tanımak gerekir. Peki gerçek güzel nedir?

Plotinos, kendi fikir dünyasından seyrettiği gerçek güzeli şöyle tarif etrniş: “Varlıklar içinde güzel olmayan hiç birşey yoktur. Zira varlıkların her zerresi, mutlak varlığın nurundan bir parıltıdır. Şu halde herşey birbirinden az ya da çok güzeldir”(l)

(1078-1166) Yıllarında yaşayan İslâm mutasavvıfı Abdülkadir Geylani ise çirkinlik hakkındaki düşüncelerini ortaya koyarak güzeli şöyle anlatmıştır: “Dünyada çirkinlik yoktur. Çirkinlik, o hüsn-i bimisâlin, kemâlini aşikâr eden bir güzelliktir.” yani “Yeryüzünde çirkin yoktur. Sizin çirkin dediğiniz, emsali olmayan o ilâhi güzelliğin mükemmelliğini ortaya çıkaran güzelliktir” bu da bize, her değerin ancak zıtları ile var olabileceğini bir kere daha hatırlatmış oluyor.

İşte bu güzele duyulan sevgi ve hayranlığın dili, sanattır. Seyre daldığı bu güzelliğin gönlüne düşen aşk, sahip olduğu üstün yetenek ve zeka ile eserinde anlatan kişiye ise sanatkâr denir. Demek ki sanatkar, yaratılmışı keşfederek üstün idrak ve yeteneklerinin sınırları içinde yorumlayan ve bunu eserinde yansıtan kişidir.

Çok zaman halk arasında karıştırılan ve birbiri ile yarış halinde olan iki kavram daha vardır. Bunlardan biri sanat, diğeri ise zanaattır. Zanaat, son şeklini almış bir tasarımın ustalıkla yerine işlenmesi veya uygulanmasıdır. Bu işi yapana zanaatkâr veya zanaat erbabı denir. Bilhassa el sanatlarında zanaatın payı inkar edilemez. Sanat alanında yaratıcılık ne kadar önemli ise, zanaatta da işçilik, tecrübe ve el becerisi o kadar önemlidir.

Bunu gösterebilmek için geleneksel kitap sanatlarından tezhibi ele alalım. Tezhip sanatını kısaca tanıttıktan sonra bazı örnekler üzerinde duralım.

Tezhip

Bezeme sanatının kağıt üzerindeki uygulamasıdır ve eski kitap sanatlarında yazıyı süsleme maksadıyla kullanılmıştır. Adını, en önemli malzemesi olan altından almıştır. Tezhip kelimesi, Arapça altın demek olan, zehep kökünden türemiş olup, ‘altınlamak’ anlamına gelir. Fakat tezhip sanatında altın ile birlikte kullanılan, geçmişte toprak boyalardan, şimdi ise hazır boyalardan elde ettiğimiz, bedahşi lacivert (lapislazûli), Türk alı, aşı boyası, Türk mavisi (türkuaz), limon küfü gibi klasik renkler de vardır.

Tezhipli eserlere müzehhep eser, tezhip yapana da müzehhip denir. Tezhip sanatı, geçmiş devirlerde daha çok yazı ile birlikte kullanılmış ve hat sanatının elbisesi, süsü olarak bu sanat dalının yanıbaşında yer almıştır. Fakat bugün tezhib, ebru veya dokulu kağıtlar üzerine işlenerek başlı başına dekoratif bir sanat halinde, duvarlarımızı süslemektedir.

Kitap sanatlarında en yoğun tezhiplere dinî yazmalarda rastlanır. Bunun yanında edebî eser olan divanlarda, padişaha sunulacak ilmî yazmalarda da yoğun tezhibe rastlanır. Bilhassa mushafların zahriye veya serlevha sayfalarında, bir hilye-i şerif üzerinde işlenmiş yoğun tezhipler, sanatın yanında zanaatın da ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Böylece tezhipden örnekler göstererek Tezyini sanatlarımıza da girmiş olduk. “Tezyinat kelimesi” pekçok dekoratif sanatı içine alan, bir terimdir. “Tezyin”, Arapça ziynet kelimesinden türemiş olup, “süs” manasına gelir. “Tezyina” bunun çoğulu yani “süslemeler” demektir. Tezyini sanatlara günümüzde süsleme veya bezeme sanatları da denir. Cild, tezhip, hat, minyatür, kat'ı gibi kitap sanatlarını, taş, metal ve ahşap oymaları, sedefkârlık, çini, kalem işi, revzen, tekstil ve dokuma gibi dekoratif sanatları içine alan geniş bir uygulama alanı vardır.

Bütün bu sanat dallarında motif ve desen bilgileri aynı esaslara dayanır. Sadece desenin uygulanacağı yere, kullanılacağı teknik ve malzemeye göre ayrıntılarda bazı farklılıklar gösterirler. Mesela desen tasarlanırken çizilecek desenin çeşidi, yoğunluğu, motifleri, büyüklüğü ve renklerinin seçimi, işleneceği yüzeyin şekline, büyüklüğüne, yapıldığı maddeye, kullanılacak tekniğe göre yapılır. Onun için Türk tezyini sanatlarında kalıp usulü kullanılmamış, bezenecek her yüzeye uygun yeni bir desen çizilmiştir.

Gene bir çini panodaki hatayi motifi, tezhip edilecek desendeki hatayiye göre çok daha büyük ve ayrıntılıdır. Taş üzerine oyulacak desenin motifleri de iridir. Fakat sert zemine işleneceği için daha sade görünüşlü olmalıdır. Hatta sadece tezhib sanatı için çizilecek desenlerdeki motiflerin boyutu bile, işlemede kullanılacak tekniklere göre değişir. Halkar tekniğinde daha iri ve ayrıntılı, zemini boyalı klasik tezhibde, zer-ender zer veya çift tahrir (havalı) tekniğinde çok sade ve küçük motifler kullanılır. Renk seçiminde ise, taş, ahşap, fildişi ve deri üzerine işlenen desenler için zeminin doğal yapısına uygun renkler ve altın tercih edilir. Tezhipte, çinide ise bulunduğu yüzyıla göre değişen, Türk sanatının klasik renk zevki dikkate alınır. İşte bunun gibi pekçok ince ayrıntılar, Türk sanatının gözü, gönlü dinlendiren ihtişamlı zevkini, estetiğini ortaya koyan önemli hususlardır.

Şimdi Türk sanatı ve diğer birçok Doğu sanatlarının özünü teşkil eden bir başka konuya geçelim, üsluplaştırma: Minyatür ve bezemelerde kullanılan bütün figür veya motiflerin çıkışları, çizilişleri, bu esasa dayanır. Klasik ismiyle, “üsluplaştırma veya üslup çekmek”, batı dillerindeki adı ile “stilizasyon” veya başka bir deyiş ile “soyutlaştırma” denilen bu çizim şekli, şöyle tarif edilebilir: “Sanatkarın modelini kopya etmeden, sadece ana çizgilerini koruyarak, onu kendi istek ve düşünceleri doğrultusunda, göstermek istediği şekilde çizmesidir. “Üsluplaştırılmış bir nesnede, hem modelin kimliği, hem de sanatkârın yorumu birlikte seyredilir.

Sanat dünyasında önemli bir yeri olan bu sanat anlayışında gölgenin yerini tarama almış, perspektif kısmen kullanılmıştır. Hatta minyatürde vurgulanmak istenen nesne veya fikirin dikkat çekmesi için, renk ve tasarım ile gerçek dışı yorumlara bile yer verilmiştir. Üsluplaştırmada bilhassa çizginin ifade gücü ve ahengi başlı başına incelenmesi gereken önemli bir noktadır. Hatta burada renk, çizgiye yardımcı olan, destek veren bir unsurdur. Kalın, ince, koyu, açık, sert, yumuşak, çizgilerle çizilen üsluplaştırılmış motifler ve bu motiflerden meydana gelen desenler, dile gelerek, pek çok şey anlatır. Kendini ilgiyle seyredene, adeta sanatkarın iç dünyasını, karakterini, üslûbunu ve o çizgiyi çizerkenki halini fısıldar. Çizginin bu tılsımlı gücü, hüsn-ü hat sanatında hassas bir ölçü ve ahenk ile yazılmış istiflerde de seyredilir.

Kıymetli Hocamız Prof Dr. A. Süheyl Ünver (1898- 1986) bu konu ile ilgili görüşünü şöyle dile getirirdi; “Türk tezyinatı göz musikisidir, onun da notası vardır. Bu notaları bilmiyen göz bakar, fakat eseri okuyamaz ve anlayamaz.”

Picasso ise, hat sanatı ile ilk tanıştığı zaman manayı anlamamasına rağmen, çizgilerdeki ahenge hayran kalmış ve ‘Benim resimde varmak istediğim yere, İslâm yazısı çoktan gelmiş’ demiştir. (2)

Mimar Turgut Cansever Hocanın 1997 (Ocak) yılında dinlediğim bir konuşmasından şu sözleri not etmişim. “Biçimler ifadedir, açıklamadır. Posmodernizmin içine düştüğü mesele bu ikilemin bir kanadına önem verip diğer kanadını ihmal etmesidir. Halbuki biçimler, anlatmak istedikleri mana ile bir bütün olduğu zaman insanlığa hizmet verir, işlev kazanır. İslâm mimarisinde bu bütünlük kurulmuştur.”(3)

Klasik Türk tezyini sanatlarının genel olarak iki önemli ortak konusu vardır. Desende temel unsur olan motifleri, çıkış kaynağı, tarihi gelişimi, çizim tekniği, özellikleri, desen içinde kullanılış şekli ve çeşitleri ile iyi tanımak, desen tasarımında atılacak ilk önemli adımdır. Bundan sonra ikinci önemli adım, klasik Türk bezeme sanatlarında desen bilgisidir.

Değerli Hocam Rikkat Kunt (1903-1986); “Desen sanatın namusudur.” derdi. Rikkat Hanım bu sözü ile, tezyini sanatlarda desen tasarımının önemini, veciz bir şekil ile vurgulamakla kalmıyor, aynı zamanda gereken titizliği göstermeyip, emanet veya devşirme desenler ile eser verenlere de seslenerek, “Bezeme sanatı, kopyadan ibaret değildir. Bütün klasik sanatlarda olduğu gibi, kendi kuralları içinde yeni düşünce ve terkiplere açık bir sanattır.” demek istiyordu. 20. Yüzyılın değerli müzehhip ve hocalarından Muhsin Demironat (1907-1983) ise, desen çizimini anlatırken: “Kompozisyon hazırlamayı nasıl öğreneceğiz dersek, bunun iki yolu vardır:


1-Motif bilgisi ve desen çizme tekniğini iyi bir ustadan öğrenmek,

2 - Göz eğitimi için çok görmek, el eğitimi için çok çizmek. Her ne kadar sanatta kabiliyet ve azim ön planda gelirse de, kendi kendine yetişmek ile bir üstad görerek yetişmek arasında, çok büyük fark vardır.” derdi. Bu tavsiyeler atalarımızın, “Ustadsız sanat haramdır.” sözünü de doğrulamış oluyor. 21. Yüzyılın üslupları araştırılırken dikkat edilecek başka bir konu da şudur: Gelenekli sanatlarda desenler, kendi üslupları içinde iki önemli özellik taşırlar.

1- Milli üslûbu koruyan, birleştirici ortak özellikler, ki bunların korunması şarttır. Çünkü bunlar, gelenek haline gelmiş kalıcı özelliklerdir. Meselâ Türk sanatının her dalında çok belirgin bir özellik olan eserin dışını sade bırakıp içini daha yoğun süslemek arzusu, sanatta veciz ifade üslûbunun tercih edilmesi, aynı zamanda Türk'ün dünyaya bakışını ve hayat görüşünü de göstermektedir.

Günümüzde gösteriş meraklısı zihniyetin tutsağı olan bazı kesimler, maalesef atalarının sanatla ifade ettikleri bu inceliği anlamak ve taktir etmek şöyle dursun, tenkit konusu yapmaktadır. Halbuki sadelik içinde, az malzeme ile seyircisini cezbedebilmek ve eserinde gerçek güzelliği yansıtmak, başarılması daha zor bir iş değil midir? Nitekim atalarımız Türk sanatını tarif ederken: “Dışta sadelik, içte ihtişam. İşte Türk sanatı.” Diyerek bütün bu gerçekleri, gene Türk üslubu olan veciz bir dille anlatmışlardır.

2-İkinci grup özellik ise ait olduğu sanat dalını zenginleştiren, tasarım hacmini genişleten üsluplar arasındaki farklılıkları belirleyen, ayırıcı özelliklerdir. Bu özellikler, yeni üslûp arayışları sırasında değiştirilebilir.

Kısaca Türk kültür tarihinin akışı içinde tezyini sanatların göz kamaştıran gelişmelerinde dikkat çeken en önemli taraf, desen ve renk tasarımlarında yakalanmış olan estetik olgunluk ve millî ruhdur.

Sonuç olarak sanat, şüphesiz yaşayan dinamik bir varlıktır. Hayatın akışı içinde bulunduğu zamana ve mekâna bağlı olarak devam ederken, değişmelere uğrar. Zira yeni arayışların yapılması, duygu ve düşüncelerin yeni üsluplar ve kalıplarda ifade bulması, kısaca değişim, insanlarda doğuştan var olan bir ihtiyaçtır. Bunun için en uygun alan, moda ve sanattır. Bu arada klasikler arasına katılan, evrenselleşmiş eserler de pek çoktur. Her devirde insanların takdirini kazanan bu klasik eserler, aynı zamanda sahibini de ölümsüzleştirmiştir. Bunlara duyulan hayranlık hiç tükenmez. Hatta bunları kopya yapabilmek bile bir yetenek, eğitim ve bilgi ister.

Voltaire bu konuda şöyle demektedir: “Sanat bir dereceye iner ki, klasiği kopya bile edilemez. Onun için kopya bir küçüklük, bir zûl görülür. Keşke buna muktedir olsalardı.”(3)

Fakat kopya çalışmak her ne kadar başarılı ve faydalı olursa olsun kopya ile yetinmek, sanatta bir amaç olmamalıdır. Sadece kopya veya taklitlerle sürdürülen sanat çalışmalarının ortaya çıkardığı eserler, o sanatı gelecek yüzyıllara taşıyamaz.

Şüphesiz sanatta belli bir yere gelmek, açılmamış kapıları açmak için sağlam ve güvenli bir zeminde bulunmak gerekir. Bizler de 21. yüzyılın yeni üsluplarını ararken, sanatın milli özelliklerini, geleneklerini göz ardı etmemeliyiz. Zira, sanat evrenseldir. Fakat sanatkârın millî bir kimliği vardır ve bu kimlik mutlaka eserlerine yansır. Mesela modern resmin babası Picasso'nun evrensel olmuş sanatında İspanyol kültüründen izler görülür. Gene müzik dünyasında ün yapmış, Finlilerin milli kahramanı Sibellius, bu şöhretini vatan sevgisi ve özgürlük için bestelediği eserleri ile kazanmıştır. Mimarlık tarihinde dünyaca bir deha kabul edilen Mimar Sinan’ın eserlerinde akıl almaz bir ustalıkla kullandığı kubbe, inancının odak noktası olan tevhid şevkinin maddeye yansıması değil de nedir?

Daha pek çok örnekte görüldüğü gibi, milli olmayan bir sanat, milletlerarası değere de sahip olamaz. Kısaca sanatta evrenselliği yakalamak, üstün yetenek yanında şahsî, millî ve yöresel kimliğin güçlü olmasıyla mümkündür. Büyük Atatürk'ün 1923 de söylediği şu sözü ile son vermek istiyorum. “Milli benliğini bulmayan milletler, başka milletlerin şikarıdır.” yani avıdır.

1- Estetik, Cemil Sena Ongun, s. 26, 1971.

2- M. Uğur Derman, Hat Sanatında Türkler’in Yeri, İslâm Sanatında Türkler, s. 52, Y.K.B.K. Yay İstanbul, 1976.

3- İsmet Binark, Ekrem Hakkı Ayverdi Bibliyografyası, s. 279, İstanbul, 1999.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Osmanlı Dericiliğinden Günümüze Ulaşan

İşlemeli Mektup ve Para Çantaları






Thomas Cales ismini ve Smyrna 1727 tarihini taşır.



Dr. Hülya Tezcan

Bir tarım ülkesi olan Anadolu topraklarında tarım ve onun ayrılmaz bir parçası olan hayvancılık çok gelişmiştir. Hayvancılığa dayalı sanayi sektörleri içinde en eskisi ve yaygını dericilikti. Derinin işlenmesinde kullanılan mazı, sumak, çam, meşe ağacı ve meyveleri palamutun ülke topraklarında bolca yetişmesi dericiliğin Anadolu'nun hemen her yerinde yapılmasına imkan vermiştir.

Kaynaklar bu sanayinin daha Fatih Sultan Mehmet (1451- 1481) zamanında, askeri ihtiyaçlar için topluca mamul deri temin etmek maksadıyla ve Ayasofya'ya gelir getirmek üzere Yedikule civarında kurulan üç yüz altmış dükkanla başladığını bildiriyorlar(1). Gene Sultan II. Selim'in (1566- 1574) hanımlarından Nurbanu Sultan'ın Üsküdar'da bir debbağhane kurduğunu 1575 tarihli başka bir belgeden öğreniyoruz (2).


17. yüzyılın ünlü seyyahı Evliya Çelebi, İstanbul'un on iki semtinde yedi yüz debbağhane olduğunu, buralarda üç bin kişinin çalıştığını ve dükkanlarının açık mavi, şeftali çiçeği, kırmızı, sarı, nefti renk sahtiyanlarla süslendiğini (3) yazıyor. Bunların belli başlıları Üsküdar, Kasımpaşa, Tophane ve Eyüp'tedir (4).


İstanbul'dan başka; Anadolu'da: Konya, Diyarbakır, İzmir, Kütahya, Kayseri, Sivas, Erzurum, Tokat, Amasya; Trakya'da: Silivri, Edirne; Rumeli'de: Üsküp, Selanik, Filibe, Tırhala, Rusçuk; Güneydoğu'da: Halep, Şam gibi şehirlerde de dericilik ilerlemişti.





Benjamin Lethieullier ismini ve 1711 tarihini taşır.






Bir madalyon içinde WT harflerini ve 1802 tarihini taşır.
(Ekşinozlugil kol.)



Derinin çok yaygın bir kullanım alanı olmuştur. Kullanıldığı her sektör için de değişik cinsleri üretilmiştir. Koyun derisinden (meşin), keçi derisinden (sahtiyan), ceylan derisinden (rak), manda derisinden (kösele), sığır derisinden (vaketa) gibi. Güderi(5) ve tirşe ise(6), derini değişik kaliteleriydi.
Derinin başlıca kullanım alanları şöyle sıralanabilir. Giyim ve aksesuarda, kitap cildinde, haritalarda, eyer ve koşum takımlarında, nihalelerde (sofra altlığı), askeri alanda (ok, yay kuburları, tabanca kılıfları, vs.) müzik aletlerinde, gölge oyununda (başta Karagöz ve Hacivat olmak üzere kahramanları ve dekorları), saray, konak, ev, cami ve türbe kapılarında perde olarak, tavan kaplamalarında görülmektedir.


Derinin yumuşaklığı nedeniyle kolay işlenebilir özelliği, hemen hemen kumaşın girdiği her yere girmesine imkan vermiştir. Kumaşta olduğu gibi bezeme motifleri en ince detaylarına kadar çok değişik tekniklerle uygulanabilmiştir. Bu teknikler; kalem işi, aplike, lake, desenin kalıpla basıldığı gömme tekniği, yaldızla bezeme, kabare denilen çivi başlarıyla bezeme, üzeri taşlı, madeni levhaların deri üzerine tespitiyle bezeme, kesilip, oyularak ajurlama tekniği, altın veya altın alaşımlı elle desen yüzeyinin işlenmesidir.

Burada tanıtacağımız mektupluk ve cüzdan olarak kullanılabilecek deri işleri, yukarıdaki tekniklerden "tel sarma işlemeli" olarak bezenmiştir. Daha çok Avrupa'da koleksiyonerler, antikacılar ve müzayedelerde karşımıza çıkan bu çantalar değişik örnekleriyle oldukça kalabalık bir gruptur. Kırmızı, koyu mor, kahverengi, taba rengi deriden, 16- 30 cm. uzunluk, 11- 17 cm. yükseklikte, ince, uzun, dikdörtgen şeklinde, iki veya üç gözlüdürler. Çoğunda tarih, isim ve yapıldığı şehrin adı olan "Constantinopel" yazısı Latin harfleriyle işlemelidir. Bu yüzden bu çantalar İstanbul'a gelen yabancılar tarafından sipariş verilerek hatıra eşyası olarak yaptırılmış olmalıdırlar. Mevcut örneklerden bu çantaların yurtiçinde de yaygın olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Ancak ağır bezemelerine ve iç kapaklarının mevcudiyetine rağmen bunlar isim ve tarih taşımazlar.



Bunların içinde bir tek istisna II. Mahmut (1808- 1839) tuğrasını, Arap harfleriyle İstanbul adını ve Hicri 1251 tarihini taşıyanıdır. Aynı tarihin Miladi karşılığıysa gene Arap rakamlarıyla 1835 olarak işlenmiştir. Bu çantanın kırmızı deri üzerine sarı tel işlemeli bezemesi Batı etkilidir. Paris'te Ahmet Benli koleksiyonunda bulunan çantanın sultan veya ileri gelen bir Osmanlı Paşası tarafından bir yabancıya hediye edildiği zannedilir.





Sultan II. Mahmud'un (1808- 1839) tuğrasını ve hicri 1251 miladi 1835 tarihini taşır. (Ahmet Benli kol. Paris)





Gene böyle içinde Abdurrahman Paşa tarafından yazılmış altı adet mektup olan bir çanta Markgrafen Hermann'a gönderilmiştir(7). Bu çanta 1691'den önce ölen Hermann'ın terekesinden satın alınmıştır. Çantanın içindeki mektuplarla bulunması, ne iş için kullanıldığını belgelemesi bakımından önemlidir. Çanta, 27 cm. uzunluk ve 15.5 cm. yükseklikte olup, koyu mor renkli deri üzerine, çok sık olarak kıvrım dal ve yapraklar arasında beyaz ve sarı telle menekşe çiçeği işlemelidir.


Kapağın kenarı gümüş telle bordürlenmiş olup, çok iyi durumdadır. Bu çantayı katalog eden yayından aynı eserin Batıda değişik müzelere dağıtılmış örnekleri hakkında da bilgi verilmiştir. Örneğin üzerinde "Constantinopel" yazısı ve "1673" tarihini taşıyan ve buna göre işçiliği biraz daha kaba olan bir çantanın Budapeşte'de İparmüveszeti'de bulunduğunu öğrendik. Elimizdeki örneklerden oluşan listeye göre bu en erken tarihli olanıdır.





1A. Refik, Onuncu Asr-ı Hicri'de İstanbul Hayatı (1495- 1591), İstanbul 1988, s. 119, Belge No. 31.
2a.g.e., s.115, Belge No. 23.
3Evliya Çelebi, Seyahatname I., s. 594-595.
4Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Bir Zamanlar İstanbul (1922 yılında Payam, Sabah ve Alemdar gazetelerinde tefrika olarak yayınlanan makaleleri), Çev. N. A. Banoğlu, Tercüman 1001 eser, No. 11, s. 51.
5Güder,; yağla serpilerek hazırlanmış her çeşit deri, BK. R. Önsey, Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası, Ankara 1988, s. 59, not. 6.
6Tirşe; üzerine yazı yazılabilecek şekle sokulmuş deri. Bk., M. Z. Pakalın, "Tirşe" Mad., Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1971, C. III., s. 508- 509.
7E. Petrasch - R. Sönger - E. Zimmermann - H. Georg. Mayer, Die Karlsruher Türkenbeute, München 1991, s. 345, Kat. 296.
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Düğüm düğüm Anadolu
...


02.jpg


Uçan halı hayal olsa da Yağcıbedir’in konuşan halıları gerçek... Yağcıbedir halılarındaki ejderha motifi Orta Asya’daki bir efsaneyi, mihrap motifi İslamiyet’e geçişi anlatırken, her motifte ayrı bir duygu, ayrı bir ifade var...

İpek Yolu, Kral Yolu, Baharat Yolu gibi tarihi güzergahların üzerinde bulunan Türkiye’de, bu defa da "Düğüm düğüm Anadolu" halı yolu için üretim merkezlerine doğru yola çıkıyoruz.

Anadolu’ya Türkmen ve Yörük aşiretleri aracılığıyla girip, en az 4 bin yıldan bu yana ince ve derin bir zevkin, yeteneğin ve ustalığın ürünü olan halılar için her rengin, her motifin, suyun bir dili ve mesajı bulunuyor. Kırmızı renk dostluğu, sevgiyi, mavi umudu, yeşil ayrılığı, sarı nazarı dile getiriyor. Eli belinde motifi doğurganlığı, koç boynuzu motifi gücü, yiğitliği, üretmeyi, çengel motifi kem gözden nazarlardan korunmayı, turna katarı birlikteliği, üçgen motifi izdivacı, bukağı motifi bağlılığı, el motifi bereketi dile getiriyor.

Bünyan halıları


Bir ay gibi bir zaman içinde yaklaşık altı metrekarelik bir halı dokunabildiğini söyleyen Bünyanlı kızlar, Bünyan halısının santimetrekaresinde ortalama 25 düğüm bulunduğunu belirtiyorlar. Daha çocukken tezgah başına geçip günboyu 10 bin düğüm atan halı dokuyucuları, ürettikleri halılar sayesinde bir yandan ailelerine katkıda bulunurken diğer yandan ülke ekonomisine milyarlarca liralık döviz kazandırıyorlar. Bünyan halılarının karakteristik özelliği birbirine uyumlu açık ton renkleri, kendine özgü desenleri.



14.jpg


Dış piyasalarda haklı üne sahip Bünyan halıları, yılların geleneği olarak Bünyan’da hemen hemen her evdeki halı tezgahlarında üretilmeye devam ediyor. Halı için gerekli ipler Uşak’tan alınıp Kayseri’de boyatılıyor. Bir nevi halı fabrikası görünümündeki Bünyan’da halı dokuyan kızlar, 30-35 günde bitirdikleri 6 metrekare halı sonrası ikinci halıya geçmeden önce bir, iki haftalık dinlenme süresi yaşıyorlar. Dokunan halılar, "ince çiçek buğdaylı, üzümlü, dönmeli, kirpikli" adları verilen geleneksel motifleri taşıyor. Gördes düğümüyle dokunan Bünyan halılarının çözgüsü pamuk ipliğinden yapılıyor.

Avanos halıları



Nevşehir’in Avanos ilçesine gidenleri, tezgahı başında halı dokuyan genç kızların yer aldığı heykel karşılar. Heykelin üst bölümünde çömlek yapan usta bulunur. Günümüzde turistik önem kazanıp yapımı "show"a dönüşen çömlekçilik hala yaygın ama Avanos halıcılığı çeşitli nedenlerle kaybolmaya yüz tutmuş. Hiçbir eğitim görmeden, nineden toruna devam edip 10-11 yaşlarında tezgah başına geçen genç kızlar, çeyizleri için bile en az 6-7 halı dokurken, halı malzemesinin artan fiyatları, yöre halkının turizme yönelmesi gibi nedenlerle halı dokuyan neredeyse kalmamış.



04.jpg

Avanos - Ürgüp - Nevşehir halıları şimdi diğer yörelerin halılarını satıyorlar. Eski Avanos, Ürgüp halıları ise ancak koleksiyonerlerde bulunabiliyor.

Ladik halıları


İşsizlik sorunu için bir çare olan ve kadın işi diye bilinen halıcılıkta Ladik’te erkekler bile halı dokuyor. Metrekaresinde 200 bin düğüm bulunan Ladik halısı ürün kalitesiyle olduğu kadar, desenleriyle de ünlenmiş. Ladikli halı üreticileri "Kooperatiflerin güçlenmesi, kredilerin arttırılması, iş kolunda sigorta güvencesi" gibi önlemlerin halı üretimi ve kalitesinin artmasına neden olacağını belirtiyorlar. Üreticiler, saf yün iplik kullanılması ve halının dokunduktan sonra geçirdiği işlemlerin Ladik halısını farklı kıldığını söylüyorlar. Koyun ve kuzulardan elde edilen yapağılar temizlenip iplik fabrikasında çile haline getiriliyor ve elde eğiriliyor. Renk renk boyanan yün çilelerle dokunan halıların dokunması bittikten sonra uzun tüyleri kırkım atölyelerinde kırkılıyor. Daha sonra, tabandaki fazla tüyler yakılıyor, halılar yıkanıyor ve kurutuluyor. Halının yırtılıp deforme olmaması için dövmek, çırpmak yerine, el süpürgesi ile süpürülüp sirkeli suyla silinmesi ve ara sıra güneşlendirilmesi tavsiye ediliyor.


Isparta halıları



Halıcılığın önemli merkezlerinden birisi de Isparta. Halı bahçesi görünümlü kentin il ve çevresinde dokunan halılar, kurulan halı pazarlarında görücüye çıkıyor, yeni sahiplerine kavuşuyor. Metrekaresine biçilen değerle satılan halılar arasında Köş Göbekli, Çamdallı, Beşyıldızlı gibi modeller bulunuyor.



20.jpg

Diğer halı merkezlerine oranla santimetrekaresinde daha az düğüm bulunan Isparta halılarının yanısıra Isparta Yarıaçık Cezaevi’nde dokunan halılara "Süper Isparta" adı veriliyor.

Döşemealtı halıları



Antalya sadece turistlerin güneşlendiği bir kent değil. Ülkenin her yerinde olduğu gibi, "dokunan halılar evlere döşendikten sonra pencereden gelen güneş ışınlarıyla bir kısmının solup renk farkı yaratmaması" için halılar, Antalya’nın Toros Dağları eteğinde birçok köyden oluşan Döşemealtı bölgesinde boylu boyunca güneşe seriliyor. Antalya’nın kızgın güneşi, halıların daha çabuk solmasına ve natürleşmesine neden olurken güneş altında bir ay boyunca yeteri kadar kalan halılar bu şekilde gerçek renklerine kavuşuyorlar.



16.jpg

01.jpg

Uzaktan halı tarlasını andıran bu görünüm içindeki halılar arasında boyama hatası olanlar bu güneşlenmede ortaya çıkıyor. Daha çok küçük çapta lacivert ve kırmızı rengin hakimiyetindeki, göçebe geleneklerine uygun Döşemealtı halılarında, Mihraplı, Akrepli adı verilen geometrik desenler hakim. Bitki köklerinin kazanlarda kaynatılması sonucu elde edilen renklerle boyanan yünlerin kullanıldığı gerçek Döşemealtı halıları ise yörenin şöhretine şöhret katıyor.

Yağcıbedir halıları



Uçan halı hayal olsa da Yağcıbedir’in konuşan halıları gerçek. Yağcıbedir halılarındaki ejderha motifi Orta Asya’daki bir efsaneyi, mihrap motifi İslamiyet’e geçişi anlatırken, "aşk dolambacı" motifinde ise halı dokuyan kızların gizemli duyguları bulunuyor. Yıllar önce kullanılan bu motifte sevdalanmış genç kızlar evlenmek istediklerini ailelerine halılara dokudukları ve iki ayrı yöne giden salyangozun bulunduğu aşk dolambacı motifini halıya işleyerek belirtirlermiş.



03.jpg


Balıkesir Sındırgı ilçesi başta olmak üzere Yağcıbedir halısı dokunan çevre köylerde; sık düğümlü, kısa havlı, lacivert, vişne çürüğü ve kirli beyaz renklerin hakimiyetindeki Yağcıbedir halıları beğeni topluyor. Türkmenlerin göçebe oymaklarından olan "Yaycılar" yıllar önce Balıkesir çevresine Bedirhan adlı yöreye yerleşmişler. O yıllarda Yaycıbedir adıyla anılırken, günümüzde bu isim Yağcıbedir olarak değişime uğramış ve dokunan halılara da aynı isim yakıştırılmış.

Balıkesir yakınlarından geçerken karayolunun her iki yanında satış için sergilenen Yağcıbedir halılarının tarihsel motiflerinde Orta Asya’da bir ejderhanın koyun sürüsünü yediğini anlatan efsanevi motifi, çadır, at, mihrap, terazi, halı kenarında kullanılan nazar boncuğu suyu, aşk dolambacı gibi motifler dikkat çekiyor. Boyalık otundan kırmızı, Alahorta kökünden lacivert renk elde ediliyor. Yedi dağdan rengini, yedi iklimden sırrını alan Yağcıbedir halılarının ünü ülke sınırlarını aşıyor.

Kula halıları


Halı dünyasında isminden söz ettiren halı merkezlerinden bir başkası Kula. Zengin koyu kırmızı renk hakimiyetindeki Kula halılarında mavi, lacivert, yeşil ve sarı renklere de rastlanıyor. Şeritler halinde kenar bordürleri, küçük çiçekler, ince şerit çerçeveler Kula halılarının karakteristiğini oluşturuyor. Günümüzde Manzaralı Kula, Vazolu Kula, Yılanlı Kula gibi isimlerle anılıyorlar. Kula’nın halıları kadar köylerinde dokunan canlı renkli kilimleri de ünlü. Kilimden söz etmişken Uşak, Eşme’de dokunan Altınbaş, Toplu, Hürriyet, Albaş, Gıcıklı gibi çeşitleri bulunan geometrik desenli kilimler seyredenlerin içinde coşku yaratıyor, hayranlık uyandırıyor.

Taşkale halıları


Tarihiyle olduğu kadar doğası, el sanatlarıyla önem kazanan Taşkale’de geleneksel motifler Bıçakucu, Amber, Akıtma, Zavrak, Ayna, Lale, Çevrim, Takke, Tarak gibi isimlerle anılıyor. Beş yaşında halı dokuyan çocuklara rastlanan Taşkale’de 500’e yakın halı tezgahı bulunuyor. Karaman koyunundan elde edilen yün, köklü ve yaygın olan "Kızıllar" halısının üretiminde kullanılıyor.

Orta Asya’dan gelen 39 motif ve desenin bulunduğu, sarı-kırmızılı halılar Avrupa boyalarıyla boyanmış yünlerle dokunup, ihraç halılar için özel ilaçlarla soldurma işlemi sonrası antik hava kazandırılarak yurtdışına gönderiliyor. Sipariş üzerine yerli piyasa taleplerini karşılayan Taşkale halı üreticileri, Sirvan modeli halıda keçi tüyü yün ile santimetrekareye 40 - 45 düğüm sığdırabiliyorlar.



09.jpg


Milas halıları


Kendine özgü karakterdeki Milas halıları; "Ada Milas, Patlıcanlı, Cıngıllı Cafer, Gemisuyu, Elikoynunda" gibi isimlerle tanınıyor. Efsaneye göre Ada Milas desenli halı ismi M.Ö. 4’üncü yüzyılda yaşamış olan Karia Kraliçesi Ada’dan geliyor. Bugün Milas çevresinde dokunan halılardaki figür ve motifler geçmişin izlerini taşıyor. Milas halı dokumacılığı, köylerin dokuma özelliği nedeniyle Karacahisar ve Göreme halıları olarak iki gruba ayrılıyor. Karacahisar seccadeleri, Göbekli, Madalyonlu desenlerle dokunup; çiçek yaprağı, dal gibi motiflerle süsleniyor. Zeminlerde beyaz ve kırmızı kullanılırken, seccadeler koyun yünü ve sık düğümlü sağlam halılar olarak tanınıyor. Kahverengi - sarı tonlarının sıkça görüldüğü mihraplı ve mihrapsız Milas halılarının dokunduğu halı tezgahları, özellikle Milas - Bodrum arasındaki bölgede yer alan Bozalan, Gökbel, Aşağı Mazı köylerinde yoğunluk kazanıyor. Kök boya kullanılarak yapılmış olan gerçek Ada Milas halıları için renkler Ege’nin tipik bitkisi Pirenotu, kayısı ve şeftali yaprağından sarı, ceviz yaprağından kahverengi, palamuttan samani kahve, naneden koyu yeşil, çamurda bir hafta yatan yünlerden de siyah elde ediliyor. Tera, karanfil, kedi izi, kösele, çenti motifli halıların çerçevelerine ise su yatağı deniliyor.

İpek halı


Son durağımız ise ipek halı diyarı Hereke. Metrekaresinde bir milyon düğüm bulunan ve yurtdışında büyük talep gören ipek halılar, ülkemize önemli bir döviz kaynağı oluşturuyor. İpek kozaları bükülerek önce iplik, daha sonra çileler halinde tezgahlara diziliyor, bir başka grup tarafından, halı dokuyanlar için desen çoğaltılıyor. Bir kişinin yılda ancak üç metrekare ipek halı dokuyabildiği bu türde keskin gözlü, sabırlı, hünerli parmaklara sahip hanımlar bir bakıma döviz dokuyorlar.



18.jpg

Halı dokumacıları "Halı işi, deli işi" deseler de Hindistan, İran ve Pakistan gibi halıcılıkta söz sahibi ülkelerle yarışan Türk halıcılığı, bu iş kolunda yaşanan tüm olumsuz koşullara rağmen, turizmde yeniden moda ülke olan Türkiye’de istikbal vaadediyor...
 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Hat Sanatı'nın ulaştığı ileri nokta için bir söz vardır:

Kur'an Hicaz'da inmiş, Kahire'de okunmuş ve İstanbul'da yazılmıştır. Bu söz Cumhuriyet sanatçılarının, Hat Sanatı'nda, miras almış olduğu birikimi açıklamaya yeter de artar.
Cumhuriyet' in ilanından sonra gelen harf devriminin istenmeyen bir sonucu olarak, yazıp okuduğumuz yeni alfabenin dışında bir alfabe ile sanat yapma olanağı da ancak dar bir çevreye sıkışmıştır.


Yeni harflerle hat sanatını; bu zorlukları aşıp, hat sanatını tekrar geniş kitlelere yayabilmek için kendiliğinden ortaya çıkmış bir sanat dalı olarak kabul edebiliriz. Bununla birlikte, bu dalda eser veren sanatçıların, uzun süreler Arapça ve Kaligrafi çalışmaları yapmaları gerektiğini belirtmek gerekir.



Latin Harfleriyle Hat'a Yaklaştırma Sanatı, Arap harfleri kullanılarak elde edilen kompozisyonların latin harfleriyle taklidi gibi kabul edilebilir. Bu konuda büyük üstad Emin Barın'ın çalışmaları, dünya çapında pek çok yarışmada ödüller alarak, batılı sanatçıların ilgisini bu sanata çekmiştir.














özgün bir çalışma olan bu eserde Allah yazıyor



 

@hmet

UZAKLARDAN
Local time
21:44
Katılım
23 Eylül 2006
Mesajlar
9,165
Tepkime puanı
48
Puanları
0
Hammaddesi Metal Olan Geleneksel Sanatlar


Hammaddesi metal olan geleneksel sanatları, kullanılan madene, kullanım alanına, tekniklerine vb. sınıflandırmak mümkündür.

Roma, Bizans dönemlerinde Anadolu'nun gelişmiş maden sanatı atölyelerinin bulunduğu bilinmektedir. Büyük Selçuklular ile birlikte İslam maden sanatında önemli gelişme görülmektedir. Selçuklular sanatın birçok dalında olduğu gibi maden sanatının gelişiminde de önemli rol oynamışlardır.

Bu dönemlerde gelişmiş maden sanatı atölyelerinin bulunduğu; Konya, Mardin, Hasankeyf, Diyarbakır, Cizre, Siirt, Harput, Erzincan, Erzurum gelmektedir. Osmanlı döneminde Anadolu'da, Balkanlarda maden sanatının doruk noktasına ulaştığı bilinmektedir.

Gaziantep, Kahramanmaraş, Mardin, Diyarbakır, Siirt, Tokat, Malatya, Elazığ, Erzurum, Trabzon, Giresun, Ordu, Sivas, Tokat, Kayseri, Çankırı, Çorum, Amasya, Kastamonu, Konya, Burdur, Denizli, Afyon, Kütahya, Balıkesir, Bursa, İstanbul, Edirne Osmanlı döneminde maden atölyeleri bulunan günümüzde de bakırcılık merkezleri olan illerdir.

Maden işçiliğinde dövme, telkari, kazıma (kalemkar), çekiç işi, kakma, küftgani, savatlama, ajur kesme gibi teknikler kullanılmaktadır.



Demircilik:

Kapı tokmakları, mutfak araçları, tarım araçları, hayvan koşumları, mimaride kullanılan araçlar, müzik aletleri vb. yapımında kullanılmaktadır.

Anadolu'da Tunç çağında bakıra kalay katılarak tuncun elde edilmesinden sonraki dönemlerde bakır, altın, gümüş gibi madenler de dövme, dökme tekniğiyle işlenmişlerdir.

Bakırcılık:

Yapılan araştırmalar, Anadolu'da bakırcılığın gelişiminin, çok eski tarihlere dayandığını, bakır cevher yataklarının eskiden beri işletildiğini doğrulamaktadır. Anadolu sanatında önemli bir yeri olan bakır, süslemeye de çok elverişli bir madendir. Günlük kullanımda kap-kacak, takılar, miğferler, kapılarda, kapı süslemelerinde, yapı unsuru olarak kullanılmıştır.

En çok kullanılan maden bakırdır. Bakır kap yapım teknikleri; dövme, dökme, sıvama (tornada çekme), preste basma olarak dört çeşittir.

Günümüzde en çok kullanılan maden işleme olarak bakır, kalaylanarak mutfak eşyası yapımıyla geniş bir şekilde sürdürülmektedir.



Altın - Gümüş İşleri:

Kuyumculuk, takı, günlük kullanım eşyaları.


Telkari:

İnce altın veya üçboyutlu nesne oluşturacak biçimde, çeşitli desenler yaratarak, henüz ısıyla edindiği plastik niteliği kaybetmeden işleme tekniğidir. Telkari takılar, fincan zarfları, kutular, sürmedanlar.

Savat:

****l yüzey, özelliklede, gümüş üzerinde derin olmayan oyuklar açılıp içine siyah renkli bir eriyik doldurularak yapılan bezemdir. Düz, tırtıllı (perdaz), oyma savat olmak üzere üç çeşidi bulunmaktadır. Kutu, saat, fincan zarfı, ağızlık vb. eşya yapılmaktadır.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst