Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

TASAVVUFÎ TERİMLER (N)

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 1 ::..
NÂDİ ALİ: Yetiş yâ Ali, anlamında Arapça bir söz. Bektaşîler ve kızılbaşların vird olmak üzere okudukları söze, Nâdi Ali denir. Bektaşî geleneğine göre, Uhud harbinde Rasûlullah (s)'ın canı sıkılmış ve Cebrail'den öğrendiği "Nâdi Ali"yi okumuş. Hz. Ali de bunu duyunca "lebbeyk" diyerek atılmış, gazileri savaşa teşvik etmiştir. Nasru'l-Ashâb adlı eserde bu Nâd'ın Zogayl-ı Huzâî'ye ait olduğu kaydedilir. Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi'nin konuyla ilgili fetvası da, bunu te'yid eder. Gaybî, Nâdi Ali'yi şerhetmiştir. Hadis literatürünü taradığımız zaman, Nâdi Ali diye bir kayda rastlayamadık. Bu nedenle, mezheb tervici için, bu sözün Hz. Resûlullah (s)'a yakıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Nâdi Ali şudur:

Nâdi Aliyyen mazhara'l-acâib
Tecid-hu avnen leke fi'n-nevâib
Kullu hemmin ve ğammin seyencelî
Bi-velâyetike yâ Ali, yâ Ali!

Tercümesi:

Harikulade şeylerin mazharı Hz. Ali'ye seslen
Ki onu musibetti anlarda sana yardımcı olarak bulasın.
Her türlü üzüntü ve keder silinir
Senin veliliğinle ey Ali, Ali!

NAFİLE: Ganimet malı, bağış, hibe, gerek olmaksızın yapılan, nafile anlamlarını ihtiva eden Arapça bir kelime. Farz ve vacipten fazla olarak yapılan ibadetler. Nafileler, tasavvuf erbabı için büyük önem arzetmekle birlikte, hiç bir zaman farzın üzerinde tutulmaz. Yani Pazartesi, Perşembe sünnet orucunu hiç terketmeyen bir sûfinin, Ramazan orucunu terkettiği veya hafife aldığı tasavvuf tarihinde görülemez. Abdest şükür namazına, teheccüde devam eden bir sûfî'nin değil farz namaz, vaktin sünnetlerini bile (hatta ikindi gibi gayr-i müekked sünnet olsa bile) kaçırmazlar. Hallâc-ı Mansur'un, farz namazlara Allah'ın şe'airi olması açısından gösterdiği vera'ya dayalı saygısı, gerçekten çok ilginçtir. Hallâc-ı Mansûr, her farz namazını, vakti girmeden gusul abdesti alır ve o abdest ile kılardı. Bu takvadan öte vera'dır. Sûfiler hakkında yanlış anlaşılan hususlardan biri, işte budur. Tasavvuf konusunda ihtisas sahibi kişilerin dikkatlerinden kaçmayan bu husus, konuya uzak kişilerce maalesef yanlış anlaşılmaktadır.

NAĞM: Gizli söz, tatlı melodi anlamında Arapça bir kelime. Vecd, bazen kelimelerin manasının anlaşılmasından ortaya çıkar. Bu durum, bazan da sırf nağme ve güzel makamdan zuhur eder. Ruhanî alem, güzellik ve iyiliklerin toplandığı yerdir. Dinlenen gazelin nağmesi en az manası kadar, bu ruhanî âlemi harekete geçirir. Ve kişinin vecde ulaşmasına sebep olur. Sema'da müziğin nağmeleri önemlidir. Bu sebeple, büyük müzik ustaları hep mutasavvıflar arasından çıkmıştır.

NAHNU BİLÂ NAHNU: Arapça, bizsiz biz demektir. Hakk'ın fiilerini gören sâlikin başka fail görmemesi. Kendi benliğinden fanî olan sâlik, Hakk'ın benliğinden haber vermektedir.
Salikin kendi benliği Hakk'ın benliğinde fani kılması. Allah'ta fânî oluş.

NAKÎB: Arapça, bir topluluğun reisi, büyüğü, başkan, kabile reisi, kaptan, orduda bir rütbeyi ifade eden sözcük. Tekkelerde, şeyh vekili unvanını taşıyan kimselere nakîb denir. Bunlar, manevî eğitimde mesafe almış kişilerdir. Çoğulu nukabâ'dır. Rufaî, Sa'dî ve Bedevî tarikatlarında, nukabâlık rütbesinden önce nakîblik vardır. Bunlar, mukabele denilen toplu zikir törenlerinde, kuşak (şed) kuşanır, hizmette bulunurlar.

NAKL-İ KÜFÜR, KÜFÜR DEĞİLDİR: Kelime-i küfrü, bir başka şahsa naklen söylemek küfür değildir. Küfür olabilmesi, o sözün söyleyen tarafından tasvib edilmesine bağlıdır. Bu konuda Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi şöyle der: "Vahdete ait söz söylemek gerektiğinde, başkasından naklediyormuş gibi söyleyin. Nakl-i küfür, küfür olmaz mes'elesine binâen, bu şekilde selâmette kalırsınız" (Sohbetnâme).

NAKŞBENDİYYE: Nakış yapmayı ifade eden Farsça iki kelimenin birleşmesiyle oluşmuş bir sözcük. Hoca Muhammed Bahâeddin Nakşbend (k)'in (ö. 1397) kurduğu, gizli zikir esasına dayalı bir tasavvuf okulu. Günümüz Anadolu'sunda Hâlidiyye adıyla varlığını sürdürmektedir.

NÂKÛS: Arapça, çan demektir. Cem makamı. Salikin tevbe ile ibâdete yönelmesini sağlayan uyanış. Tefrika makamını hatırlama.

NÂLE: Farsça, inleme demektir. Münacât, Allah'a yakarma. Nâle-i zîr: Hafif sesle, mırıltı halinde Allah'a sızlanma. Ayn-ı mahabbet: Öz sevgi, Nâle-i zar: Sevgi arayışı. Gece karanlık ve ıssız yerler, insanlardan uzak, sessizlik içinde, sevginin uyanık tuttuğu seherî denilen kimselerin, Allah ile özel bir saatleri vardır. O, tam anlamıyla bir mahremiyet ânıdır. Âşık o saatte ağlar, sızlar, boynunu büker, secdelerde gözyaşlarıyla, yerleri sular, o anda o, "ümmetî, ümmetî" sırrına mazhar olarak cümle ümmet-i Muhammed (s) için dualar eder. Bu serüven, bir kaç gecelik değildir. Ömür boyu sürer. Sûfî o halde, dostu ile sohbettedir, O'nunla dertleşir, hâlleşir, iki dost arasında ne konuşulacak ise onları konuşur. Bu hal yazılmakla değil, seherlerde (sabah namazının vaktinin girişinden iki üç saat önce) yaşanmakla bilinir. Yaşanmanın dışında ne yazarsanız yazın, uzaktan seyredilen güzel bir gülün, insan üzerinde bıraktığı intibâdan daha fazlasını elde edemezsiniz. Tasavvufî hallerin hepsi, psikolojik olaylar gibi sübjektif değer taşır, bilinebilmesi için, anlatılan hâlin, bizzat öğrenmek isteyen kişi tarafından, yaşanması gerekir. Ömrünün son on senesinde uykusunu kaybeden Mevlânâ'nın içinde bulunduğu hâli anlamak için, en az onun kadar âşık olmak gerek. Yoksa, onun uykusuzluğunun sebebini anlamak mümkün değildir. Hülâsa; tatmayanlar, tasavvufu bilemeyecekler, anlayamayacaklar, bilmeme ve anlamamaya da devam edeceklerdir.

NA'LEYN: Arapça, iki ayakkabı demektir. İki ayakkabıdan kasıt: Rıza-gazab, kahr-lütuf, celâl-cemal gibi Hakk'a ait birbirine zıt sıfatlardır, iki ayakkabıyı çıkarmak, dünya ve âhireti terketmek demektir. Hz. Musa (a)'nın Tur Dağında mazhar olduğu şu hitap gibi: "Ey Musa iki ayakkabını çıkart at, çünkü sen, mukaddes bir yerdesin" (Tâhâ/12). Sûfilerce mukaddes vadiye erenler, kıyasın iki öncülüne gerek duymazlar, zira sonuç, onlara açıkça ayan beyan ortadadır.

NALLA MIH ARASI : Sıkıntı ve gönül darlığını ifade eden bir deyim. Bu hale sûfîler, kabz derler; bu kelime iç sıkıntısı, tutukluk ve daralmayı ifâde eder. Kabz'dan sonraki ferahlık, huzur ve genişlik haline de bast denir. Allah'ın el-Kâbız ve el-Bâsıt isimleri, Bakara suresinin 245. âyetindeki, "yakbıdu" ve "yebsütu" (daraltır, genişletir) fiilleriyle ele alınırsa, bu iki zıt hâlin, Allah'tan kaynaklanan (Allah vergisi) durumlar olduğu anlaşılır. Sûfiler kabz (tutukluk) hâlini anlatırken "nalla mıh arasındayım, nalla mıh arasında kalmıştım" ifadelerini kullanırlar.

NÂM: Farsça, isim demektir. Mevki, makam ve şöhret âfettir. Hicâb, perde. Kötü isim yapma. Melâmet.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 2 ::..
NAMAZ: Bu kelime Farsça olup, Arapça'sı "salâf'tır. Namaz, İslâm'ın temel şartlarından biridir. Allah âşıkları devamlı namazdadırlar. Yani, namazın dışında da, sanki namazın içinde imiş gibi Allah'ı tefekkür hâlinde, O'nunla birlikteliği ve huzuru "nerede bulunursanız bulunun O, sizinle beraber (ma'a) dir" (Hadid/4) âyetini şuur haline getirmişlerdir. Sûfîler, bu doğrultuda olmak üzere, namazı beş espiri ile algılarlar: 1. Maddî bedenin namazı: Farz ve nafile namazlar, 2. Nefsin namazı: Nefsin kötü isteklerinden sıyrılmak, ruhaniyette mesafe almak, 3. Kalbin namazı: Allah ile huzuru ve murakabeyi devam ettirmektir, 4. Sırrın namazı: Sır deryasına dalmak, mâsivâ ile uğraşmamak, 5. Ruhun namazı: Fena fillah ve beka billah'a varmakla olur. Görüldüğü gibi, mutasavvıflar, namazın iç yüzünü yorumlamakta ve ruhuna önem vermektedirler. Namaz, sırf dış şekliyle değil, içteki derin boyutuyla (huşu) bir şey ifâde eder. Sûfîler bu konuda alabildiğine derinleşmişler ve ona önem vermişlerdir. Çünkü namaz, ruhun Allah'a miracıdır. Bir vuslat sebebi daha doğrusu vesilesidir. Münker ve fahşadan nehyedendir.

NAMAZGAH: Farsça iki kelimeden meydan gelen bu söz, namaz kılınan yer demektir. Şehir dışında kırda ve set üzerinde mihrab konulmak suretiyle, namaz kılmak için yapılan yere verilen addır. Bir yerleşim biriminin bütün ahalisini, namaz için bir araya toplayan alanlara da, namazgah denir. Cuma ve Bayram namazları buralarda kılınırdı. Uzun yol kervanlarının durak yerlerinde aynı şekilde namazgahlar bulunurdu. Hanefî mezhebinde, Cuma namazlarının bir yerde kılınması espirisinden hareketle, her kasaba ve küçük yerleşim birimlerinde, böyle geniş, üstü açık bir mekan bulunurdu. Ankara şehrinin namazgahı, şimdiki Türkocağı binasının bulunduğu yerdi.

NAMAZ OKUMAK : Namaz kılmak demektir. Bu tâbirin orijinal kullanımı Bektaşîlere dayandırılır. Diğer tasavvuf okulları da, onlardan almıştır. Arapça'daki salât, dua manasına geldiği için, Türkçesi olan kılmak yerine, okumak fiili eklenmiştir. Batınîlerin salat kelimesini bu şekilde rayından saptırmaları, namazı sadece duaya indirgemeleri, dinî yıkmaya yönelen bir tavır olarak değerlendirilmiştir.

NANE MOLLA: Beceriksiz, işe yaramaz, yavaş, ağır hareketli, tiryaki kıyafetli yerinde kullanılan bir tâbirdir.

NASIL YAŞARSAN ÖYLE ÖLÜRSÜN : Bu, bir hadis-i şeriften alınmıştır: "Yaşadığınız gibi ölür, öldüğünüz gibi haşrolunursunuz". Erbâb-ı tasavvuf, bu hadis-i şerife önem verirler, dünyada iken iç ve dış hallerini islâm'a göre düzenlemeye çalışırlar.

NÂSIRİYYE: 18. yüzyılda Şaziliyye'nin Fas'daki Tamgrud kolu.

NASİB ALMAK: Arapça'da nasib, pay demektir. Özellikle Bektaşîlerde, tarikata girmek isteyen kişiye bir tören uygulanır ve buna nasib almak denir. Tasavvufa girene de nasibli denir. Şeyhin, istekliye tasavvuf dersi vermesi de, "nasib vermek" şeklinde deyimlendirilir. Birine, hangi tasavvuf okuluna mensup olduğunu sormak üzere, "kimden nasiblisin?" veya "nasibin kimden" sorusu sorulur. Bektaşîler nasib almayı, "musâhib kavline girmek" şeklinde ifâde ederler. Bektaşîlikte tarikata giriş töreninde, cem âyini uygulanırdı. Bunun için Meydanda hazırlık yapılır, öteki âyinlerden farklı olarak, yeni aday için bir çıra daha yakılırdı. Ayrıca delili ve şem'ası da hazırlanırdı. Meydan taşının üzerine bir maşraba bal şerbeti veya şeker şerbeti konurdu. Vakit gelince, Baba, Meydan kapısından girer, niyaz taşının yanında yere diz çöker, niyazda bulunurdu. Sonra kalkar, Meydandaki makamları îmâ ve niyaz eder, sonra arzu ettiği herhangi bir makam veya posta otururdu. (Bu tören biraz detaylıdır)

Törenin sonunda istekli, tarikata girmiş olurdu.
Bezm-i gamda dostum ben bende sanma naşıyam,
Mihnet ü derd ü belânın ben de bir yoldaşıyım.
Hayreti

NASÛHİYYE-İ HALVETİYYE: Halve-tiyye'nin ana kollarından Karabâşiyye'nin bir yan dalıdır. Şeyh Muhammed Nasûh el-Halvetî (ö. 1130/1718) tarafından tesis olmuştur. Kabri, Doğancılar'daki (Üsküdar) dergahın avulusundadır. Çeşitli eserleri vardır: Sûretü'l-Mü'min, başta olmak üzere, çeşitli surelerin tefsirini içeren 9 cildlik bir eser, Risale-i Rüşdiyye, Risâle-i Fahriyye, Risâle-i Velediyye, Cem'u'l-Ehâdîs, Şu'abu'l-İmân, Mürâsele-i Pîr, Divan-ı İlâhiyyât, Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî, Mükâşefât-ı Vâkıât.
Tekkelerde okunan meşhur bir ilahîsi:

Dilhanesi mir'ât-ı Hak,
Sırr-ı cemalullah'ı gör.
Maksûd olan keşf-i sebak,
Seyr-i cemalullah'ı gör.
Âdemdedir kenz-i ezel,
Gayre bakub etme zelel.
Dil zevkine verme halel,
Fikr-i cemalullah'ı gör.​
İfna edüb kevn ü mekân,
Vahdet sarayından hemân,
Bulsun beka sırrında can,
Fikr-i cemalullah'ı gör.​
Cümle bilir Sen'sin ayan,
Ancak cemâlindir n i hân.
Oldu Nasuhî gark-ı ân,
Bahr-ı cemalullah'ı gör.

NÂSÛT: İnsanlık, insan tabiatı anlamında, Arapça bir kelime. Lahût'un mahalli; şehâdet âlemi, yani dünya.

NA'Ş : Tabut, devam, ebedîlik ve tahtırevan anlamlarını ihtiva eden Arapça bir kelime. Cenazenin tabut içinde bulunması durumu.

Meydâne geldi na'ş-i rakîb-i nemimesâz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namaz.
Sabit

NAŞI : Türkçe'dir. Usûl, âdâb bilmeyen, dinden mezhebden dışarı, değeri olmayan anlamına gelir.​
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 3 ::..
NA'T: Arapça, vasıf, özellik, övmek anlamına bir kelime. Tasavvufta, vasfedenlerin, vasfedilenin fiil, hüküm ve ahlâkından haber vermesidir. Na't, vasf ile aynı manada olmakla birlikte, vasf mücmel, na't ise, fark'tır. Zat kendi nefsiyle kâim olan bir şeydir. İsim, na't ve sıfat, birlikte Zât içindir (Zât'a bağlıdır, ona aittir). Bu üçü, zat sahibi olandan başkasına ait değildir. Zat sahihleri de, müsemmâsız, mevsufsuz ve men'ûtsuz olmaz. Meselâ, Allah'ın el-Kâdir diye bir ismi, kudret diye bir sıfatı, takdir diye de bir na'tı vardır.
Hz. Peygamber (s)'in övülmesi konusunda yazılan şiirlere de na't denir. Osmanlı şâirlerinin pek çoğu (hatta hemen hepsi), na't yazmış olmalarına rağmen, bu konuda rekor, Nazîm'e aittir.
Canım kurban olsun Senin yoluna
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Gel şefaat eyle kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Yedi kat gökleri seyran eyleyen,
Çıkıp arş üstünde cevlân eyleyen,
Miracında ümmetini dileyen
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).​
Mü'min olanların çoktur cefâsı,
Âhirette vardır zevk u sefası,
Onsekiz bin âlemin Mustafa'sı (s),
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).​
Aşık Yunus, nitsün dünyayı sensiz,
Sen Hak Peygambersin seksiz, gümânsız.
Sana inanmayan gider imansız
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Yunus

NÂ-TEVÂHÎ: Farsça, güçsüzlük demektir, ilâhî irade ve takdir karşısında, âciz ve çaresiz kalma.

NA'T-GÛ: Arapça-Farsça iki kelimenin birleşmesiyle meydana gelmiş olup, na't söyleyen, demektir. Hz. Peygamber'e övgü şiirleri yazan şâirlere, na't-gû denir.

NA'T-HÂN: Arapça ve Farsça iki kelimenin birleşmesinden oluşan ve na't okuyan anlamına gelen bir söz. Na't-han'lar, eskiden yalnız başlarına camide cumadan önce, tekkelerde de zikir aralarında na'tlar, okurlardı. Osmanlılar döneminde, camide bu işle meşgul kişilere, vakıflardan maaş verilirdi.

NÂ-TIRAŞ: Farsça. Tıraşsız demektir. Mecaz yolu ile edebten yoksun, yontulmamış, kaba adam demektir.

NÂYÎ: Ney çalan kişilere denir. Ancak neyzen tâbiri daha çok kullanılır. Nâyî Osman Dede meşhur neyzenlerdendir.

NÂZ: Farsça, cilve, işve anlamlarına gelen bir kelime. Tasavvufî olarak, aşıkın maşuka güç vermesi demektir.

NAZAR: Arapça, bakmak demektir. Tasavvufî olarak, mürşidin müridine manevî yolla bakışı demektir. Bu bakış, feyzin akmasına ve intikâline sebeptir. Mevlevîlerde nazar şu şekildedir: Ayinde, Devr-i Veledî'de dervişler post önünde birbirlerine karşı durup bakıştıktan sonra, niyaz eder, ardından yine birbirlerine nazar ederler. Şeyhin bu bakışı, müridi çok kısa bir zamanda yetiştirir. Mesela Hacı Bayram Veli, halifesi Şeyh Lütfullah'ı, Ankara-Balıkesir yolculuğu sırasında, kısa zamanda nazarla yetiştirmiş ve onu Balıkesir'e halife olarak nasb etmiştir. Tasavvuf erbabı "ben", "sen" yerine "fakîr", "hakîr" ifadelerini kullandıkları gibi, "nazarım, nazarlarım" gibi ifâdeleri de kullanırlar. Nazardan düşmek; şeyhin teveccühünden, gözünden düşmek, demektir. Nazara uğramak; göz değmesi, nazar değmesi demektir. Ancak bu kelime, sûfîler arasında, bir büyüğün teveccühüne mazhar olmak şeklinde, olumlu manada kullanılır. Nazara gelmek, göz değmesi demektir. Nazar etmek; birine teveccüh etmek, onu hâl ehli etmek anlamına gelir. Safa nazar, temiz bakıştır. Aynı şekilde, bunun zıddı kem nazar da, kötü bakış demektir. Bakışıyla insanı olgunluğa eriştirmek gücüne sahip kişiye, sâhib-nazar derler.

Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kıldı,
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.
Yunus Emre

NAZAR BER KADEM: Arapça ve Farsça kelimelerden mürekkeb bu ifade, ayağa bakmak anlamına gelir. Nakşî ıstılahındandır. Sülük gören kişinin, nerede olursa olsun, zihnî konsantrasyonunu dağıtmamak için hep ayağının ucuna, yürüyeceği yere bakmasıdır. Bu, kendini beğenme hastalığından kurtulmaya vesile olarak görülür. Bu şekilde varlık mertebeleri aşılıp mahviyete ve fakra erilir.

NAZAR-I HAKKANÎ: Arapça, hakikate ait bakış demektir. Mürşidin bakışıyla dervişin cezbeye maruz kalması ve bu suretle fenaya ermesi yerinde kullanılan bir ifâdedir. Ancak bu nazar, tefekkürî bir bakıştır.

NAZARIN: Arapça, bakışın demektir. Mevlevi ıstılahıdır. Bunu, Bektaşîler "nazarım" diye kullanırlar. Tasavvuf yolunda varlık ifade eden ben, sen gibi enaniyet sözleri yerine "fakir" veya "nazarım" tabirleri kullanılır. Mevlânâ bu konudaki bir beytinde, "insan nazardan ibarettir, üst tarafı etle deridir, gözünün gördüğü şey, onun hayrıdır"der. O, bununla "basiret gözü açık ve kendisi uyanık kimse, insandır" demek istemektedir. Bir Mevlevi, birine "nazarım" demekle, Mevlânâ'nın bu beytinin mealini imâ ederdi.

NAZARLIK: Nazar isabetine engel olacağına inanılan ve elbiseye takılan mavi renkli boncuk vb. şeylere, nazarlık denir. Nazar takımı denen özel bir nazarlık daha vardır ki, bu, mavi boncuk, muska, çörekotu ve maşallâh'tan oluşur. Nazarlık böcek boynuzu, hakik, kurtdişi (bunu çoğunlukla gümüş bir sapa geçirirler) tosbağa gözeği, yedi gözlü boncuk, tazı boncuğu (denizden çıkar) gibi şeylerden de yapılır. Günümüzde, üzerinde "maşaallah" yazılı altın, mavi kordela, mavi boncuk takma âdeti devam etmektedir.

NAZİK-İ HAVALAN: Allah'ın yarattıkları üzerinde tefekkür eden arifler.

NAZİLETÜ'L-ARŞ : Kur'ân-ı Kerim.

NAZ-NİYAZ: Naz aşıklara, niyaz ariflere mahsustur. Niyaz Farsça, yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında, bulunmak, dua etmek, selam etmek, hürmet etmek anlamlarına gelen bir kelimedir. Naz ehlinin Allah'a nâzı geçer. Bunlardan sık sık şatah ifâdeler (dikişsiz sözler, sümüklü manalar) zuhur eder. Naz ehlinde, alışıla gelen edeb tavrına rastlanmaz. Niyaz ehli olanlar da ise; edeb, islam'ın kurallarına uyma, esastır. Aşk u niyaz etmek ve niyaz etmek, selâm karşılığında kullanılır.

Lezzet-i nâza gerçi söz yokdur,
Liyk zevk-i niyaza aşk olsun.
Nâbî

Burada niyaz üstün tutulmuştur.​
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 4 ::..
NECVÂ: Birine fısıldamak, gizlice söylemek anlamında, Arapça bir kelime. Başkasının öğrenmesine engel olmak üzere, âfetleri gizlemek.
NEFES: Nefes; soluk, hafif rüzgâr, uzun söz, mühlet, bolluk, genişlik anlamlarını ihtiva eden Arapça bir kelimedir. Kâşânî'ye göre bu, gaybden gelen latifeler sebebiyle, kalplerin rahatlamasıdır. Bu, seven (muhib)'in sevilen (mahbûb) ile ünsiyetidir. Nefes sahiplerinin, hallere sahip olan kişilere göre, daha saf ve daha hassas oldukları kaydedilir. Sahib-i vakt, mübtedi iken, nefes sahibi müntehidir. Hal sahibi ise, bu ikisinin arasındadır. Haller, ortalar, nefesler, terakkinin nihayetidir. Vakitler, kalp ehline; haller, ruh erbabına; nefesler ise, sırlar ehline mahsustur.
Nefes, Bektaşîlerde, genellikle hece vezniyle yazılmış ilâhîlere denir. Nefesler, şu konularda olur: Övme, yerme, mersiye aşk, zaman. Alevîler nefese, deyiş veya âyet de derler. Nefes tabirinin XIV. yüzyıllara kadar dayandığını, Yunus Emre'nin şu beytinden anlıyoruz:

Dedim iş bu nefesi, âşıklar hükmü ile,
Bahıllıksız er gerek bir karara durası.
Nefes etmek : Bir hastaya okuyup üflemek.

Nefes ettirmek : Okutup üfürtmek Manevî tedavî ile, hastanın iyileşeceği umulur.

Nefes evlâdı : Çocuğu olmayan kadına, erenlerden birinin himmet etmesi ile çocuğu dünyaya gelince o çocuğun, himmet edenin manevî evladı olduğunu bildiren bir terim. Bektaşîler, Hacı Bektaş Çelebilerini, Hacı Bektaş Velî'nin nefes evlâdı olarak kabul ederler.
Nefes haklamak : Söz tutmak anlamınadır.

Nefes öldürmek : Söylenen sözü, verilen öğüdü tutmamak.

Nefeslenmek : Yorulanın oturup biraz dinlenmesi, bunalan kişinin rüzgâra karşı oturması.

Nefes : Esrar. Nefes çekmek : Esrar çekmek. Nefeslere nutuk da denir.

Aşkın şarabın içmiyen Mest olub hayram olur mu?
Zincir-i aşka düşmiyen Soyunup üryan olur mu?​
Akıt gözlerinden yaşı Gör, kimdir işleyen işi,
Kul olur ise bir kişi Bu mülke sultan olur mu?​
Aşka ciğerin yakmayan Mürşide doğru bakmayan
Bahr-ı muhîte akmayan Göl iken umman olur mu?​
Gönül geçirme gel çağın Ko, yansın yürekte yağın
Gülleri bitmeyen bağın Bülbülü nâlân olur mu?​
Nakşî açıldı, çün gözün Hakkı görür oldu gözün
Lâkin bilmem işbu sözün Münkire iman olur mu?
Nakşî-i Akkermânî​
Çıktım kırklar yaylasına Gel beri ey can! dediler.
İzzet ile selâm verdim: Gir işte meydân dediler.​
Yerli yerinde durdular Yerlerinden yer verdiler
Meydana sofra serdiler Lokmamıza ban dediler.​
Erenler gönlü ganîdir Yuvduğu kalbi ârîdir
Gelişin kanden beridir. Gel, söyle ihvan dediler
Hatayî

NEFES ETTİRMEK : Bir hastayı okutmak, manasındadır. Yaşanır zannediyorsan Baba Ca 'terliksin, Nefes ettir, çabucak kendine, olsun bitsin,

NEFESİ KESKİN : Duası ve okuması tesirli kişiler için kullanılır.

NEFESİ SİNMEK : Okunan duanın tesirinin görülmesi anlamında bir ifâde.

NEFESU'R-RAHMANÎ: Rahmanı soluk anlamında Arapça bir tamlama. Ayan üzerinde, ayn olarak yayılan vücud-i âm ve suver-i mevcudatı taşıyan heyuladır. Vücûd-ı âm, heyula üzerine tertib olunmuştur. Binâenaleyh, insan binefsihî bir nevadan ibaret olduğu halde, suver-i huruf ile muhtelif olan nefsine benzetilmiştir. İnsanın nefesiyle mahreçleri açısından oluşan telaffuz edilmiş kelimelere benzetilerek, âyân-ı sabiteye, kelimât adı verilmiştir. Kelimeler aklî mânâlara delâlet ettiği gibi, mevcudatın da ayanı, mucidine ve mucidinin esma ve sıfatlarına, kemâlât-ı sabitesinin tümüne delâlet eder. Zât ve mertebeleri bakımından tıpkı ayan üzerine vücûd-ı âm ve suver-i mevcudatı taşıyan heyulanın hepsi, (kün: ol) kelimesiyle varlığa kavuşmuştur.

NEFH : Arapça, üflemek demektir. Allah'ın Hz. Adem (a)'e kendi ruhundan üfürmesi. Rahmanî nefes. ilim. Dört tür üfleme vardır: 1. ilk üflemeden beden hayat kazanır, 2. ikincide kötü huylar yok olur, 3. Üçüncüde iyi huylar ortaya çıkar, 4. Dördüncüde ruh bedenden ayrılır, kudsîler âlemine uçar.

NEFHA-NEFAHÂT: Arapça, üflemek demektir. Üflenen ruh.

NEFÎR: Farsça, büyük boru demektir. Bazı fakir (özellikle batınî) dervişlerin bellerinde taşıdıkları küçük boruya da, nefîr denir. Kerrenay'dan küçük olan bu boru, sığır boynuzundan yapılırdı. Buna "Yuf Borusu" da denir. Nefîr, kulakları rahatsız edecek derecede güçlü bir ses çıkarır. Derviş bir yere gelince veya yolculuğa çıkacağı zaman, bunu üflerdi. Askerî alanda kullanılan nefîr, harplerde ve tehlikeli zamanlarda çalınırdı.

Nazar-ı Pîr-i tarîkatta kim olmaz üryan
Çal âna yuf borusun, mürşididir dîv-i anîd
Şîrî

Mânâsı: Tarikat pîrinin karşısında (nazarında), kim varlığından soyunmazsa, onun mürşidi inatçı şeytan olur.​
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 5 ::..
NEFS : Arapça bir kelime olup çok sayıda manaları ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni, ceset, kan, azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence, ukubet, arzu, murad. Tasavvufî olarak Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir. Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmânî, ilâhî ben mânâsına da kullanılmıştır. Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar: O, hayvanî ruhdur, kalb (nefs-i natıka) ile beden arasında vâsıtadır. Kendisine, Kur'ân-ı Kerim'de mübareklik özelliğini taşıyan, şarka ve batıya ait bulunmayan ağaç olarak işaret edilir. (Nur/35).
Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı manada kullanılmıştır:
1. Zâtullah manasına: Tâhâ/41, Al-i imran/28, En'âm/12,54, Mâide/116.
2. insan ruhu: Fecr/27, En'âm/93, Zümer/42.
3. Kalp, sadır vb. manalar: Al-i imrân/154, A'râf/205, Yusuf/77, Bakara/77, 109, 235, Nisa/113, En'âm/158, Yunus/100, Enbiyâ/64, Nemi/14, Fussilet/53.
4. insan bedeni: Al-i İmrân/146, 185, Enbiyâ/35, Ankebût/57, isrâ/33, Yusuf/26, 30, 61.
5. Bedenle bareber ruh: Bakara/286, En'âm/152, Yunus/23, 30, 44, 49, 54, Ra'd/11, 42, isrâ/7, Tâhâ/15, Ankebût/6, Zümer/70, Mü'min/17, Câsiye/15.
6. insana kötülüğü emreden kuvvet manasına: Yusuf/18, 53, Tâhâ/96, Mâide/30.
7. Zât manasına: Bakara/48, Lokman/28, 34, Müddesir/38.
8. Cins manasına: Tevbe/128, Rum/28, A'râf/188, Şûra/11. Türkçemizde bu kelime çeşitli şekillerde kullanılmıştır:
Nefsine hâkim olmak: Arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak, sabretmek demektir.
Nefisle mücadele, dünyevî muharebeden güçtür: Burada, Tebûk seferinden dönen Hz. Peygamber (s)'in "Küçük cihaddan, büyük cihada (Ramazan ayındaki oruç) döndük" sözlerine telmih vardır. İnsanın nefsini terbiye etmesinin, kontrol altında tutmasının zor olduğuna, bu söz ile işaret edilir.
Nefsini bilen Rabbini bilir: Bu sözün, hadis olması hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifadeyi sık sık kullanırlar. İnsanın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye eden çeşitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen dış dünya hakkında düşünerek Hakk'a ulaşmanın mümkün olduğunu gösterdiği gibi, enfüs denilen iç dünya üzerinde de düşünerek aynı sonuca varılabileceğini gösterir. Gölpınarlı bu ifâdeyi, şu şekilde açıklamıştır: "Nefsini bilen, yani, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, Rabbisini bilir, yani Rabbisini kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir".

Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul ânı
Sen seni bil sen seni.
Hacı Bayram Velî

NEFS-İ EMMARE: Emredici nefs anlamına
Arapça bir tamlama. Kâşânî, bu nefsin, bedenî tabiata meylettiğini, lezzet ve hissî şehvetleri körüklediğini söyler. Yani kalbi, ulvî değil, süflî (aşağılık, alçak) şeylere celbeden şeye nefs-i emmâre denir.Yusuf suresinin 53. âyeti kerimesinde bu nefse işaret edilmiştir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, zira nefis, kötülükle emredicidir..." Nefs-i emmâre, şer yuvası, kötü fiillerin, yerilmiş ahlâkın kaynağıdır.

Nefs-i emmâreye uymak ne hatâ.
Heb ânındır bu emmârât-ı hevâ.
Sünbülzâde Vehbî

NEFS-İ KUDSİYYE: Kutsallaşmış nefis anlamında Arapça bir söz. Buna ilâhî nefis de denir. Yakinî bir şekilde, kemâlâtın tamamını veya büyük bir kısmını hâiz olma melekesini elde etmiş yüce nefse, kudsî nefis denir.

NEFS-İ KAMİLE: Arapça, olgun nefis demektir. Tasavvufî olarak, bütün olgunluk özelliklerini elde etmiş, irşâd durumuna geçmiş nefse, nefs-i kâmile denir. Buna, bir bakıma, nefs-i kudsiyye, nefs-i sâfiyye ve nefs-i zekiyye de denebilir.

NEFS-İ LEVVÂME: Kınayıcı nefis anlamına Arapça bir ifâde. Tasavvufî olarak, bir parça kalbin nuru ile nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefistir. Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı kötü işlerin farkındadır, yani, gafletten bir parça sıyrılmıştır. Bu yüzden kendisini kınar, onları yapmak istemez. Ancak yeterince olgunlaşmadığı için onları yapmaya devam eder. Bununla birlikte, bir takım iyileşmeler mevcuttur. Yüce Allah'a doğru seyreden (ilallâh) nefsin yeri, Berzah âlemidir. Sevgi halinde bulunur, Hz. Peygamber (s)'in davranışlarını örnek alır. Levvâme'de, nefsin bazı sıfatları aynen bulunur, iyileşme, kötü olan yönün eleştirilmeye başlanmasıdır. Bu durumda, Kur'ânî emirlere saygı ve bağlılık artmıştır. Namaz, oruç, sadaka vermek gibi salih amellerde fazlalaşma görülür. Amellerini Allah için yapar, ancak bunun böyle olduğunu, halkın da bilmesini ister. Artık nefis bu vasfıyla tevbekârdır.

NEFS-İ MARDIYYE: Arapça, hoşnut olunan nefis, kendisinden razı olunan nefis anlamına gelir. Allah bu nefisten razıdır. Nefsin altıncı makamıdır. Bu vasfa kavuşan nefis; beşerî istekleri terk etmiş, güzel huylu olmuştur. Kusurları affeden, güzel düşünen, şefkatli, eli açık, insanları sırf Allah için seven, hassas, ince düşünceli, nefis muhasebesini en iyi şekilde yapan, herkeste bulunmayan güzel meziyetlere sahiptir. Bu nefis, Allah'ın izin verdiği kadarıyla, Allah tarafından bazı gayb sırlarına vâkıf olur. Bunlar, Allah'ın ona ihsanıdır".. Ben onun işiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, tutan eli olurum..." kudsî hadisinde anlatılan kişi, budur. Allah'ın izniyle başka şahıslara tesir edebilir. Bkz.: Fecr/28.

NEFS-İ MUTMAİNNE: Doyuma, huzura, rahata kavuşmuş nefis anlamına Arapça bir ifâde. Bu nefis; kötü sıfatlardan sıyrılmış, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştır. Kaşanî bunu, kalbin nuru ile aydınlanıp, kötü huyları silinmiş nefis, diye tanımlar. Bu nefis, ibâdetlere devam ile kudsiyyet âlemine yönelmiştir. Fecr suresinin son âyetlerinde bildirilen ve "Cennetime gir" hitabına mazhar olan nefis budur. Bu vasfa sahip nefsi, bazı kaynaklar şu şekilde tarif ederler: "Nefis, İlâhî emirler altında sakin ve şehvetlere karşı çıkarak ızdıraptan kurtulursa mutmainne olur".
Bu nefsin dördüncü makamıdır. Bu makamda nefsin üzüntüleri "yâ eyyetühe'n-nefsü'l-mutmainneh" hitabı ile son bulmuş, kalp her şeyden emin olmuştur. Allah'a doğru giden bu nefis sahibinin kalbi, tam ve gerçek bir inanışa sahiptir. Şeriatın bazı sırlarını elde etmiş, cömertlik, doğruluk, yumuşak gönüllülük, güler yüzlülük, tatlı dillilik gibi güzel sıfatları kazanmıştır. Daima tevekkül, tefvîz, teslim, sabır, rızâ halleri içindedir. Kalbi, her an huzur ve sükûn içinde, şükür ve sena eder, kusurları örter, hataları bağışlar, islâm'ın emirlerinden zerre kadar ayrılmaz. Hz. Peygamberin ahlâkını güzel bir şekilde yaşar ve bundan zevk alır. Allah'ın izniyle, bir takım keşif ve ilhamlara sahiptir (Bkz. Fecr/27).
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 6 ::..
NEFS-İ MULHİME: ilham ve keşfe nail olan nefis, iyiyi kötüden ayıran irâdeye, nefs-i mülhime denir. Bu, nefsin ulaştığı üçüncü makamdır. Bu, bir iyileşme derecesidir. Artık nefis, sevabını ve günahını Allah'ın yardımı ile bilmektedir; bu sebeple,
Allah'tan gayrı herşeyden uzaklaşır. Ruhlar âlemine yönelen bu nefis, aşk hali içindedir, ilmi sever, cömerttir, kanaatkar ve mütevazidir. Sabır ve tahammül gücü artmıştır. Müsamahakârdır, zahmete ve işkenceye katlanır. Kainatın sırrına hayran kalır, halkı terkedip Hakk'a yaklaşır. Sözü güzel ve hikmetli olur.

NEFS-İ NATIKA: Arapça, konuşan nefis anlamına gelir. Zâtında maddeden sıyrılmış, ancak, yaptığı işte, maddeye bitişik olan bir cevherdir. Feleklerin nefisleri de böyledir. Akıl'a da, nefs-i natıka denir.

NEFS-İ RÂDIYE: Arapça, razı olan, hoşnud kalan nefis demektir. Rızâ makamına eren nefis. Bu durumdaki nefis, kendi irâdesinden vazgeçip Hakk'ın irâdesine tâbi olur. Hiç bir şeyden şikâyet etmez. Nefsin olgunluk yolundaki beşinci makamı, râdıye'dir. Nefs yerilmiş, beşerî özelliklerden kurtulup, fenâ'ya ulaşmıştır. Artık o, emir ve yasaklara tam olarak uyar. Kendinde güzel ahlaklar zuhur eder. Zaman zaman, Allah'ın isimleri ve sıfatlarının tecellîsine mazhar olur. iyilikler onun şahsiyetidir, Hakka'l-yakîn mertebesine ulaşmıştır. Bkz.: Fecr/28.

NEFS-İ RAHMANÎ: Rahman'a mensub olan nefise denir. Buna kudsî ve İlâhî nefis de denir.

NEFS-İ SÂFİYYE: Arınmış nefis anlamına Arapça bir ifâde. Nefs-i kâmileye, nefs-i sâfiyye diyenler de vardır.

NEFY: Bir şeyi uzaklaştırmak anlamında Arapça bir kelime. Tasavvufî olarak beşerî sıfatların Bilinmesidir.

NEFY Ü İSBAT: Yok etme ve var etme anlamlarına iki Arapça kelime. Nakşî ıstılahıdır. Nakşî büyüklerinden gelen ikinci zikir şekli. Kalp ile yapılan Hafî zikrin Nefy ü İsbât ile yapılmasıdır. Müride telkin edilen "La ilahe illallah" kelime-i tevhidi Nefy ü İsbât ile yapılır.
Dil damağa yapıştırılır, nefes göbeğin altında hapsedilir, sonra tahayyül ederek dimağın sonuna kadar "la" çeker. Oradan "ilahe" sağ omuzuna, "illallah" da kalbe devredilir. Kalp, şeklini ve yerini bildiğimiz, sol taraftaki en kısa kaburga kemiğinin altındaki kalptir. "illallah" lafzı bütün kuvvetiyle kalbin en derinliklerine işleyecek ve harareti de vücudu saracak derecede kalbe devredilir.
"La ilahe" derken bütün masivayı, yani Allah'tan başka ne varsa hepsini kalbinden, gönlünden temizler, her birinin fani olduğunu tefekkür eder ve o gözle bakar.
"İllallah" derken de Cenab-ı Hakk'ın zât'ının bekâsını, Bâki'nin ancak O olduğunu kalbine nakşeder. Bunu bütün letâifiyle yapar. "La ilahe illallah"ın aslî harfleriyle yazısının şeklini düşünür, mânâsını düşünür ki Allah'ın zatından başka maksad yoktur. O'ndan başka maksadımız olmadığını söylemek, O'ndan başka mabudumuz olmadığını söylemekten daha şümullüdür. Yani daha geniş kapsamlıdır. Çünkü her mabud aynı zamanda maksuddur. Aksi olamaz. Bunun sonunda kalbi ile "Muhammedun Resûlullah" der. Bunu söylerken Rasûlullah'a ittiba etmeye kendini şartlandırır.
Bunu böyle tamamladıktan sonra nefsinin kuvvet derecesine göre bunu tekrar eder. Bırakırken tek sayıda bırakır. Buna vukuf-i kalbî denir.
Biraz istirahat edince diğer bir nefesle tekrar başlar. Fakat iki nefes arasında gaflet etmemeğe bilhassa dikkat eder. Tahayyülünü aynı haliyle devam ettirir. Nefy ü isbâta devam edebilmesi için bu zaruridir. Sayı yirmi bire ulaşınca neticesi görülür. Bu da kendisinin fâni olduğunu anlayıp Hakk'ın mutlak Baki olduğu hakikatına ermektir.
Eğer nefy ü isbâtın neticesi görülmediyse âdabına riayet edilmemiş demektir. Maksadın husulü için sözü işine uygun olarak tekrar başlasın, inancıyla ve ameliyle zikrettiğine göre olmağa çalışsın. Kendini yoklasın! Mâsivâdan bir maksudu vardır. Eğer Allah'tan başka tek yaratıktan bir şey bekliyorsa yalancı durumundadır.
Kabiliyeti, cezbe halinin başlangıcına tahammül derecesinde olan kimse, yukarıda anlattığımız ilk zincir şekliyle çalışsın. Sülûke istidadı olan da bu iki şekilde zikre çalışsın. Her ikisi de kalp ile yapılır.
Eğer buna hakkıyla çalışır, nefyedilecek olanı nefyeder, isbat edilecek olanı isbat ederse netice görülür. Murakabeye başlayacak hale gelir.
* * *
Şeyh İsmail el-Hâlidî kuddise sirruh buyurmuştur ki: Nefy ü isbat yaparken dokuz şarta riayet etmek lâzımdır:
1. Habs-i nefes (Nefsini tutmak).
2. Lailâhe illallah zikri.
3. Bu kelime-i tevhidin nakşının, yazısının tefekkürü.
4. Bunun mânâsını tefekkür.
5. Darb. Vurmak: Bunu cana işleyecek şekilde kalbine ve diğer letâifine duyurmak.
6. Buna kalbin tamamen iştirak etmesi: Vukufu'l-Kalb.
7. Sayının tek olmasına riayet etmek: Vukuf-u adedî.
8. Sonunda "Muhammedün Rasûlullah" zikri.
9. "Allahümme ente maksudî ve rıdake matlubî" diyerek Allah'a dönmek. Zikrin bu şeklini Hâce Abdülhâlik Gucduvânî kuddise sirruh Hızır aleyhisselam'dan almıştır. Hızır aleyhisselam, onun suya dalmasını emrederek zikrin bu şeklini öğretmiştir. Suya dalmasını emretmesinin sebebi habs-i nefesi kolay yapabilmek içindir. Çünkü başlangıçta en ihtiyatlı yol budur.

NEHÂRİYYE: Ömer b. Musa en-Nehârî el-Hü-seynî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kâdiriyye'nin şubelerindendir.

NEMED-PÛŞ: Farsça, aba giyen demektir. Dervişe nemed-pûş denir. Sırtlarına yünden aba giydikleri için, dervişler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Nemed, keçe, aba, yünden yapılma örtü demektir.

Külahım asumandır tâc ü fahre rağbetim yokdur,
Nemed-pûşf-i tecrfdim cihana minnetim yokdur.
Zarîfî Ahmed Bey

NERDE BİRLİK ORDA DİRLİK : Tasavvuf yolunda kardeşlerin arasında ikilik olmaması gerektiğini, bu şekilde birlik sağlanınca, huzur ve sükûnun elde edileceğini bildiren bir atasözü.

Said aydur ki dirlik, dost ile olsa birlik,
Ayrılmaksız bilelik bulmuş rüzigârında.

NESEB: Arapça, soy demektir. Müridin, kendi bağlı olduğu şeyhinin manevî soy ağacını bilmesi ve kendini onun evladı sayması. Mürşid, müridin ikinci doğuşunu gerçekleştiren manevî babasıdır, mürid de mürşidin manevî evlâdıdır. Tasavvufta sahih bir silsile, büyük önem arzeder. Bu yüzden silsile, mürid tarafından ezbere bilinir ve bağlı olduğu yolun Hz. Muhammed (s)'e hangi şahıslardan geçerek ulaştığı ispatlanırdı.

NESÎM: Arapça, lâtif rüzgâr demektir. İlâhî inayet yönünden esen rüzgâr, ilâhî cemâlin tecellî etmesi. Kesintisiz rahmet, Rahmanî soluk.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 7 ::..
NESİMİYYE : Ebu Abdullah Muhammed Nesimü'd-Dini'n-Nesîmî el-Halvetî el-Kâdirî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kadirî kollarındandır.

NEŞ'E: Arapça, bitip üremek, zuhur, yetişmek, gelişmek anlamına bir kelime. Farsça'da neşve kelimesi; zevk, keyf, sarhoşluk anlamlarına gelir. Tasavvuf ehlinde, sûfînin zevki, gelişme tarzı, yetişme biçimi, huyu, meşrebi anlamında kullanılır. "Erenlerin meşrebleri bir değildir. Birisi zühd ü takva ile yürür, öbürünün neş'esine rindlik hâkimdir" gibi. Meşreb konusunda Gölpınarlı şöyle bir vak'a anlatır:
"Birisi mürşid arıyormuş, ona göre, mürşidin fevkalâde sabırlı olması gerekmiş. Filân bakkal irşâd sahibidir, demişler; sınamaya gitmiş, bir okka fasulye istemiş. Adam tartıp kese kağıdını sunarken, yamldım demiş, mercimek olacaktı. Bakkal fasulyeyi boşaltmış, mercimeği tartmış, verirken, dalgınlığıma geldi börülce olacaktı, demiş. Bakkal, eyvallah deyip, bu sefer börülceyi tartmış, sunmuş. Bu, böylece devam etmiş ve adam bakkalın sabrını görünce, sonradan huzuruna varıp intisab etmiş. Bir müddet sonra bakkal, Hakk'a yürümüş (vefat etmiş). Onun makamına, mahallenin saka (sucu) sı geçti demişler. Sakaya bir dönüm su getirmesini söylemiş. Saka, suyu getirip küpe boşaltınca, yanlış oldu demiş, o küpe değil, şu küpe boşaltacaksın. Saka, adamın yüzüne bakıp 'bana bak' demiş, "ben bakkal değilim, adamın gözünü patlatırım". Bu olayda, ilk şeyh cemal meşrebli, ikincisi de celâl meşreblidir.

NEŞV Ü NEMA: Arapça, doğma, gelişme, demektir. Manevî ilerleme ve terakki.

NEVÂL: Arapça, ihsan etme, ata, ihsan, nasib anlamlarını ihtiva eder. Hakk'ın, rıza hil'atinden olmak üzere kurb ehline yaptığı bağışlar. Allah'ın kullarına hilat olarak giydirdiği her şeye nevâl denir. Mesela, veliler hiyerarşisinde yer alan bazı "efrâd" a "Nün vel-kalem" ayetlerinde zikri geçen "Nün" nimeti ihsan olunmuştur. Bu "icmali (toptan) ilim" dir ve ehadiyyet hazretindedir. "Ve'l-kalem" ise tafsil (ayırım) hazretidir.

NEVBE: Nevbetin hafifletilmiş şekli olup tekke musiki aletidir. Bu aletle, bayram ve kandillerde toplu olarak çalınmasına nevbe denirdi. Nevbe çalana nevbe-zen denir.

NEVEVİYYE: Muhyiddin Ebu Zekeriyye Yahya b. Şerifü'd-Din en-Nevevî (ö. 670/1270)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

NEVM: Arapça, uyku demektir. Tasavvufta uyku; Allah'ı unutmak, gaflet uykusudur ki bu, insanın günlük olarak uyuduğu uykudur. Şiblî, uyuyanın gaflette oluğunu söyleyerek, bedenî uykunun da, bir tür Allah'ı unutmayı ifâde eden gaflet uykusu olduğunu, söylemiştir. Yine, gaflette olanın, Allah'tan perdelendiği söylenmiştir. Rivayete göre, Allah, cennette Hz. Adem'e uykuyu verdikten sonra, Hz. Havva'nın fitnesine maruz kalmıştır. Yine şöyle denir: Müridin yemesi kifayet miktarınca, uykusu, ağırlık basınca, konuşması da zaruret ölçüsünde olur.

NEV-NİYAZ: Farsça, yeni niyaz, yeni yalvarma demektir. Bu bir Mevlevi tâbiridir. Tarikata yeni giren dervişe nev-niyaz denir. 1001 günlük çile hayatına "ayakçılık" vazifesiyle başlayan yeni dervişler bu isimle anılırdı. Nev-niyazlar sabah akşam dedeler (dedegân) ile birlikte ism-i celâl okurlardı.

Munla ki nev niyazına tekbir-i aşk eder
Uftâde-i muhabbetini pir-i aşk eder.
Gölpınarlı

NEVRUZ: Farsça, yeni gün demektir. Eski Türk ve İranlılarda yılbaşı. Güneşin koç burcuna girdiği Mart'ın 22. günüdür. O gün yenilmek üzere yapılan macuna, tatlıya veya Nevruz için yazılan kasidelere "Nevrûziyye" denir. Alevî ve bektaşîler Hz. Ali'nin Nevruz'da doğduğu inancındadırlar. Güneşin koç burcuna girmesine az kala, bektaşîler, meydanda toplanırlar. Baba, Salavatnâme (12 İmam'a salavat)'yi okur. Saki, içinde, lohusa şekeri eritilmiş sütü dağıtır. Sütü kaselere koyarken "Ya Muhavvile'l-havli ve'l ahvâl" (Ey seneyi ve halleri çevirip döndüren Allah) der. Sütü içen kişiler de, cemaat hâlinde "havvil hâlenâ ilâ ahseni'l-hal" (Allah'ım, halimizi en güzel hale çevir) diye duada bulunurlar. Sonunda gülbang çekilir, bayramlaşılır.
Tasavvufta ayrılık (tefrika) ve çokluk (kesret) âlemini ifâde eder.
Karlı ve soğuk geçen Nevruz için, "böyle kışın, böyle olur Nevruzu" denir. Bu atasözü, başı olumsuz olan işin, sonu da olumsuz olduğunda kullanılır.

Irişdi bakar oldu yine hemdem-i Nevruz,
Şad itse n'ola dilleri câm-ı cem-i Nevruz.
Nef'î

NEY: Farsça, kamış anlamına gelir. Ney, Nay'ın hafifletilmiş şeklidir. Kamıştan mamul, üflenerek çalınan bir musiki âletidir. Tasavvufî olarak ney'in hikâyesi şöyle anlatılır: Ney, bir zamanlar, kendi asıl vatanı sazlık, kamışlık bir bölgede hemcinsleriyle birlikte yaşamaktadır. Onu oradan keserler, pissin olgunlaşsın, içi boşalsın diye, gübre yığınının içine sokarlar, o karanlık ve pis yerde kalır. Çile çeker, sabır ve tahammül gösterir. Sonunda, içi bomboş hale gelir, rengi sapsarı olur. Oradan çıkarırlar, üzerine delikler açarlar. Ağız kısmından üfürülünce, kalpleri yakan bir ses ile feryada başlar. Bu feryadı, asıl vatanın (Neyistan, kamışlık)dan olan ayrılığının doğurduğu hasretten kaynaklanmaktadır. O, nameleri ile ötelerin mükemmelliğini, ötelerin güzelliğini terennüm etmektedir. Kamış, içi boşalmadan yani fena halini, yokluk, hiçlik makamını elde etmeden, ötelerin ruhanî soluklarını haykıramaz. Ney sesi, aşk çığlığıdır. Rahmetli Sami Efendi (k), alem-i menâmde, cennette Tuba Ağacı ile müşerref olduğunu, bu ağacın dallarının, Ney sesi gibi bir sesle inlemekte olduğunu ve bu hali ile, Allah'ı zikrettiğini nakletmiştir. Varoluşdaki "yabancılaşma" nın kozmik dilini, en güzel konuşan, en iyi ifade eden aracın Ney olduğu şüphesizdir. Mevlana, "içteki İlâhî cezbeyi harekete geçiren bir ilham kaynağı olduğu için, Ney'e âşıktır. Bu yüzden, o, ney'i insan-ı kamil'e benzetir. Ve Mesnevi'sine ney metaforu (istiaresi) ile başlar:

Dinle Ney (insan-ı Kamil) den hikâye etmekte
Ayrılıklardan şikayet etmekde.
"Allah'a aitiz, sonunda, yine O'na döneceğiz" (Bakara/156) âyetinde, insanın bu dünyaya ötelerden geldiği ve sonunda yine, asla döneceği kaydedilir. Ruhlar, İlâhî âlemde Allah ile beraber mutlu iken, bu huzursuz ve sıkıntı dolu âleme inmiştir, işte olgun insanlar, bu ayrılığı, varoluşa fiilen katılarak yaşayan ve ney'de bu ayrılığın feryadını duyan kişilerdir. Ney çalana Ney-zen veya Nâyi denir.
Nâyi gibi geç bakma gürûh-ı fukaraya,
O seki ile Hak anları ahfalara saldı.
Ney tasavvuf! bir terim olarak; mürşid-i kâmil, sevgiliden haber, sevgilinin sunduğu kadeh vs. gibi manaları da ifade eder.

NEYZEN BAKIŞI : Neyzenler, ney çalarken, göz ucuyla sürekli yana bakarlar. Konuşurken veya dururken sürekli yan bakanlara "neyzen bakışlı" denir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 8 ::..
NEZR-İ MEVLEVÎ: Arapça, Mevlevî adağı demektir. Mevlevîlerde onsekiz nezir vardır. Bu sayının onsekiz oluşu, Hz. Mevlânâ'ya her gün, onsekiz kere tecelli-i zât zuhur etmesiyle, açıklanır. Her nezir, bin sayılır ki, nezirler, bu açıdan onsekiz bin âleme tevafuk eder. Ayrıca onsekiz rakamı, "Hay" ism-i ilâhîsinin, ebced hesabıyla nümerik değerine eşittir. Nezr-i Şems (-i Tebrizi), altıdır. Mevalid-i selâse'den her birinin çeşidi, yaklaşık altı bin olarak kabul edildiği için, üç mevalid, altıbinle çarpılınca, onsekizbine ulaşılır. Bu durumda, Nezr-i Şemsî cinsleri, mevâlidden her birinin türlerini ve Nezr-i Mevlânâ'nın cinslerini içine alır. Mesnevî'nin başlangıç beyitlerinin de on sekiz oluşu ilginçtir.

NİGAH DAŞT: Farsça, gözü korumak anlamındadır. Akılda gezip dolaşan düşünceler (havâtır) i kontrol altında tutup, Allah'ın gayri herşey (Masiva)i terketmek, kalbinden atmak. Bu, bir Nakşî ıstılahı olup, onbir esastan biridir.

NİHAYET: Arapça, son demektir. Her şeyin başlatıcısı olan Allah'a dönüş veya kalıba girmeden önceki ruhlar alemindeki saflığa dönüş. Müridin, nihayet halinin, ana karnında Allah'ın yarattığı bidayet haline ulaşmak olduğu ve kulun, ana karnında, Allah'a şiddetle ihtiyacı bulunduğu, fakrının mükemmellik arzettiği, tevekkülünün de arzu edilen şekilde gerçekleştiği kaydedilir, iç ve dışlarını Allah rızası için, istikamet üzere bulunduran kişilere, "Erbab-ı Nihayet" denir.

NİHAYETÜ'S-SEFERİ'L-EVVEL: Arapça, ilk yolculuğun sonu demektir. Vahdet (birlik) yüzünden, çokluk perdelerinin kalkması, ilk seferin sonudur.

NİHÂYETÜ'S-SEFERİ'S-SÂNİ: Arapça, ikinci seferin sonu demektir. Batinî ilmî kesret (çokluk) sebebiyle vahdet (birlik) perdesinin kaldırılması.

NİHÂYETÜ'-SEFERİ'S-SÂLİS: Arapça, üçüncü yolculuğun sonu demektir, iç ve dış gibi, iki zıdda bağlanmanın sona ermesi. Bu, ayne'l-cem ehadiyyetinde husul bulur.

NİHÂYETÜ'S-SEFERİ'R-RÂBİ: Arapça, dördüncü seferin sonu demektir. Cem ve fark ehadiyyetinden ibaret olan istikâmet makamında, Hak'dan halka dönüş. Bu durumda sûfi, Hakk'ın halktaki derecelenmesini (menzil menzil inişini), halkın Hak'da yok olduğunu görür, hatta sonunda kesret suretinde ayne'l-vahid'i, ayne'l-vâhid'de de kesreti (çokluğu) farkeder.

NİKAB: Arapça, peçe demektir. Maşukun, kendisiyle âşığı arasına koyduğu engel.

en-NİKAHU'S-SÂRİ Fİ CEMÎ'İ'Z-ZERÂRİ: Arapça, bütün zerrelere sirayet etmiş nikah demektir. "Gizli bir hazine idim". Hadis-i kudsîsinde anlatılan "sevginin yönelişi". Mevâlid-i Selase, aba-i ulviyye ile ümmehât-ı süfliyyenin evlenmesinden doğmuştur. Bütün varlıklar, sevgi yönelişi diye tanımlanan nikahtan husule gelmiştir.

NİMETULLÂHİYYE: Seyyid Nureddin Nimetullah Vali (ö. 824/1421) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Yafiiyye-i Kadiriyye'nin kollarındandır.

NİSAN SUYU : Nisan yağmurunun şifalı olduğuna inanılırdı. Bu su, toplanır, bir kabın içine konurdu. O kabın içine, Fatiha, Ayete'l-Kursi, İhlas, Felak ve Nas, Kafirun ve Kadr sûreleri okunup, şifa olsun diye üflenirdi. Mevlânâ müzesinde, mevlevîlerin bu iş için kullandıkları Nisan Tası ile Ermitaj Müzesindeki Hoca Ahmed Yesevî'nin kazanı meşhurdur.

NİSBE: Arapça, ilgi, bağ demektir. Şeyh ile müridi arasındaki sevgiden ibaret olan bağa, nisbet denir. Sûfiyyeden bir kısmı, nisbeyi, insanın ihtimamı olarak tanımlar, insanın ihtimamı dünyaya olursa, nisbesi de dünyaya, ihtimamı ahirete olanın nisbeti de, ahirete olur.
Yahut bir insanın ihtimamı dünyaya ve âhirete değil, sadece Allah'a olursa, nisbesi Allah olur. Dünyaya intisab eden kişi, hevası ve onun hazlarıyla meşgul olur. Ahiret müntesibi de, dünyada, ahiret için çaba sarfeder. Salih amellerine karşılık sevab bekler. Allah'a intisab eden de, muttaki, âmil, âbid ve vera sahibidir. Sürekli olarak Allah'a karşı ihlasını korur, O'nu devamlı sever. Dünya, ahiret, bela veya ibtilâ, onu meşgul etmez. Allah'a kulluğu, ölü yıkayıcı elindeki ölü gibidir. Allah'dan başkasını görmez, işitmez. O, Allah ile, Allah için ve Allah'tadır. Kulun bu bağlanma haline nisbe denir. Râzi, iki türlü nisbetten bahseder. 1- Nazların nisbeti 2- Hakların nisbeti. Yaratılan kaybolunca, ortaya hakikat çıkar. Tersine olarak hakikatin kaybolduğu yerde de yaratılan ortaya çıkar.

NİYAZ: Farsça, yalvarma demektir. Mevlevî mukabelesi sona ermekteyken, biraz daha uzamasını istemeye niyaz denir. Şeyhe saygılı olmak, elini öpmek, eteğini tutmak ve müridin şeyhin huzurunda, boynunu bükerek ondan himmet istemesine de niyaz denir. Müridlerin bağlı oldukları tarikat usûlüne göre, şeyhlerinin huzuruna çıkması niyaz olarak tanımlanır. Her tarikatın kendine göre niyaz metodu vardır. Mesela, Mevleviler, sağ eli sol, sol eli sağ omuza koyup, sağ ayağın baş parmağı ile, sol ayağın baş parmağı üzerine basarak, hafifçe eğilir ve niyazda bulunurlardı. Buna "Niyaza Durmak" denirdi.

NİYAZ AKÇASI : Dervişlerin topladıkları paralara denirdi. Özellikle Bektâşîler, Bektaşî köylerine giderler, Kara Kazan Hakkı, Mürşid Hakkı, Çerağ Hakkı adı altında, para toplarlardı. Ayrıca, bir Bektaşî, her hangi bir dilekte bulunmak için, bir miktar parayı baba'ya vermek üzere nezirde bulunur, parayı, baba köye gelene kadar saklardı ki, bu tür nezrolunan paralar da, Niyaz Akçası sayılırdı.

NİYAZ AYİNİ : Mevlevî tâbiridir. Mevlevî sema'ında ayinin, şeyhin neş'esine veya hazır bulunanlardan birinin isteği üzerine, biraz daha uzatılması şeklinde olurdu. Törenin bu uzatılan kısmına, Niyaz Ayini denirdi. Niyaz ayininin yapılışı şu şekilde olurdu: Neyzenbaşı, segah makamından kısa bir taksim yapar, ardından,

Şem'i ruhuna cismimi pervane düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm.

beytiyle başlayan ve bunu takiben
Dinle sözümü direm özge edadır,
Derviş olana lâzım olan aşk-ı Hûda'dır.

başlangıçlı ilahîler okunur, yörük semai usûlünde bir terennüm çalınırdı. Ayin bir ney taksimi ile son bulurdu.

NİYAZIN HAKK'A, NİYAZIM HAKK'A : Bu sözle asıl niyazın Allah'a yapılması gerektiği bildirilir. Bir insandan bile bir şey isterken, mesela bir dolmakalem isterken, nezaket, edeb, usûl ve erkana riâ'yet etmeye çalışmak gerek... Zira, Allah'tan da istemenin kendine göre bir inceliği, adabı vardır, işte bu yüzden, "insanlara" teşekkür etmesini bilmeyen, Allah'a şükür etmesini bilmez" denmiştir. Esasen, insanın dıştaki yapılanması, içteki yapılanmasının, gözle görülen bir yansımasıdır. Dış neyse, iç odur. Dışta edeb, erkan, incelik gözetmeyen kişilerin, iç âlemleri de aynı durumdadır. Sûfiyyenin dış edeblerindeki takva ve veraya dayalı erkan, usûl çokluğu, tasavvuf sisteminin dışındakilerce, hep yanlış anlaşılmış, olaydaki incelik farkedilmemiş, bu yüzden tasavvufî tekâmül yolları, "islâm'dan ayrı, bir başka din" denilecek kadar, yanlış yargılara muhatap olmuştur. "Deyn" ile ilgili âyette fetvadan takvaya, ondan da veraya uzanan alternatifli, fakat yol aldıkça derinleşen bir uygulamalar zinciri buna örnek teşkil eder. (Bakara/279-280).

Fetva : 1- Borçlunun, zamanı gelince, borcunu mutlaka ödemesi gerekir. Farzdır. Faiz olan kısmı alınmayıp ana para alınır. (Feleküm rüûsu emvâliküm).

Takva : 2- Borçlu dardaysa, (fenazıratun ilâ meyserah) borç veren kişinin isteğine bırakılmış, yani borçluya biraz daha mühlet verilmesi tavsiye edilmiştir. Borç veren, Allah tarafından bir başka incelik boyutu gösterilerek, mecburiyete değil, kendi isteğine bırakma ile mühlet verme tavsiyesine yönlendirilmiştir. Yani mecburi bir farz olayı söz konusu değildir.

Vera : 3- Borçlunun borcunun tamamının affedilmesi. Bu da kulluk zirvesidir, kişiye bırakılmıştır. Farz değildir, (ve en tesaddekû hayrun leküm).

İşte Kur'an-ı Kerim açısından, "Borç ödenmesi" olayında, üç alternatifli bir islâm sunulması, mecbur olan (farz) ve olmayan (nafile, tatavvu) yönlerde açılımlar gösterilmesi, üç ayrı islâm'ın olduğunu göstermez, aksine, aynı dinî uygulamada, insanların diyanetlerine göre farklılık içinde derinleşen boyutlara ulaşabilmeye açılan hassas bir kulluk dengesinin, Allah tarafından tavsiye edilmesi söz konusudur. Borç ödeme ayetindeki fetva, takva, vera (ki hepsi de İslâm'ın kendisidir) boyutları göz önüne alınırsa, sûfiyye, fetva değil, takva ve vera boyutlarında yarışan kişiler olarak görülür ve bu da, ikinci bir din değildir. Bu inceliği, şu olayda, daha özlü biçimde görebiliriz. Şeyban er-Râi'ye sorarlar. "Beş devenin zekatı nedir?" Şeyban: "Size (fetvaya) göre mi, bize (takva ve veraya) göre mi?" diye sorunca, karşısındakiler şaşırır. Öyle ya, din bir: o da, İslâm! Acaba ikinci bir din mi var ki, sualin cevabı ona göre olacak merakla... "Her ikisine göre cevab verebilirsiniz." derler. Şeyban "Size (fetvaya) göre beş devenin zekatı bir koyundur. Bize (takvaya, veraya) gelince... Allah yoksul garip, yetim, dul, muhtaç kulları çok, yiyecek bulamıyorlar. Bu yüzden biz beş devenin tümünü veririz, (yani bize göre, 5 devenin zekatı yine 5 devedir). "Muhatablar şaşırır ve bu davranışa delil isterler. Oda Hz. Ebu Bekir (r)'in malının tümünü verme olayını örnek olarak verir.
İşte, bu olayda görülen ilk grupa mensup olanlar, ikinci gruptakileri anlayamamış ve "ikinci bir din" yaftasını rahatlıkla yapıştırmışlardır. Olayın özü budur, fefhem!...​
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 9 ::..
NİYÂZİYYE: Niyazi Mısrî (ö. 1105/1694)'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu. Ahmediyye-i Halvetiyye'nin kollarındandır.

NİYAZ PENCERESİ : Mevlânâ Hazretlerinin türbesinde, dışarıya bakan pencereler veya tekkelerin türbe pencerelerine denir.

NİYAZ TAŞI : Bektaşî tâbiri. Meydanda, Pîr Postu'nun yanında bulunan bir makamdı. Buraya "Kızıl Eşik" veya "Mürüvvet Taşı" da denirdi. Niyaz edildiği için, buraya, "Niyaz Taşı" denmiştir.

NİYET: Arapça bir kelime olup Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Amellerin dayandığı temel. Bulunduğu yer, kalptir. Bu yüzden niyete, kalbin kalbi de, denir. Niyetin yeri kalp olmasaydı, kalbin kıymeti bilinmezdi. Zira, müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. (Hadis-i Şerif). Niyet kalbin dizgini, amelin ruhu ve kumandanı, kasdın başlangıcı, konuşma, susma, hareket ve sekenât gibi, dışa ait fiillerin içidir. Niyet, Rabbü'l-âlemin'in nazar ettiği yerdir. Ebu Talib-i Mekkî Kutu'l-Kulûb'da, ehl-i beytten bu hususta hikmetli bir söz nakleder: "Allah, amel olmadan kuru lafı, niyet olmadan da, ameli kabul etmez".

NİZÂMİYYE: Hindistanlı ünlü veli, Nizamüddin Evliya diye maruf, Muhammed b. Ahmet el-Halvetî (ö. 725/1325) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Çiştiyye'nin kollarmdandır.

NOKTA: Arapça nokta, küçük parça, iş, mesele, mekan, saha anlamlarını ihtiva eden bir kelime. Tasavvufta nokta, harflerin başlangıcı ve sonudur. Harflerin hepsi, noktanın yayılmasından meydana gelir, bu bakımdan harflerin hepsi, noktadadır. Bütün harfler, noktadan ibarettir. İşte tıpkı bunun gibi, bütün varlıkların suretleri, her an Allah'ın bilgisinde ta'ayyün eder, bu ta'ayyün, varlıkların zuhuruna (ortaya çıkmasına) sebep olur. Bu sebeple kâinat, gerçekte taayyün-i zâtî'nin, yani Allah'ın zâtına ait sıfatı olan bilgi (ilim) sinde belirmiş, suretlerin, yokluk âleminde zuhurundan ibarettir ve âlemlerin varlığı izafî (rölatif) varlıktır. Gerçek varlık, yalnızca Allah'ındır. Nokta o, "zatî ta'ayyün" dür, kainat da adeta harflerdir.

Sa'y ile eyleyüben nokta-i ilmi teksir
Eyledim bir nice dem, ders-i fenayı tekrir.
Esrar Dede

Tövbeler, bir dahi ben kimseye etmem kederi
Yürü ey zülf-i siyah, noktadan aldım haberi.
Seher Abdal

NOKTACI: Son devir melamîlerinden Muhammed Nûrû'l-Arabî Hazretleri, Prizren ve Üsküb'de Hz. Ali (r)'nin sözlerini içeren "Noktatü'l-Beyan" adlı risaleyi tefsir etmiş, ders olarak okutmuş ve bu yüzden adı "Noktacı Hoca" kalmış. Böylece, Melamiler, noktacı unvanıyla anılır olmuştu.

NU'MANİYYE: Necmüddin Ebu Nu'man b. Bişr b. Ebi Bekir b. Süleymani'l-Câferi et-Tebrizi tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Cüneydiyye'nin kollarmdandır.

NÜN : Arap alfabesinin yirmi beşinci harfidir. Mahlukata ait suretlerin, hal ve vasıflarıyla, özet olarak nakşolunmuş haline "Nün" denir. Nakşolunma, Allah'ın "Kün" kelimesinden ibarettir. Bu da, Hazret-i Kelimenin zuhur (ortaya çıkış) yeri olan Levh-i Mahfûz'da, kaderin câri olduğu şekilde tekevvün eder (oluşur). Kaşanî, bu hususu biraz daha açarak, onun, ehadiyyet hazretindeki özet bilgi olduğunu kaydeder. Kalem'in de tafsil (ayırım) hazretini ifade ettiğini söyler.

NUR: Arapça, ışık demektir. en-Nûr, Esma-yı Hüsna'dan biridir. Allah'ın zahir ismi, ile tecellisine, nur denir. Kainattaki suretlerde ortaya çıkan vücuddur. Gizlenmiş bir şeyin, ledün ilmiyle ortaya çıkmasına denildiği gibi, kalpten mâsivayı çıkarıp atan İlâhî varidata da denir. Onu önce, gören (bâsira) idrak eder, sonra da, onun vasıtasıyla diğer görünen şeyleri (mubassarat) görür, ilâhî varidatın küllisi olması bakımından da, kalpten kevni (mâsivayı, Allah'tan gayri herşeyi) giderir. Sühreverdî, Heyakilu'n-Nur'unda, şu niyazda bulunur "Ey Kayyûm! Bizi Nur ile destekle. Bizi Nur'da sabit kıl. Bizi Nur'da haşreyle (topla). En yüce gayemizi rızan kıl. En büyük maksadımız sana kavuşmak olsun!..."
Nurla ilgili bazı atasözü ve deyişler şöyledir: Her hangi bir şey, olay veya husus, bir insanın hoşuna gidince "gözüm gönlüm nurlandı" der. Çirkin yüzlü, pis, pasaklı görünüşlü, kötü huylular, "nursuz, pirsiz" veya "yüzünden nûr-ı İlâhî silinmiş" veyahut "yüzünden nur-ı İlâhî, kasap süngeriyle silinmiş" kişilerdir. Güzel, ve pırıl pırıl yüzlü kişiler, "yüzü nur gibi, nur yüzlü" olarak tanımlanmıştır.
Çok çok güzel işler için "nurun âlâ nur" denir. Sûfiler bir şey yenilir içilirken "Nur olsun" derler.

NUR BAHŞİYYE: Kübreviyye'nin kollarındandır. Kurucusu Muhammed Nurbahş (ö. 869/1 465)'tır.

NÛRİYYE: Bkz. Cerrahiyye.

NÛRİYYE: Ebûl-Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nurî (ö. 295/907)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

NÛRİYYE: Nureddin Abdurrahmani'l-İsferayinî (ö. 639/1241) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup, Kübreviyye'nin kollarındandır.

NÛRİYYE: Nureddin Habibullah Hâdisi'ye dayandırılan, Rifaiyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.

NÛRİYYE: Rukniyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.

NÛRİYYE: Rafızî bir tasavvuf okulu.

NÛR-I MUHAMMEDİYYE: Arapça, Muhammedi (s) nur, Hz. Muhammed (s)'in nuru demektir. Buna Hakikat-ı Muhammediyye (s) de denir. Allah'ın yarattığı ilk şey Peygamber Efendimizin (s) nurudur. (Aclunî, Keşfu'l-Hafa, l., 265) Diğer bütün varlıklar, O'nun nurundan yaratılmıştır.

NÛR-I NÜBÜVVET: Arapça, peygamberlik nuru demektir. Hz. Peygamber (s)'in nuru, Allah'ın ilk olarak yarattığı nur olup, Hz. Âdem'den başlayarak, Hz. Muhammed (s)'e kadar intikal etti ve O'nda karar kıldı.

en-NURU'L-ÂZAMU'L-A'LÂ: Arapça, en ulvî, en muazzam nur anlamındadır. Bu, Allah'ın nurudur. Çünkü Allah'ın nurundan, daha büyüğü yoktur.

NÛRÛ'L-ENVAR: Arapça, ışıkların ışığı demektir. Allahu Teâla. Zira, nurların hepsi O'ndandır, herşeyi kuşattığı için kuşatıcı nurdur.

en-NÛRU'L-KAYYÛM: Arapça, Kayyum nuru demektir. Herşey bununla ayakta durur, varlığını sürdürür.

NURU'L-KULÛB: Arapça, kalplerin nuru demektir. Allah tarafından kulun kalbine atılan ve Hakk'ı bâtıldan ayırdetmeyi sağlayan nur.

en-NURU'L-MUKADDES: Arapça, Mukaddes nur demektir. Bütün noksan sıfatlardan uzak olan.

NURU'N-NEHAR: Arapça, gündüzün nuru demektir. Bu, bütün nurları örter, tıpkı güneşin yıldızları örttüğü gibi.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
11:03
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (N)
..:: 10 ::..
NUTUK: Arapça, konuşmak demektir. Şeyhin, hikmet dolu sözlerine, nutuk denir. Şeyhlerin, müridlerine yaptığı ahlâkî, edebî konuşmalara, söylediği şiirlere nutuk adı verilir. Nutuk ile nefes, hemen hemen aynı manada olmakla birlikte, ilki sadece okunmak, ikincisi de terennüm etmek içindir.

Rıza divanının tab'iyle revnak geldi af âka
Basıldı genç defter-i na'tü nutku İbn-i Neccâr'ın
Bursalı Şeyh Zâik

NUTKA MÜRÜVVET: Konuşma sırasında sözü kesilen, yahut konuşurken konuyla ilgili bir husus aklına gelen kişi, konuşma sırasında, unutacağı kanaatine varırsa, o hususu dile getirmek için "nutka mürüvvet erenler" veya "nutka mürüvvet" diyerek izin ister.

NUTKUN CANI VAR : Allah adamları boş laf konuşmaktan sakınırlar. Bu yüzden, sözleri boşuna değildir, bir anlamı ve ruhu vardır. Dervişler arasında, musibet veya felâketle ilgili bir söz söylenecek olursa, hemen "aman azizim!" Öyle konuşma, nutkun canı (ruhu) vardır; dediğin oluverir." diye karşılık verilirdi.

NUTUK HAKLAMAK : Mürşidin sözlerini tasdik etmek, uygulamaya koymak anlamında kullanılan bir ifadedir. Yani, şeyhin emrini tahakkuk mevkine koymak demektir.

Sırrını keşfetme, sakla,
Çıkarma ağzından bakla,
Şeyhinin nutkunu hakla,
Dervişlikte yol böyledir.
Lâ-edrî

NÜBÛVİYYE: Zanaat sahibi esnafların iştirak ettiği bir tasavvuf okulu olup Suriye'dedir.

NÜBÜVVE: Arapça şan, şeref, yücelik anlamındadır. Hakk'ın zatı isim, sıfat ve hükümlerinin bilinmesi için, İlâhî hakikatleri haber vermektir. İki çeşit nübüvvet vardır: 1- Tarif nübüvveti : Zat, sıfat ve isimlerin, Peygamberler tarafından tanıtılması. Bu bakımdan Peygamberin nübüvvetine, "ta'rif nübüvveti" denir. 2- Teşri nübüvveti : Birincidekilerle birlikte, ahkam ve edebin, hikmet öğreterek, siyaset uygulayarak, ahlâk ile tebliğ edilmesidir.

NÜCEBA: Arapça, asil, asalet sahibi anlamına gelen "necib" kelimesinin çoğuludur. Bunlar kırk kişidirler, insanların işlerini ıslah eder, yüklerini taşırlar. Bunlar, sadece halkın hukuku hususunda tasarruf eder (iş görür) ler. Bunlar fevkalâde merhamet duygularıyla dolu oldukları için, Allah'tan gelecek intikam oklarını, dua ve niyazlarıyla savarlar.

NÜKABA: Arapça, bir kavmin büyüğü, başkan, kabile reisi, vs. gibi anlamları ihtiva eder. "nakib" kelimesinin çoğuludur. Nukaba, el-Batın ismini gerçekleştirmiş veliler zümresidir. Sayıları üçyüz kişiden ibarettir, insanların içine yönelirler, oradaki gizlilikleri açığa çıkarırlar, yani iç hallere vâkıf olurlar. Ayakta zikir çeken Rifaî, Bedevî ve Sadî gibi tarikatlarda, sülûkunu tamamlamış dervişe, nakib adı verilir.

NÜSHA: Arapça, nüsha, bir başka kağıda aktarılan suret, yazı sureti, kopya gibi anlamlara gelen bir kelimedir. Hastalıktan kurtulmak, hastalığa yakalanmamak, kurşun işlememek üzere, özel şifrelerle yazılan manevî vasıtalara nüsha (veya muska) denir. Bunlar, ince ve uzun bir kağıda, çok ince bir kalemle, gülsuyu, zağferan gibi şeylerle yazılıp, üçgen şekilde katlanıp, üzerine yedi kat muşamba sarılır, teneke veya gümüş mahfazalara konularak boyunda taşınır. Bunlara "hamayil" de denir. Buna benzer, vefk denilen bir tür muska yazım tarzları da mevcuttur.

Padişahım sanma kim urmaz nişanını kurşunun
Mâhi çak eyler felekde girse mihrin koynuna
Satvet-i şahaneden bî-çare testi havfidüb
Belki kurşun işlemez bir nüsha takmış boynuna.
Lâ-edrî

NÜSHA-İ KÜBRA: Arapça, büyük nüsha demektir. Âlem yani şu bütün kainat, "Nüsha-i Kübrâ"dır. Mevlevî tekkelerinde, Nüsha-i Kübra diye yazılı uzun bir kağıt verilirdi. Bu Nüsha, Sikke-i Mevlana şeklindedir bir gümüş veya altın mahfazaya konarak, o şekilde boyuna takılırdı.

NÜSHA-İ SUGRA: Arapça, küçük nüsha demektir, insan nüsha-i suğradır. Mevlevî tekkelerinde, yazılan bir nüsha çeşidi de, nüsha-i suğra idi. Bu, gümüş veya altından mamul, Sikke-i Mevlânâ denilen bir mahfazaya konup, boyuna asılır, orada taşınırdı.

NÜVVAB: Arapça, bir hususta birine vekâlet eden, temsilci, milletvekili vs. gibi anlamları içeren "nâib" kelimesinin çoğuludur. Bunlar, kutub makamındaki velilerin vekilleridir. İmam'ın naibi, imamdan başka bir kişi olup, imamın vekili (naib) idi. Evliyaların çoğu kutub, imâmân, evtâd ve nüvvâbı bilmezler.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst