Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

TASAVVUFÎ TERİMLER (M)

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 1 ::..
MA'ARIF: Arapça, el-ma'rife kelimesinin çoğuludur. Lügatta arkadaş ve çehrenin görünen yeri, marifetler, bilgiler vs. gibi anlamlan ihtiva eder. Sûfilerin vehbî bilgilerine ma'rifet denir. Sûfi, sohbette, kalbine doğan ince manaları dile getirir, anlatır. Bu sözler bir kitap haline getirilir. Buna o sûfinin "Ma'ârif" i denir. Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'nin "Maa'rif" adlı eseri meşhurdur.

MA'DÛM: Lügatta yok olmuş, kaybolmuş, gayr-i mevcud anlamlarına gelen Arapça bir kelime. Bulunmayan ve vücudu mümkün olmayan şeydir. Bir şey var iken yok (ma'dum) olursa, onun vücudu mümkündür ve buna mefkûd denir. Ma'dum denmez. Âlemin iki tarafı adem olan bir vücudu vardı, denmiştir. Çünkü o, mevcuttur.

MAGRİBİYYE: Muhtemelen İran'lı şâir Mağribî (ö. 1406)'nin talebelerine isnad edilen bir tasavvuf okulu.

MAĞRİBU'Ş-ŞEMS: Arapça, güneşin battığı yer demektir. Kâşânî'ye göre, Hakk'ın ta'ayyünler ile, ruhun da cesed ile örtülmesi demektir.

MAĞZ-I KUR-ÂN: Lügatta Kur'an'ın özü demektir. Arapça bir kelimedir. Kur'an'ın sırrı ve bâtınına, Kur'an'ın özü denir. Mevlânâ'nın Mesnevî'si için bu tabir kullanılır.

Gaybî senin sözlerin Hak nurudur bilene,
Her demde her kelâmın Mağz-ı Kur'an'dır dediler.
Gaybî

MAHABBET: Arapça, sevgi, aşk demektir. Tasavvufta mahabbetin hakikati, herşeyini sevdiğine bağışlaman, kendine de sende olan hiçbirşeyi bırakmamandır. Mahabbet ehli üç haldedir: Âmmenin mahabbeti: Bu fiilî bir sevgidir ve Allah'ın kendilerine ihsan etmesinden kaynaklanır. Hz. Peygamber (s) bu konuda şöyle der: "Kalplerin, kendilerine ihsan edeni sevme özelliği vardır", ikincisi; sıfatî aşkın hâlidir. Kalbin Allah'ın gınasına, celaline, azametine, kudretine ve ilmine bakmasından kaynaklanır. Bu havassın, sadıkların veya tahkik ehlinin mahabbetidir. Bu konuda Hüseyn en-Nurî şöyle der: "Mahabbet, perdelerin yırtılması, sırların ortaya çıkmasıdır." Üçüncüsü; zatî mahabbetin hâlidir. Bu, illetsiz olarak, Allah'ı sevmenin kadîm olduğunu bilmekten ve anlamaktan doğar, işte bu şekilde Allah'ı bir sebebe bağlı olmaksızın, seviniz. Bu şekildeki sevgi sıddîkler ve âriflerinkidir."
Mahabbetin, başlangıçları ve gayeleri itibariyle on kısma ayrıldığı söylenir. Bunlardan beşi, sâlik ve muhiblerin makamlarıdır. Bunlar sırayla; ülfet, hevâ, hülle, şağf ve vecddir. Aşıkların makamlarına gelince, onlar da şunlardır: Garaim, iftitân, veleh, dehş ve fenadır.

Mahabbetten Muhammed (s) oldu hâsıl
Mahabbetsiz Muhammed'den (s) ne hâsıl.

Pir Sultan Abdal'ın, mahabbet konusundaki bir dörtlüğü şu şekildedir:

Dîdâr ile mahabbete doyulmaz,
Mahabbetten kaçan insan sayılmaz.
Münkir üflemekle çerağ söyünmez.
Tutuşunca yanar aşkın çırası.

Konu ile ilgili bazı sözler ise şunlardır:
Mahabbet şirket (ortak) kabul etmez: Allah'tan başka hiçbir şeyi sevmemeyi ifade eder. Casiye/23'te diğer istekler yerilerek "nefsinin hevasını kendisine ilah edineni görmedin mi?" denir. Bu ayet Furkan/43'te de aynen geçmektedir.
Kuru muhabbet: Sevmenin karşılıksız olduğunu ifade etmek için kullanılan bir sözdür. Son devir ünlü Halvetî şeyhlerinden Fatih türbedârı Hacı Ahmed Amiş Efendi (ö. 1920) "bu yolun sermayesi kuru mahabbet" sözünü söyledikten sonra, bunu şöyle açıklarmış: "Mahabbetin yaşı olur mu? Olur ya! Görmüyor musun, babam ölse de, yerine geçsem, diyen şeyh oğullarını."
Mahabbet meclisi : Sohbet meclisine bu isim verilir. Bu meclis, irfan ve edeb meclisi olduğu için, katılanların bilgisi artar.
Mahabbetten kaçan insan sayılmaz: Sevginin insan için kaçınılmaz ruhî bir öğe olduğunu anlatmak için kullanılır.

MAHABBET-İ ASLİYYE: Arapça, asli sevgi anlamına gelen bir tamlama. Allah'ın zatına olan mahabbet.

MA HALAKALLAH: Allah'ın yarattığı anlamında Arapça bir söz. Mecazî olarak kalabalık manasında kullanılır. Bunun yerine "mâ haşarallah" sözü de kullanılır.

Oldu bu hadise nâgâh âna.
Üstüler mahaşarallah ana.
Yahya

MAHBÛB: Arapça, sevilmiş anlamında bir kelime. Muhib ve mahbûb aynı şeydir. Mahbubiyyet ve muhibbiyyet cihetleri fani olunca, sevgi Allah'ın zâtına perde olmaktan çıkar. Muhibbiyyet ve mahbubiyyet başlangıcı, anlaşılması zor bir şeydir. Zira muhib, mahbûba çekilişinin öne geçişi iledir. Bu durumda o, mahabbeti sebebiyle, mahbûba cezb olunmaktadır. Her muhib, mahbûb, her mahbûb muhibdir. Bu yönden muhib, nefsindeki mahbubunun özelliklerini konuşur.

MAHFİL: Arapça, toplanma yeri demektir. Camilerde özel tahsisli kısım. Padişah için yapılanlara hünkâr mahfili, müezzinler için olanlara da müezzin mahfili denir. Cehrî zikir yapılan tasavvuf okullarında, zikir esnasında, bu mahfillerde çeşitli müzik enstrümanları çalan, ilâhi söyleyen bir heyet yer alırdı. Tekkelerin ana zikir salonunda bu bölüm, kıblenin karşı istikametinde bulunurdu. Bu kelime, yanlış olarak "mahfel" şeklinde kullanılmaktadır.

Döner bir hâfız-ı mahfil nişîn-i nağme perdâze
Serâğâz eyledikçe andelîbân âşiyân üzre.
Nef'î

MAHFUZ: Arapça, korunmuş, hıfzedilmiş anlamına bir kelime. Allah'ın söz, iş ve istekte kendisine karşı gelmekten koruduğu kişiye denir. Bu gibi kişiler, Allah'ın rızasına uygun düşmeyen bir laf söylemez, herhangi bir iş yapmaz. İstediği de, Allah'ın rızasına uygunluk arzeder. Kâşânî'nin yaptığı bu tarifle, günahtan ma'sum olan peygamberlerin durumu farklılık arzeder. Peygamberler ma'sum iken, velîler mahfuzdur denir. Ma'sum olan, Allah tarafından günaha girmekten korunması garanti altına alınmış iken, bu tam garanti veli için geçerli değildir. Bir gün biri, Cüneyd'e, "ey Cüneyd! Bir veli zina yapar mı?" diye sordu. Cüneyd bir süre tefekküre daldıktan sonra şu cevabı verdi: "Ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ" Yani Allah diledi ise yapar, cevabını verdi: Yine bu açıdan olmak üzere, Peygamberler su-i hatimeden emin iken, velîler emin değildirler.

MAH-I NEV: Farsça, yeni ay demektir. Tasavvufi eğitime yeni başlayan mübtedîler için, kinaye olarak kullanılan bir tabir. Bu durumda olan kişi, yeni doğmuş bir aya benzetilmektedir.

MÂHÎ: Farsça, balık demektir. Ma'rifet okyanusuna batan kâmil arife, mâhî denir.

MAHÎT: Arapça dikilmiş elbise demektir. Öğülmüş sıfatları kazanarak, yerilmiş sıfatlardan sıyrılmaya işaret eder.

MAHİYE: Bir şeyin hakikati anlamında "mâ" ve "hiye" den meydana gelmiş Arapça bir sözcük. Tasavvuf? olarak Ümmü'l-Kitâb'a denir. Ümmü'l-Kitâb, Zât'ın künhünün mahiyetinden ibarettir. Yine bu ifade ile, üzerine isim, sıfat, vücûd, adem, Hak ve halk ıtlak olunmayan hakikatların mâhiyetleri vasıtasıyla, zatın bazı vecihleri tâbir olunur.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 2 ::..
MAHK: Bir şeyi iptal etmek, belirsiz hale getirmek anlamında Arapça bir kelime. Tasavvufî olarak, kulun vücûdunun Hakk'ın zâtında fani olmasıdır. Hakk'ın sıfatlarında kulun sıfatlarının fani olmasına da tams denir.

MAHMEL : Arapça. Deve sırtında bulunan ve insanların kolayca binip yolculuk yapmasını sağlayan bir gereç. Teklif külfetinden rahata ermek.

MAHMURÎ: Sarhoşluk, melankoli, mahmurluk anlamında Farsça bir kelime. Ferheng'de bu terim, kendinden geçme hali olarak tarif edilir.

MÂH-RÛY: Farsça, iki kelimenin birleşmesiyle oluşan, ay yüzlü anlamında bir ifade. Tehânevî'nin bu tâbiri tanımlaması şu şekildedir: Uyanık iken veya uykuda rüyada iken, görülen surî ve maddeye ait tecellîlere mâh-rûy denir.

MAHV: Arapça, bir şeyin eserini, izini tamamen silmek, yok etmek anlamında bir kelime. Kulun aklından gaib olması bakımından, âdete ait vasıfların ortadan kalkmasıdır. İçki içip te sarhoş olan kişiden meydana gelen söz ve işlerde, kulun aklının katkısı yoktur. Bir de cem'e ait mahv vardır. Bu, hakiki mahv olup, çökün tekte fena bulması şeklinde tanımlanır. Ubûdiyyete ait mahv ise, kulun aynının silinmesidir. Bu, varlığının a'yâna izafesinin (bağıntısının) kaldırılmasıdır.

MAHV-I AYN-I ABD: Arapça, kulun aynının silinmesi anlamında, zincirleme bir tamlama. Ayana varlık yüklemeyi düşürmek demektir. Buna mahv-ı ubûdiyyet de denir. Zira a'yân, bir takım zâta ait şe'nlerden ibaret olup, "âlimiyye" hükmündeki "vâhidiyye hazreti" nde ortaya çıkar. Bu da ebedî olarak, aynı, ma'dum olan malûmatlardır. Ancak şu kadar var ki, Hakk'ın vücûdu, bu ma'lûmatta zuhur eder.

MAHV-I ERBÂBI'Z-ZEVÂHİR: Zevahir erbabının mahvolmasını ifade eden, Arapça zincirleme bir izafet terkibi. Kâşânî'ye göre bu terkib, kötü ve âdete ait özelliklerin kaldırılmasıdır. Bunun mukabili, ibâdetin hükümlerini yerine getirmek ve öğülen ahlâkı elde etmek olan, isbâttır.
MAHV-I ERBÂBİS-SERÂİR: Sırlar erbabının mahvolması anlamında Arapça bir terkib. Bu, illetlerin ve âfetlerin silinmesi demektir. Bunun mukabili, muvasalâtın (karşılıklı kavuşmanın) isbatıdır. Bu, "onun işiten kulağı, gören gözü olurum" kudsi hadisinde belirtildiği gibi, Hakk'ın sıfat, ahlâk ve fiillerinin tecellîleri sonucu, kulun kendi ahlâk, ef'al ve evsâfının kaybolması ile olur.

MAHVU'L-CEM'İ'L-HAKİKÎ: Gerçek cem'e ait mahvı ifade eden Arapça bir terkib. Kâşânî bunu, çokluğun, tekde fani olmasıdır, şeklinde tanımlar.

MAKAM: Mukam şekliyle okunursa, oturulan, ikamet edilen yer, makam olarak okunursa, ayağın bastığı yer, topluluk, oturulan yer, vs. gibi anlamları bulunan Arapça bir kelime, ism-i mekan. Velilerin mezarlarına veya hatıralarını taşıyan yerlere bu ad verilir. Makâm-ı ibrahim gibi. Mevlânâ'nın türbesinin girişinde bu manada olmak üzere şöyle bir beyt vardır:

Ka'betü'l-Uşşâk bâşed în makam
Her ki nakıs âmed încâ şod temam.
Yani:
Bu makam âşıkların Ka'be'sidir.
Buraya noksan gelen tamam olur.

Mezarı Aksaray'da olan Somuncu Baba'nın Darende'de makamı vardır.
Birisi, bir başka yerde vefat ederse, memleketinde veya hatırasını taşıyan bir yerde, ruhuna Fatiha okunmak ve onu anmak üzere yapılan merkada "Makam" denir. Bektaşîlerde, ocak, baba postu, gayb erenleri postu gibi makamlar vardır.
Yine bir tanıma göre makam şudur: Kulun tekrar etmek suretiyle kazandığı ve kendisinde özellik haline getirdiği edebler ve ahlâk veya kulun riyazet ve mücehede ile ulaştığı dereceye makam denir. Haller vehbî (yani Allah vergisi iken), makamlar kesbî (yani kulun çabasıyla)dır. Hal geçici, makam süreklidir. Kâşânî, içinde bulunulan bir makamın hakkı yerine getirilmediği takdirde, kulun yükselemeyeceğinden bahseder.

MAKAM-I MAHMÛD: Öğülmüş makam anlamında Arapça bir tamlama. Ezan duasında ve İsra/79'da geçen ifade; hesap günü Hz. Peygamber (s)'in şefaat edeceği makamı bildirir. Teheccüdle bir bağlantısı vardır. O da malumumuz değildir.

MAKDİSİYYE: Kurusucu Abdüllatif Makdisî olan bir tasavvuf okulu. Kadiriyye'nin kollarından biridir. Makdis, Kudüs'ün esas adıdır.

MALAYANÎ: Manasız, boş söz vs. gibi anlamları bulunan, Arapça "mâ", "la" ve "ya'nî" nin birleşmesinden oluşmuş bir ifadedir. Tasavvufî ahlâkta manasız, boş sözlere yer yoktur.

Eyleme ehl-i salâha ta'ni
Söyleme cehl ile malaya 'ni.
Taşlıcalı Yahya

MÂLİKÜ'L-MÜLK: Mülkün, mülk âleminin sahibi anlamında Arapça bir izafet terkibi. Kulun emrolunduğu şeyden, bulunduğu hale göre karşılık veren Hakk'a, mâlikü'l-mülk denir. Kula layık olduğu karşılığı verecek kişi Allah'tır.

MAL-MÜLK: Mal, bir kişinin veya toplumun sahip olduğu, eşya, para vs. ve rızık anlamında Arapça bir kelime.
Çoğulu, emvâl'dir. Dünyanın, ve içindekilerin geçiciliğini anlamak ve anlatmak, tasavvufi disiplinlerde önem arzeden bir husustur.

Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Yunus Emre

MA'NÂ: Arapça'da, bir sözün ifade ettiği şeye denir. Tasavvufta, rüya'ya, ma'nâ veya seyr denir, "mânâ âleminde annemi gördüm", "Mânâmda yağmur yağıyordu" şeklinde kullanımları vardır.

MANASSA: Arapça, çardak demektir. Mahrem tecelliler, yani ruhani tecelliler.

MANSÛRİYYE: Hallac-ı Mansur'a izafe olunan bir tasavvuf okulu. Buna Hallâciye de denir. Hallâc-ı Mansur, gençlik yıllarında Hindistan'ın Sind eyaletinde İslâm'ı yaymak üzere faaliyetlerde bulunmuş ve bir hayli de başarılı olmuştur, işte bu müslümanlara "mansûrîler" adı verilir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 3 ::..
MA'RİFET: Arapça'da bilgi anlamına bir söz. Tasavvufta, dört kapı da denilen dört mertebe vardır: 1- Şeriat, 2-Tarikat, 3- Hakikat, 4- Ma'rifet. Şeriat olmadan tarikat, hakikat ve ma'rifet olmaz, her şeyin başı, şeriatı yani islâm dinini iyi yaşamaktan geçer, islâm'ı yaşama ve anlamada, takva boyutunda olmak üzere derinleşme sonucu, bu mertebeler teşekkül etmiştir. Bu durumda, herkesin normal gündelik kurallara uyarak yaşadığı islâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takva ve verada titizlikle varılan sonuca, hakikat; ve nihayet bu yaşamanın, mânâ açısından kişide ifade ettiği bilgi planındaki sonuca ma'rifet denir ki, meydana gelişi, yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Bunlardan ilki avama, ikincisi havassa aittirdirler. Hacı Şa'ban Velî bu dört mertebeyi şöyle anlatır: Şeriat beden için, tarikat kalp için, hakikat ruh için, ma'rifet Hakk içindir.
Marifetin, sırra ait olduğunu söyleyenler de vardır, ilim ile ma'rifet bir imiş gibi gözükmesine rağmen, aralarında ince bir fark vardır: ilmin zıddı cehil iken, ma'rifetin zıddı, inkardır. İlim kesbî iken, ma'rifet vehbîdir. Hafnî de, bu konuyu şu şekilde açıklar: Kul, Allah'ı sıfat ve isimleri ile bilir, Allah'la arasındaki kulluk muamelesinde ciddi, samimi ve doğru olur, sonra kötü ahlâkını düzeltme yoluna gider. Hakk'ın kapısından sürekli olarak ayrılmaz, yani kalbi ile sürekli itikâf halindedir (yani ihsanı yaşar). Sonra kendisine hatıralar gelir, sürekli içten Allah ile münâcât (söyleşi, yalvarı) halinde olur. Allah tarafından kalbine gelen sırlardan bahseder, işte bu durumda olan kişiye arif ve bu kişinin bilgisine de ma'rifet denir. Nefsinin kötülüklerinden ne denli uzak olursa, Rabbi hakkındaki ma'rifeti, o denli artar. Bir kimsede ma'rifetin meydana geldiğinin belirtisi, o kişide Allah'dan heybetin zuhur etmesidir. Ma'rifeti fazla olanın, heybeti fazla olur. Bazıları da ma'rifeti fazla olanın sekîneti fazla olur, demiştir.

MA'RİFET-İ NEFS: Nefsi bilmeyi ifade eden Arapça bir söz. Bu "men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû" ifadesiyle bildirildiği gibi, insanın Rabbini bilmesi, önce kendisini bilmesine bağlıdır. Nefisten hareketle, Allah'a ulaşmanın, çeşitli âyetlerde destek gören bir yanı vardır: "Ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun..." (Fussilet/21). "Ve nefislerinizde olanı görmüyor musunuz?" (Zâriyât/21). İnsanda Allah tarafından üfürülmüş (menfûh) bir ruh vardır. Bu da Rab'den bir emirdir. Bu ruhun insan bedenindeki faaliyeti sonucu, içgözlem veya enfusî seyr ile onun ait olduğu yer hakkında, ma'rifet denilen bir tür bilgi husule gelir. İnsanın hakikati olan bu ruh, arifane bilme ile bilinirse, onu üfleyene ait bilgi de, otomatikman ortaya çıkar.

MA'RİFETULLAH: Allah'ı bilme, Allah bilgisi anlamında Arapça bir tamlama. Allah'ın varlığının ve birliğinin bilinmesini ifade eden bir tabirdir. Kulun Allah'ın sıfatlarını, esmasını düşünmesi vâcibdir. O'nun yüceliğini, kendisinin âciz ve sonlu bir varlık olduğunu şuûrî seviyede anlamak ve kulluğun esprisine ulaşmak, her mü'minin görevidir.

MA'RUFİYYE: Ma'rûf Kerhî'ye atfolunan bir tasavvuf okulu. Kerhî'nin vefat tarihi, h. 200/m. 816'dır.

MÂSİK, MEMSÛK BİH: Arapça, tutan ve kendisiyle tutulan demektir. Kâmil insanın hakikati olan manevî direk. Bu, kâinatı ayakta tutan, kamil insanın hakikatidir. Hakk ona hitaben "sen olmasaydın kâinatı, yaratmazdım" demiştir. Felekler, kâmil insanın nefesleri sayesinde döner.
MASİVÂ: Arapça istisna edatı olan sivâ, mâ mevsûlü ile birleşince başkası anlamına gelir. Tasavvufta Allah'ın dışındaki her şey mâsivâdır. Bütün yaratılanları içine alan bir sınırı vardır.

Nümayiş-i suver-i kâinatı sorma bana
Nidayı bir bilirim, mâsivâ nedir bilmem.
Hersekli Arif Hikmet

Tasavvufta, gönülde Allah'dan başka neyin sevgisi varsa, onun sevgilisi, hattâ ilâhı odur. Bu yüzden, kalpten mâsivâ putunun değiştirilmesi, sevginin, hep Allah üzerinde yoğunlaşması büyük önem arzeder. "Ey Muhammed (s.) nefsinin, nevasını ilah edineni görmedin mi?" (Furkan/43) ve(Casiye/23).

Davet etmek dilesen dil-hânesine dilberi
Mâsivadan ışk cârubiyle (süpürge) evvel sil süpür.
Sineçak Yusuf Efendi

MASTABA-MISTABA: Üzerine oturulabilen basık bina anlamında Farsça bir kelime. Harabat, tekke, Mastaba ehli: Sûfiler, rindler.

MA'ŞÛK: Arapça, sevgili demektir. Allah. O, her yönden sevilmeye lâyıktır.

MATBAH CANI: Matbah Arapça bir kelime olup, Türkçemizde "mutfak" şeklinde kullanılmaktadır. Mutfak nasıl yemeklerin pişirilip, yenilir, hale gelme işleminin gerçekleştirildiği bir yer ise, aynı şekilde, insanın da olgunlaştığı yer olarak kabul edilmiştir. Mevlânâ'nın "Hamdım, piştim, oldum" ifâdelerinde, bu hususun kısaca özetlendiğini görüyoruz.
Tasavvuf okullarında hizmet etmek, manen yükselişin önemli âmillerinden biridir. Bu hizmet süresine "çile" adı verilir. Sûfilik yoluna karar veren kişi, mutfakta kendisi gibi çileye girmiş dervişlerle beraber yatar. Kendisine "matbah canı" denir. Burada kalan dervişlerin terbiye işi, "aşçıbaşma aittir. Bu işi, Mevlevîlikte "Dede" yapar.

Muallâ dudmân-ı evliyadır Matbah-ı Monla
Dil ü cana ocâğ-ı kimyadır Matbah-ı Monla
Eşref Dede

(Yani: Mevlâna'nın mutfağı yüce erlerin durağıdır: Mevlânâ'nın mutfağı gönüle de, cana da kimya ocağıdır, o ocağa giren, altın olur.)

Aşk harmanında savruldum
Hem elendim, hem yoruldum:
Kazana girdim kavruldum,
Meydâna yenmeğe geldim.
Muhyiddin Abdal

MATBAH-I ŞERİF: Arapça, şerefli mutfak demektir. Bu tâbir, özellikle Mevlevîler'e aittir. Mevlevî tekkelerinde, bir dervişin ilk terbiye yeri mutfaktı. Konya'da "Âsitâne" adıyla da anılan merkez dergâhta iki önemli mekân vardı. 1- Yemeklerin piştiği mutfak 2- Zikir ve semânın yapıldığı "Semahane". Mutfağa, dergahın tam ortasındaki kapıdan giriliyordu. Burada, bina boyunca devam eden genişçe bir koridor bulunurdu. Bu koridorun sağ tarafını, binanın o cephesini vücûda getiren, büyük bir oda teşkil ediyordu.
Sol tarafı da, asıl mutfak bölümünü oluşturuyordu. Sağ taraftaki o büyük odaya, "Meydan Odası" veya "Meydan-ı Şerif" denirdi.
Matbah-ı Şerife de büyük bir kapıdan girilirdi. Burada, en büyük kazanları bile, içine alacak şekilde geniş bir ocak vardı ki, buna "Ateşbâz-ı Velî Ocağı" denilirdi. Bu ocak da, önem arzeden bir yerdi. Mutfağın sağ tarafında iki oda vardı. Bunun biri "Can Odası" denilen büyük bir oda, diğeri de, mutfak takımlarının bulunduğu "Kazanlık" idi.
Matbah-ı Şerif, Mevlevî dergahlarının önemli yerlerinden biridir. Mevlevîliğe girmek isteyenlerin ilk girdikleri kapı ve tarikata kabul olunmak için, bir müddet hizmete mecbur oldukları ilk merhaledir. Yani mutfakta yemek değil, aslında dervişler pişerdi. Bazan, pazartesi günü olmak üzere, her pazar pilav pişirilir ve pilava lokma denirdi. Bu pilavın pişirilmesi, bir takım usûl ve merasimlere bağlıydı. Pilav için ayrı bir kazan vardı. Gümüş gibi parlak olan kazan, beze sarılı olarak özel bir dolapta muhafaza edilirdi. Pilav sadece bu kazanda ve özel bir ocakta pişirilirdi. O ocağa, Âteşbâz-ı Velî Ocağı denirdi.
Pilav pişirileceği zaman, "Kazancı Dede" kazanın başına gelir, bizzat nezaret ederdi. Kazancı Dede, pilav pişerken "Âteşbâz-ı Velî Postu" na otururdu. Bu pilavda kullanılan malzemeler şunlardı: Pirinç, et, nohut, kişniş, fıstık. Kazancı Dede, pişirme işini orada bulunan matbah canlarına taksim etmişti. Kimisi suyunu kor, kimisi etini hazırlar, kimi de tuzunu dökerdi. Ve bu işler, hep bir sıra ve düzen içerisinde yapılırdı.

Giren müştaktır ol dudmâne (ocağa) girmeyen müştak
Misal-i Ka'be bir hayret matbah-ı monla
Şeyh Gâlib
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 4 ::..
MATLA': Arapça, doğuş yeri ve zamanı anlamında bir kelime. Sûfiler, bu kelimeyi ma'rifet anlamında ele alırlar. Allah bu bilgiyi kendi katından sûfiye bağışlar. Bu bir nimettir, lütuftur. Tecelli gelince, zevk ve ilham yoluyla, sûfide, bazı sırlara ait gerçekler açılır. Bu kişi kainata Hak gözüyle bakar.

MATLUB: İstenen anlamında Arapça bir kelime. Allah.

MAU'L-KUDS: Arapça mâ ve el-kuds'ten meydana gelmiş bir tamlama. Mukaddes su anlamını ifade eder. Kâşânî bu terimi, nefsi, tabiattan gelen pisliklerinden ve rezilliklerinden arındıran, yani sonradan olanın olumsuz yanını silen kadîm tecellîyi, gerçek bir müşahade ile gösteren ilme, "mau'l-kuds" denir, diye tarif eder.

MECÂNÎN-I UKALÂ: Akıllı mecnunlar, akıllı deliler, anlamında Arapça bir tâbir. Sürekli cezbe halinde bulunan mecnûnlar, irşâddan sakıt olmuş, kendi maişetlerini tedarik edemeyen kimselerdir. Akşemseddin, meczûblaşma olayını şu şekilde anlatır: Zikir ile meşgul olan sûfiye, esma ve sıfatlardan tecelliler gelir, bir mürşide bağlı olan kimse, bu gelenleri hazmedebilme gücüne sahiptir. Bir mürşide bağlı olmaksızın, kendi başına birtakım virdler tertip eden kimseler "Allah" veya "la ilahe illallah" zikirlerini çekerken, bir ân içinde zât tecellisine maruz kalırlar. Onun, bir mürşide bağlı olmadığı için koruyucu bir kalkanı yoktur, bu yüzden akıl nuru yanar, akıl elden gider, bu durumdaki kişi, artık sürekli olarak, o bir andaki zât tecellisini yaşamaktadır. Ancak, bu kimselerde erkeklik ve irşâd başta olmak üzere, kendi geçimlerini bile sağlayamama hususları gündemdedir. Artık bunlar, bir tür delidir.

MAZHARİYYE: Şah Şemsüddin Habîbullah Can-ı Canân-ı Mazharî Dehlevî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Nakşiliğin kollarından biri.

ME'ÂD: Arapça'da dönülecek yer anlamında bir kelime. Ahiret için kullanılır. Mukabili mebde', dünya hayatı için kullanılır.

Ezelden müncelî hidâyet bizde,
Ehl-i isti'dâde inayet bizde,
Bidayet bizdedir, nihayet bizde,
Mebde ü me'âde âşinâlarız.
Tokadîzâde Şekib

ME'ÂLİMÜ A'LÂMİ'S-SIFAT: Sıfat âlemlerinin işaretleri anlamında zincirleme Arapça bir tamlama. El, göz, kulak gibi unsurlardır. Sıfatlar ve asıllara ait manaların ortaya çıktığı yer.

MEBÂDİ: Arapça mebde' kelimesinin çoğuludur. Başlangıçlar, temeller, esaslar, prensipler anlamına gelir. Yüksek başlangıçlar (esaslar); semavi nefisler ve akıllardır. Nihayetlere ait başlangıçlar (esaslar) ise; namaz, oruç, hac, zekat gibi farzlardır. Namazın nihayeti, Hakk'a duyulan sevgiden dolayı, masivayı tamamen sarfetmektir. Orucunki, kendini yaratılışla ilgili özelliklerden sıyırmak, yani kendine hakim olmak, kendini tutmaktır; bu, fenaya ulaşmaya yardımcı olur. Bu sebeple kudsî bir hadiste "Oruç benim içindir, ecrini ben veririm". Haccın nihayeti, sâlikin nihayete giden menzillerine tekabül eder. Bu nihayet de, "ehadiyetü'l-cem"' ve "fark" makamıdır.

MEBÂDİU'N-NİHÂYÂT: Nihayetlerin başlangıçları anlamında Arapça izafet terkibi. Bir önceki maddede belirtildiği gibi, namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler hakkında kullanılır. Bu ibadetler, kulu hedefine ulaştırdığı için, bu isim ile anılmışlardır.

MEBDE': Arapça, başlangıç, temel, esas, prensip anlamına gelen bir kelime. Mebde-i feyyaz, Allah'tır. Buna akl-ı evvel de denir. Onuncu akla da, akl-ı fa'âl adı verilir.

MEBNE'T-TASAVVUF: Arapça, tasavvufun temeli anlamında bir izafet terkibi. Tasavvufun temeli; Ruveym'in ifade ettiği gibi üçtür: Fakr ve iftikara yapışmak, dağıtmayı ve işarı gerçekleştirmek, taaruz ve ihtiyarı terketmek.

MECÂÜ: Zuhur yerleri, meydana geliş yerleri gibi anlamları ihtiva eden Arapça bir kelime. Doğuşların ve küllinin ortaya çıkışları; vücûdun zahiri ile bâtınını ayıran kapıların kilitlerini açacak gayblerin anahtarlarının ortaya çıktığı yerlerdir. Bunlar beştir: 1- Zât-ı Ehadiyyetin zuhur yeri. Burası, ayne'l-cem', ev ednâ makamıdır. Burası, gayelerin gayesi, nihayetlerin nihayetidir. 2- İlk berzahın ortaya çıkış yeri, iki denizin birleştiği yer, kâbe kavseyn makamı, ilâhî isimlerin toplu olarak bulunduğu hazret, 3- Ceberut âleminin zuhur yeri, kudsî ruhların ortaya çıkması, 4- Melekût âleminin ortaya çıkış yeri, semavi yöneticiler ve rububiyyet âleminde ilâhî emri ifâ edenler, 5- Sûrî keşf ile mülk âleminin ortaya çıktığı yer. Burası, süflî âlemdeki kevnî yöneticilerin ve misal âleminin acaibliklerinin ortaya çıktığı yerdir.

MECDÛLİYYE: Ebû İkbâl Galbûn b. el-Hasan b. Galbûn el-Kayravânî (ö. 934) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

MECLE'L-ESMAİ'L-Fİ'LİYYE: Fiilî isimlerin ortaya çıkış yeri anlamında, Arapça bir zincirleme izafet terkibi. Âlemin cüzleri olan kevnî mertebelerdir. Burası aynı zamanda eserler ve fillerin eserleri olan kevnî mertebelerdir.

MECLİS: Toplantı anlamında Arapça bir kelime. Irakî bu terimi şöyle tanımlar: Huzur ve hicran belirtileri ve vakitleri.

MECLİS-İ MEŞAYIH: Şeyhler konseyi anlamında Arapça bir izafet terkibi. Tekkelerin işleriyle meşgul olan ve meşihat dâiresi tarafından kurulan bir teşekkül. Görevi, tekkelerin tarikat usûllerine göre, idarelerini temin ve tekke şeyhliklerine faziletli ve aydın adamları seçip, tayin etmektir. Osmanlı dönemindeki ilgili kanunun maddelerinden bazı pasajlar, tekkelerin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan çeşitli faaliyet alanlarını tesbit eder: "Yine bu cümleden olarak tekkeler, çevrelerinde oturan fakir halka mümkün olduğu kadar yardımda bulunacak, hastalarını ziyaret ederek hatırlarını soracak, tedavilerine önayak olacak, yetimlerin, öksüzlerin ve asker ailelerinin korunması ve yardım görmesi hususlarına delâlet edecekler"... "Bir de tekkelerde toplananların, orada kendilerine ait vazifelerini yaptıktan sonra, vakitlerini boşa geçirmeyerek, fikirlerinin ve bedenlerinin müsâadesi nisbetinde herkesin işine yarayacak bir mesleğe girerek onda ihtisas sahibi olması şarttır." "... Bunlardan başka, tarikatların doğru inanışlar üzerine kurulmuş oldukları gözönünde tutularak, toplantıların, tekkelerde itikadca ve amelce, dinî meselelerde yükselmeleri için kelâm, fıkıh, ahlâk ve tasavvuf okunmak ve binası müsait olan tekkelerde, dershaneler açılarak geceleri halka okuma yazma öğretmek, dinî ve medenî dersler göstermek suretiyle, onları geceleri buraya çekmek, tekke şeyhlerinin vazifelerindendir."

MECMA': Arapça toplanma yeri demektir. Sevdanın mutlak toplanma yeri, mutlak cemal hazretidir. İki denizin toplanma yeri (mecma'u'l-bahreyn), kâbe kavseyn hazretidir. Burada imkân ve vücûb denizleri birleşmiştir. Yine burada, kevnî hakikatlarla, ilâhî isimler bir araya gelmiştir ve onun için buraya mecma'u'l-bahreyn denilir.

MECMA'U'L-AZDÂD: Zıtların toplandığı yer anlamında Arapça izafet terkibi. Hüviyyet-i mutlak'a bu tabir kullanılır. Her şeyin, burada birleşip birbirinin boynuna sarılması, bu tabirin doğmasına sebep olmuştur.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 5 ::..
ME'CUC: Kıyametin büyük alâmetlerinden biri de Ye'cüc-Me'cüc'ün zuhurudur. Ye'cüc-Me'cüc denen kavim, denizden karadan her yerden gelip dünyayı ele geçirecek, ancak, sonunda Allah yardım ederek bundan kurtulunacaktır. İnsanın me'cûcu ise, onun küçük kıyametidir. Bu, insanın bozuk havâtırı ve inatçı vesveseleridir. Bunlar insanın kalp ülkesini ele geçirir ve sır denizini bozar. Allah'ın yardımıyla bu, silinir ortadan kalkar. Ye'cüc ve Me'cüc Kur'an-ı Kerim'de iki yerde geçer: Kehf/94, Enbiya/96

MECNUN: Bkz. Mecanîn-i Ukalâ.

MECZÛB: Cezbolunmuş, çekilmiş, yüksek mertebeye ulaşmış kişi için kullanılır. İki türlü meczûb vardır:
1. Sâlik meczûb, 2. Meczûb, sâlik. Makbul olanı, ilki, yani, tasavvufî suluktan geçtikten sonra cezbeye ulaşmadır. Akşemseddin'in, aklını yitirmiş meczûblar için yaptığı tesbit, onların bir anda zât tecellîsine, Şeyhe bağlı olmadan direkt maruz kalmaları ve bunun sonucu, akıl nurunun yanması şeklindedir. Bu tipler, aile sahibi olamaz, nefsanî bazı özellikleri kaybolmuş, bir tür sürekli tecellî sarhoşu kişilerdir. Türkçemizde "kendini meczûb gibi göstermeyi" ifade eden "âkıl-ı meczûb-numâ" sözcüğü meşhurdur. Halkın teveccühünden kurtulmak üzere, olmadığı halde kendini meczûb gösteren kişilere, akıllı meczûb denir.

MEDARİYYE: Şah Medar (ö. 1438) tarafından Hindistan'da kurulmuş bir tasavuf okulu.

MEDED: Arapça, yardım anlamında bir kelime. Allah'dan yardım istemeye istimdâd, velilerin ruhundan istemeye meded denir. Meded-i Vücûdî: Var oluş desteği. Mümkin bir varlığın, varolabilmesi için gerek duyduğu her şeyin, Allah tarafından ona ulaşması ve bu surette varlığını devam ettirmesi. Buna icâd ve imdâd da denir. Bu yardım Hakk'ın, Rahmanî nefesten bağışta bulunması ile olur.

MEDED-İ VÜCÛDÎ: Arapça, varlığa ait yardım anlamını içeren bir terkib. Mümkinin, varlığında ihtiyaç duyduğu her şeyde yardım (velâ) üzere olması ve varlığını bu şekilde devam ettirmesidir. Şüphesiz Hakk, Nefes-i Rahmanî'den mümkine yardımda bulunur ve böylece, mümkin, varlığı yokluk üzere tercih şansına sahip olur. Bilindiği gibi, mümkin, mucidi olmadığı takdirde zâtı gereği ademden ibarettir. Bu yardım, gıdaların değişim göstererek vücûda girmesi ve yine açıkça hissedildiği gibi, hava yardımıyla teneffüs etme şeklindedir. Felekler, cansız varlıklar ve ruhanîlere gelince; akıl, bunların varlık tercihinin (herhangi bir tercih ettirici sebeple) devamlı olduğuna ve her mümkinin, her ânda yeni bir halk (yaratılış) da olduğuna hükmeder. Bu terim için, icâd ve imdâd ifadesi de kullanılır. Birincisi, mümkinin, meydana getirilmesi, ikincisi de, meydana gelen varlığın devam ettirilmesini anlatır.

MEDENİYYE: Derkâve tasavvuf okulunun Misurata'daki Trablusgarb kolu.

MEDRESE KAÇKINI MEYHANE DÜŞKÜNÜ : Az bir bilgiyle, olgun kişilere kendini âlim gibi göstermeye çalışan, ahlaken kötü kimselere denir.

Aşkına düşen âşıklar
İçer ağuyu nûş ider;
Topuğa çıkmayan sular,
Deniz ile savaş ider.
Yunus Emre

MEDYENİYYE: Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin el-Mağribî el- Ensarî (ö. 873/1468) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

MEFKÛD: Arapça, kaydedilmiş şey anlamında bir söz. Vücûd hayyiz (alan)ından, adem (yokluk) hayyizine giren şeye denir. Zünnûn "mefkûde üzülme, zira o hatırlayan (anan) kul için mevcûd olur" der.

MEHDEVİYYE: Ebû Muhammed Abdülaziz b. Ebî Bekr el-Kuraşî el-Mehdevî (ö. 621/1224) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.

ME'HUZ: Arapça, ahz olunmuş, alınmış anlamında bir kelime. İsm-i Mef'ul. Bu, kendisinden alınan anlamına gelen müstelib gibidir. Ancak me'huz, mânâ açısından müstelibden daha mükemmeldir. Müstelib, yorgunluktan soluk soluğa kalan yahut dehşetten şaşkına düşen kişiye denir. Halk, böyle birini görünce, deli olmadığı halde, onu deli zanneder, işin aslında bu kişi, inancında doğru, işini Allah'a havale edip O'na tevekkül etmiş bir mü'mindir. Me'huz ise "bir kimse, insanlar tarafından deli suçlamasına uğramadıkça imânın hakikatine ulaşmaz" hadis-i şerifindeki kişidir.
Bir şair şöyle der:

Problemimden dolayı başıma geleni kınama
Ben, Senin sevginle me'hûz u müstelibim.

Me'hûz, işleri birbirine karıştırmış zannedilen, ancak Allah yolunda yürümeye devam eden kişidir. Bu kişinin fanî hisleri gitmiş, Allah'ın büyüklüğünde varlığını sürdürmektedir. (Yani, Allah'ın büyüklüğü tefekküründe daimî haldedir).

MEKÂN: Arapça, yer, konak anlamında bir kelime. Allah'ın, halk ile birleşmekten münezzeh olan Zâtının çevrelenmesi, yani gerçek âlemin, mekânsızlık âleminden ortaya çıkışı demektir. Hafnî, mekâna farklı bir anlam yükler ve şöyle der: "Mekân, olgunlukta sona ulaşmış, temkîn sahibi, kâmil kimseler içindir. Kul, ma'nâ âleminde kemale erince, artık kendisine bir mekân oluşur. Çünkü o, makamları, halleri geçmiş ve artık bir mekân sahibi olmuştur".

MEKANE: Yer, menzile, derece, makam gibi mânâları ihtiva eden Arapça bir kelime. Allah katındaki menzillerin en yücesi. Mekan da denilir. Buna, şu âyette işaret vardır: "Muktedir bir kralın katındaki sıdk makamında" (Kamer/55).

MEKÂSİB: Kazançlar, kârlar anlamında Arapça bir kelime. Abdullah b. Mübarek "elinin emeğiyle kazanma zorluğuna katlanma zevkine varmayanda, hayır yoktur" der. Yine Abdullah b. Mübarek "elinin emeğiyle geçimini temin, tevfiz ve tevekküle engel değildir" der. Havvâs da, "mürid, üç günden fazla sebepleri aşabiliyorsa, çarşı, pazara gidip, alnının teri ile geçimini sağlamak üzere çalışsın" der.

MEKKE: Müslümanların beş vakit namazda yöneldiği, Ka'be'nin bulunduğu, Hicaz bölgesindeki şehir. Sûfiyyenin ileri gelenleri, Mekke'de mücavir olarak, mukaddes yerlerde, kendilerini kulluğa hasrederlerdi. Mekke'deki bu makamın, ahlâkı olgunlaştırıp, perdeleri açtığı, burada bir gün açlık ve susuzluğa sabredebilenin, dünyanın diğer yerlerinde, bunu üç gün yapabileceği söylenir. Tasavvuf erbabı, Mekke'yi, İlâhî mertebeden ibaret olarak görür.

MEKKİYYE: Bkz.: Ebû Tâlibiyye.

MEKR: Hiyle, tuzak anlamında Arapça bir kelime. Allah'a isyan yolunda olmakla birlikte, nimetlerin devam etmesi. Veya su-i edeb üzere olmakla birlikte Allah'ın nimetlerinin kesilmemesi, yerli yersiz keramet gösterisine kalkışmak. Kur'an-ı Kerim'de Allah, "Nefsinizi tezkiye ediniz, hanginizin takva sahibi olduğunu, Allah çok iyi bilir" (Necm/32). "Onlar tuzak kurarlar, Allah da kurar, halbuki Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır" (Al-i imran/54). "Onlar bir tuzak kurarlar, halbuki onların farkına varmadıkları şekilde, biz de tuzak kurmaktayız" (Nemi/50). Peygamberler, makamlarının yüksekliklerine rağmen Allah'ın mekrinden korkarlar. Mekr, açıkta görünenin aksine, gizli kalan bir durumdur. Bunun ne olduğundan, kimse emin ve ma'lumat sahibi değildir. Cahil kimseler, sâhib olduğu iman ile gurura kapılır. Kendini kurtuldum sanır, amelinin kabul edilip edilmediğini düşünemez. Allah, onun düşündüğünün zıddına bir hüküm sahibidir. işte bunları düşünecek olursak, hangi halde olursak olalım, gereğinden fazla güven hissine kapılmamak gerekir. Ancak Allah'dan ümitvâr olmamak da günahtır. Bu durumda bir kulun, Allah karşısında hafv ve recâ arasında (korku ve ümit) duygularla dolu olması gerekir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 6 ::..
MEKTÛMÛN: Gizliler anlamında Arapça bir kelime. Halktan ve birbirinden gizli 4.00'den fazla sayıdaki erenler.

MELÂHAT: Arapça, güzellik demektir. Sonsuz olan İlâhî güzellik. Hiç kimse bunun nihayetine varamamıştır.

MELAMETİYYE: Hamdûn-ı Kassâr (ö. 271/884) tarafından Nişabur'da kurulan bir tasavvuf okulu. Bu meslek mensubları, içlerinde olanın aksine davranmayı metot edinmişlerdir. iç dünyalarında samimiyetin en üst derecelerine ulaşmaya çalışırlar, başkalarının kınamalarına aldırmazlar. Taç, hırka, âyin, tekke gibi şeklî unsurlar, melâmetîler için mühim değildir. Öz, önemlidir.

MELAMÎLİK: Melamîlik bir tasavvuf okulu olmaktan ziyade, bir yaşama biçimidir; bir tarz, üslub ve meşrebdir. Her tasavvuf ekolünde, bu biçimi tercih edenler olagelmiştir.
Abdülaziz Mecdi Tolun Efendi, melâmî sözünün, Seyyid Muhammed Nûru'l-Arabî'nin mahlası olduğunu söyler. Mâide sûresinin 54. âyetindeki "kınayanın kınamasından korkmazlar" ifadeleri, kınananlar anlamında melâmîlere ilham kaynağı olmuştur.

MELAMİYYE: Bkz. Melâmîlik.

MELE': Topluluk, bir toplumun seçkin kişileri, huy, ahlâk, meşveret vs. gibi manaları içeren Arapça bir sözcük. Mele-i A'lâ, soyut akıllar ve küllî nefislerdir.

MELEKÜT: İzzet, saltanat, Allah'ın mülkü, hükümranlık vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Gayb âlemi. Ruhlar ve nefislere ait gayb âlemi. Sûfiler, zahir âlemde melek kelimesini kullanırken, bâtın âlemde melekût kelimesini kullanmışlardır. Sonundaki vav mübalağa ifade eder, bu durumda en büyük melek mânâsına gelir.

MELFÛZ-MELFÛZÂT: Arapça, telaffuz edilen söz demektir. Özellikle Horasan, Hind ve Orta- asya'da, mürşidler sohbet toplantılarında, konuşma yaparken, müridlerce tutulan notlardan oluşan eserler. Bunlara, mecâlis, mevâ'iz gibi adlar da verilir. Mevlânâ'nın Mecâlis'i Seb'a'sı bu türden bir eserdir.

MELİK: Arapça, sultan, padişah anlamında bir terim. Veli. Bunlar, hayatlarında, sıradan biri gibi yaşarlar. Bu nedenle veliler hakkında, "aba altındaki sultanlar" denilir.

MEMŞACI: Memşa Arapça'da gitme yeri, gidilen yer vs. gibi anlamlan ifade eder. Türkçemize galat olarak memşâne veya memişhane olarak intikâl etmiştir ki, tuvalet manasına gelir. Mevlevi tekkelerinde tuvalet temizliği yapan kimselere, "memşâcı" denir. Bunlar, tuvalet temizliği yapar, sularını yeniler, bu şekilde nefsin kibirini kırmaya çalışırlardı. Bu görev, çeşitli adlarda, diğer tasavvuf okullarında da bulunur.

MENGÜŞ: Küpe anlamında Farsça bir kelime. Bektaşî tabiri olarak, bekar dervişlerin kulağına taktığı küpelere denir. Özellikle bu haydarîlerde yaygındır. Bu küpe, demir, pirinç, necef taşı veya gümüşten yapılır, sağ kulağa takılırdı. Dervişlik ve dünyaya önem vermemeyi ifade eden küpeleri, Yavuz Sultan Selim de kullanmıştır.

Dürr-i nazmın çarha mengüş olsa bilmez rüzgârı,
Şîr-i NefT midir ol, yâ kevkeb-i sara mıdır?
Nef'î

Mest olup bezm-i elestten taze kıldık huşumuz,
Huşumuzdan cümle âlem halkına menhusumuz,
Didemiz Hakk'ı görüp Hakk'ı işitir gûşumuz,
Bir gürûh-ı sultan-ı dehriz zümre-i Bektaşiyüz,
Lâmekân iklimine azmedenin yoldaşıyız.
Selâmi

(Manası: Elest toplantısında sarhoş olarak, aklımızı fikrimizi yeniledik. Küpemiz, herkese aklımızdan haber verir. Gözümüz Hakk'ı görmekte, kulağımız Hakk'ı işitmekte. Zamanın sultanı olan bir topluluğuz, biz Bektaşîleriz, mekânsızlık diyarına gitmek isteyenin yol arkadaşıyız biz.)

MENHEC-İ EVVEL: Arapça, ilk metot, ilk usûl anlamında. Kâşânî bu tabiri şöyle açıklar: Zâta ait vâhid'den vâhidiyyetin meydana gelişidir. Bütün sıfatlar ve isimlerin meydana gelişi keyfiyeti, zât rütbelerindendir. Allah kimi Zât rütbelerindeki bu sıfat ve isimleri, müşahedeye ulaştırırsa, o, Allah'a giden en yakın yola ulaşmış demektir. Buna birinci yol, birinci metot denir.

MERÂTİB-İ KÜLLİYYE: Arapça. Küllî mertebeler demektir. Bu küllî mertebeler altı tanedir: 1- Zât-ı ehadiyyet mertebesi 2- İlâhî hazret mertebesi, 3- Vahidiyyet ve soyut ruhlar mertebesi, 4- Bilici nefisler mertebesi: Bu misal ve melekût âlemidir, 5- Mülk âlemi mertebesi: Bu, gördüğümüz maddî âlemdir. 6- Toplayıcı kevn mertebesi; bu da daha önceki beş âlemi, suretleri ile beraber kendinde toplayan kâmil insandır. Biz deriz ki, beş zuhur yeri, altı da mertebe vardır. Zât hariç diğer beş mertebenin hepsi zuhur yeridir. Zât, zuhur yeri değildir.

MERAZIKA: XIV ncü yüzyılda kurulmuş, kurucusu belli olmayan, Ahmediyye'nin şubesi bir tasavvuf okulu.

MERD: Farsça, adam demektir. Rical, er, velî eren. Merdân-ı Hûda: Allah erleri, gayb ricali. Merd-i Mutlak: Kâmil arif.

MERG: Ölüm manasına Farsça bir kelime. Madde elbisesini çıkarıp atmak, dünya ile olan bağları koparmak, ilgiyi kesmek, mânâ âlemine yönelerek isim, sıfat ve zâtta fânî olmak. Dört çeşit ölüm var: Zillet ve lanetli ölüm: Kâfirlerin ölümü. Hasret ölümü: Günahkarların ölümü. Lütuf ve bahşiş olan ölüm: Mü'minlerin ölümü. Hil'at ve temaşa ölümü: Peygamberlerin ölümü. Bir hadiste "ölüm, mü'min için hediyedir" buyurulur. Ayr. bkz: Mevt

MERSİYE: Arapça, övgüyü ifade eder. Ölenin ardından okunur. Hz. Hüseyin için yazılan mersiyeler meşhurdur. Özellikle Nakşibendîlikte, Muharrem ayında mersiye okunması ve aşure yapılması âdettir. Şeyh efendiler, mersiye okunacak özel günleri önceden bildirerek, çok sayıda müridânın katılımını sağlarlardı. Bektaşîler on Muharrem'den sonra, seher vakti tekkenin bahçesinde mersiye okurlardı. Bayramî Muhammed Bican, Sezâî, ve Sâfî'nin çok güzel mersiyeleri vardır.

MERTEBE: Rütbe, gözetleme yeri, güç, makam, durum vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Bkz. Meratib-i Külliyye.

MERTEBE-İ EHADİYYET: Arapça, birlik mertebesi demektir. Varlığın hakikati, kendisiyle beraber başka hiçbirşeyin bulunmaması, mertebe-i ehadiyyet olarak kabul edilir. Bu mertebede esma ve sıfat helak olmuş (erimiş) tur. Bu mertebeye cem'u'l-cem' veya hakikatü'l-hakâik mertebesi de denir.

MERTEBE-İ İLÂHİYYE: İlâhî mertebe anlamında Arapça bir tamlama. Varlığın hakikatında, küllî ve cüz'î olan eşyanın nazar-ı itibâre alınması. Cem' makamı.

MERVE: Kabe'nin hemen yakınında, anlamlı bir tevekkül olayına sahne olmuş, Allah'ın şe'âirinden bir küçük tepe. Sa'y yapılırken karşısında bulunan Safa tepesi arasında 7 defa gidilip gelinir. Tasavvufi olarak şirb bakımından sulanmaya, ilâhî isim ve sıfatların yayılmasına işaret eder. Bu kelime, Bakara/158'de geçmektedir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 7 ::..
MESÂLİK-İ CEVAMİ'İL-EŞYÂ: Eşyayı toplayanların yolları anlamında Arapça bir tamlama. Kâşânî şöyle der: Bilinen ve görülen fiilî ve vasfî durum söz konusu olmaksızın, zâtın zatî isimler ile zikredilmesidir. Allah'ın bütün isimlerinin aslı, mutlak zât'tır. Onu ta'zim etmenin en yücesi ve muazzamı, bütün sıfatlarını da içine alan mutlak ta'zimdir. Zikreden biri, ilmi, vücûdu ve kudretiyle öğdüğü zaman bu, övenin tazimiyle kayıtlı kalır. Ama el-Kuddûs, es-Sübbûh, es-Selam, el-Aliyy, el-Hakk gibi isimlerin imamları olan zatî isimlerle öğdüğü takdirde o vakit ta'zim O'nun bütün kemâlâtına yayılır. Kısaca Allah'ı zati isimlerle zikretmeye mesâlik-i cevâmi-i eşya denir.

MESE: Arapça ibret, darb-ı mesel, benzer, delil, hüccet ve sıfat, gibi çeşitli anlamlan vardır, insanın, üzerinde ettiği surete mesel denir.

MES'ELE-İ GAMİDA: Çözümü zor problem anlamına Arapça bir tamlama. Hakk'ın zahir ismiyle tecelli ederek yokluk (adem) üzere zuhur eden vücûd, yahut a'yân-ı sabitenin sürekliliğini ifade eden bir kavramdır. Vücûd tercihi, adem üzerine anlarla devamlı olmazsa ta'ayyün olamaz. Bu zevkî ve keşfî bir iştir. Fehm ondan haber verir, akıl ondan yüz çevirir. Allah kader sırrını seçtiği kullarına açar, o da, bu sır ile, her takdir edilenin, vakti gelince vuku bulmasının vâcib olduğunu anlar, takdir edilmeyenin de kesinlikle meydana gelemeyeceğini görür. Bunu bilen, isteme ve bekleme derdinden, elden kaçan şeye üzülmekten kurtulur. Bu konuda Enes (r)'in şu sözü meşhurdur: "Senelerce Hz. Rasulullah (s)'a hizmet ettim, yaptığım veya yapmadığım bir iş için, bana bunu niye yaptın veya yapmadın diye tek bir lâf bile söylemedi".
Kâşânî'nin kader konusunda bu hadisi zikretmesi, gerçekten ilginçtir.

MESH: Bir şeyin şeklini, çirkin bir şekle çevirmek, insanı hayvana döndürmek anlamında Arapça bir söz. Kalbin durumunu değiştirmesidir ki, kapıdan kovulanların durumu budur. İrâz etmek, kalben bir şeyden yüz çevirmek anlamında da kullanılır.

MESNEVÎ-HAN: Farsça, Mesnevî okuyan demektir. Kürsüde Mevlânâ'nın Mesnevîsi'ni açıp, onu okuyup şerhederek vaaz veren kimseye mesnevî-hân denir. Mevlânâ zamanında bu görev yoktu. Zâten müridlerinin çoğu Farsça bilmekteydi. Mevlânâ'nm yerine geçen Hüsameddin Çelebi, muayyen zamanlarda Mesnevî'yi okuyup şerhetmeye başladı, ilk Mesnevî-hân ve bu işle ilk uğraşan Hüsameddin Çelebi, bazı kişilere, aynı görevi yapmak için icazet verdi. Serâceddin Mesnevî-hân, bunlardan biridir. Ondan sonra şeyh olan Sultan Veled de, aynı görevi sürdürdü. Mesnevî-hânlar özel bir destâr sararlardı. Son zamanlarda Konya'da, Sıdkı Dede, İstanbul'da Hoca Hüsameddin ve Şeyh Osman Selahaddin, Selanikli Mehmed Es'ad Dede, Galata Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzi Dede, meşhur Mesnevî-hânlardandır.

MESNEVÎ-HANLIK KÜRSÜSÜ: Mevlevî tekkelerinde, Mesnevî takrirlerinin yapılması için, yanyana konan iki kürsüye denir. Bu kürsülerden birine Mesnevî-hân, diğerine Kârî Dede otururdu. Mesnevî-hân, ders takririni yaparken, Mesnevî'yi ezberden okur, hatırlayamazsa, yanındaki kürsüde oturan Kârî Dede, önündeki Mesnevî'ye bakarak, ona unuttuğu yerleri hatırlatırdı.

MESTÎ: Farsça, sarhoşluğu ifade eden bir söz. Ma'şûkun cemâlini görmek için, yüzü döndürmek.

MESTÛRÎ: Arapça, gizliliğe mensup anlamındadır. Peygamber ve velîler de dâhil olmak üzere, kâinatta hiç kimsenin idrâkinin ulaşamadığı ilâhî mahiyetin künhü. Gayb-ı Mutlak. Zât-ı Ehadiyyet.
MEŞ'AR: Arapça, Hac vazifelerinin ifâ edildiği yer. Şer'î işleri bilmek suretiyle, haramlara ta'zim etmeğe meş'ar denir.

MEŞÂRİKU ŞEMSİ'L-HAKİKA: Arapça tamlama. Hakikat güneşinin doğuş yerleri. Ayn-ı ehadiyyeti'l-cem'de, tam fena haline ulaşmadan önceki zatî tecellîlere denir.

MEŞÂRİKÜ'L-FETH: Arapça. Fethin doğuş yerleri. İsimlere ait tecellîlerden ibarettir. İsimler, gayb sınırlarının anahtarları ve zâtın tecellisidir.

MEŞİET: Arapça, dileme demektir. Ma'dum (yok) olanın icadı, mevcûd olanın idamı (yok olması), öne geçen inayet ve zât tecellîsinden ibarettir. Allah'ın istemesi, ma'dumu icad etmek üzere tecellî etmesidir. Meşiet, irâdeden daha geneldir.

MEŞİHAT: Arapça, şeyhlik, şeyhülislâmlık mânâlarını ifade eder. Tarikatta rehber. Bu iş için, kemâl sıfatlarıyla mevsuf bir sûfi olmak, dünya, makam ve mevkinden yüz çevirmiş bulunmak gerekir. Kendisi, bu tarikatı muhakkik bir şeyhten alır, o da bir öncekinden alır. Bu durum Hz. Peygamber (s)'e kadar zincirleme gider. Bu konumdaki kişi, az yemek yeme, az konuşma, az uyuma, insanlara az karışma, çok namaz, çok oruç ve sadaka gibi uygulamalar yaparak, kendisini Hz. Peygamber (s)'e benzetmeye çalışır. O'nun ahlakıyla ahlaklanır.

MEŞHED: Arapça, görme yeri demektir. Hakk'ın tecellî ettiği yer. Şehid kabristanı. Yatırlar, türbeler.

MEŞHÛD: Arapça, görülen, müşahede edilen vs. gibi anlamları vardır. Meşhûd, kevn'dir. Kur'an-ı Kerim'de "Şâhid ve meşhûd" (Burûc/3) ifadesi vardı. Cüneyd buradaki "Şâhid" için, içinde ve sırrında bulunan Hakk'ın muttali olması, meşhûd da şahidin gördüğüdür.

MEŞİŞİYYE: Meşişü'l-Haseni'l-İdrisî (ö. 624/1226)'nin müridleri tarafından Fas'ta kurulan bir tasavvuf okulu. Medyeniyye'nin bir şubesidir.

MEŞK TAHTASI: Mevlevi tabiri, "semâ tahtası" da denir. Sema'a yeni başlayanlar, bunun üzerinde alışma çalışmaları yapar. Derviş, Semazen Dede'nin kontrolü altında, ayağının baş parmağını geçirmeye mahsus bir çivi bulunan bu cilâlı tahta üzerinde, uzun süre sema alıştırması (meşk) yapar. Bu uygulamalarda başarılı olduğu, dede tarafından onaylanınca, semahanede semâ yapmasına izin verilir.

MEŞREB: Arapça, su içecek yer anlamında bir kelime. Bu kelime, hayat tarzı, duyuş ve tutum biçimini gösterir. Anlayış tarzı.

MEŞRİKU'Z-ZAMÂİR: Arapça, gizlilerin doğuş yeri. Allah'ın insanların içlerinde, el-Bâtın ismiyle tecellî etmesi. İşte, o zaman bu kişiler, bâtınlarla müşerref olurlar.

METBÛLİYYE: Mısır'da bir tasavvuf okulu.

MEVÂCİD: Arapça, vecd halleri, buluşlar anlamlarında bir kelime. Keşf ve vicdan vasıtasıyla, yani ilham ve manevî tecrübe ile Allah dostlarına açık olan hâl ve makamlar. Bu durumlar, vecdin kendisi değil, sonuçlarıdır.

MEVALİ: Mevlâ kelimesinin çoğulu olan kelime, Arapça'da köleler, kullar, efendiler ve sahibler anlamlarını ifade eder. "Ben kimin Mevlâsı (yani sahibi) isem (kimin üzerinde tasarruf ve vilâyetim varsa) Ali de onun mevlâsıdır", hadisine dayanarak, bu sözün anlamını, Hz. Ali'nin bendeleri, bağlıları şeklinde benimseyenler olmuştu.

MEVC: Arapça, dalga demektir. Mutlak varlığın, kainatın her mertebesinde ortaya çıkan tecellileri, âlem ve insan, mutlak varlığın, birlik denizinin dalgalarıdır.

MEVCÛDÂT-I AYNİYYE: Arapça, aynî varlıklar demektir. Ayan-ı sabite, maddî âlemdeki varlıklar.

MEVLÂNÂ: Sahibimiz, efendimiz, anlamında Arapça bir kelime. Bu kelime tek başına kullanılınca, Mevlevî tasavvuf okulunun kurucusu Mevlânâ Celâleddin Rumî anlaşılır.

MEVLEVÎ: Mevlânâ'nın kurduğu tasavvuf okuluna mensub olanlara verilen ad. Tarikatın adı Mevleviyye'dir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 8 ::..
MEVLEVÎ-HANE: Mevlevî tekkelerine verilen isim. Mevlevî-hanelerin en büyüğü, tarikatın merkezi olan Konya'daki mevlevîhâne idi. Konyadaki merkezî tekkeye Âsitâne denirdi.

MEVLEVÎ SİKKESİ: Mevlevîliğe mensub kişilerin başlarına giydiği başlığa, Mevlevî sikkesi veya sikke denirdi.

MEVLEVÎ ŞEYHİ : Mevlevî şeyhlerine verilen ad. Mevlevîler kendi aralarında şeyhe "dede efendi" derlerdi.

MEVLEVİYYE: Mevlânâ'ya izafe edilen, ancak oğlu Sultan Veled (ö. 712/1322) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Daha sonra ortaya çıkan bazı kolları: Şemsiyye, Velediyye, Postnişîniyye ve irşâdiyye.

MEVLİD ALAYI: Peygamberimizin (s) doğum gününe rastlayan ve Rebiülevvel ayının on ikinci günü yapılan merasim münasebetiyle kullanılan bir tabir. Bu merasim, Sultanahmed Camii'nde yapılırdı.

MEVT: Arapça, ölüm demektir. Kâşânî ölümü; nefsin arzusunun sökülüp atılmasıdır, gidermektir, diye tarif eder. Çünkü nefsin hayatı, hevâ (arzu) iledir. Bu heva ile nefis alçak, tabîi, isteklere, şehvetlere ve lezzetlere meyleder. Bu durumda nefs-i natıkayı kendine celbeder. Bu halde kalp, ilmî hayat hakikatından mahrum kalır, bunun sebebi nefsin cahilliğidir. İmam Cafer-i Sadık "Tevbe ediniz, nefsinizi öldürünüz" (Bakara/54) âyetini esas alıp, tevbeyi ölüm olarak kabul eder. Ölümün çeşitli şekilleri vardır. Bunlar da aşağıdaki üç maddede açıklanmıştır.

MEVT-İ AHDAR: Arapça, yeşil ölüm demektir. Nefse karşı çıkmak, isteklerine dur demek anlamındadır.

MEVT-İ EBYAZ: Beyaz ölüm anlamına Arapça bir kelime. Açlık için kullanılır. Sûfilere göre az yemek, içi aydınlatır, kalbin yüzünü parlatır. Bu durumdaki kişinin anlayışı, firaseti açıktır.

MEVT-İ ESVED: Arapça, siyah ölüm. Halkın eza ve cefasına katlanmayı ifade eder. Fenafillah makamına uygun bir haldir. Halktan gelen ezayı Hakk'tan bilmek, bu makamdadır.

MEY: Farsça, şarap demektir. Kuvvetli aşk ve bunun verdiği şevk. Sûfiler bu durumda iken amellerinde kusur yapmazlar. Dilber, sevgili, cevher-i can

Meydir mihek'k-i aşıkân, âşûb-ı dil ârâm-ı can,
Sermaye-i pir-i mugan pirâye-i bezm-i sanem. ,
Nef'î

Görüldüğü gibi, "mey" mecazi bir kullanıma sahiptir. Yoksa bildiğimiz içki değildir.

MEYDÂN: Arapça, geniş alan demektir. Tasavvufta, kâinat anlamındadır. Mevlevî meydanı, âyinin yapıldığı yerdir. Bektaşî tekkelerinin Meydanı'nda çok sayıda post, çerağ, meydan taşı ve ocak bulunurdu. Türkçe'de çeşitli deyimler halinde, meydanla ilgili bazı kullanışlar vardır: Güreş meydanına "er meydanı" derler. Savaş alanı "harp meydanı" dır. Bir şeyin vukubulmasına göz yummaya, "meydan vermek", herkesi kendisi ile boy ölçüşmeye çağırmaya "meydan okumak"; müsaade istemeye "meydan istemek" tabirleri kullanılır. "At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır" atasözü erlik ve ölümsüzlüğü anlatır. "Yâ Sâhibe'l-Meydan" (Ey meydanın sâlihi) çağırışı, bağıran kişinin bağlı olduğu tasavvuf okulunun pîrini ifade eder.

Evvel eşiğine koydum başımı
İçeri aldılar döktüm yaşımı
Erenler yolunda gör savaşımı
Koç kurban dediler meydana geldim.
Şâhî

MEYDANCI: Dergahtaki meydan hizmetlerine bakan, mukabele yapılacağı zaman şeyhin postunu semahanede yere seren, âyinden sonra kaldıran, yemek ve mukabele vaktini kuralına göre duyuracak dervişe sala vermesini emreden görevliye Meydancı veya Meydancı Dede, yardımcısına da "Meydancı Yamağı" denir. Mevlevî tekkelerinde "iç Meydancı" ve "Dış Meydancı" diye iki türlü meydancı olurdu, iç Meydancı mutfak işlerine, Dış Meydancı da mutfak dışındaki işlere bakardı.

MEYDAN REHBERİ: Bektaşî ıstılahı. Tarikata intisab eden (giren) can (derviş)'a kılavuzluk yapan kişiye denir.

MEYDAN TAŞI: Bektaşî tâbiridir. Meydandaki makamlardan biridir. Yeni talib (derviş) buraya gelince, rehber, ona şu tanımı yapardı: "Buna meydan taşı derler. Hazret-i Pîr Efendimizin meydan celladı diye nasb buyurdukları, elinde kudret kılıcıyla duran Hacim Sultan'ın makamıdır. Bunda, terbiyesiz, edebsiz, erkansız olanları ve yalancılık ve yolsuzluk edenleri terbiye edip yola getirecek makamdır. Bu makamda terbiye ederler." Meydan taşının üstünde, şekerden yahut baldan yapılmış, bir maşraba şerbet bulunurdu. Bu şerbet, meydandaki bütün makamlar ziyaret edildikten sonra, rehber tarafından yeni talibe (dervişe) merasimle içirilirdi.

MEYGEDE : Harabat, dostların sohbet meclisi, tekke, mürşid-i kâmilin kalbi.

MEYHANE: Farsça, içki içilen yer demektir. Kulun aşk ve şevkle Rabbine münâcât yeri. Kâmil arifin Allah aşkıyla dolmuş gönlü, tekke, lâhûtî âlem.

Zâhid sual ederse ki meyden nedir murad?
Bizde safadır, onda kudûret (pislik), cevab ona.
Fuzûlî

MEY-İ AŞK: Farsça, aşk şarabı demektir. İlâhî tecelli, cezbe ve neş'e hali.

MEY-İ KÖHNE: Farsça, yıllanmış şarap demektir. Olgun ve Allah'a vâsıl olmuş arifin kalbi.

MEY-İ MUĞANE: Farsça, papaz şarabı anlamında bir isim tamlaması. Tasavvufta kâmil mürşid, Rabbanî tecellî, kutsal soluk gibi çeşitli anlamları ifade eder.

MEYL: Arapça, eğilim, meyletme demektir. Gayeden, temelden habersiz, elde olmadan (kendiliğinden) herşeyin aslına dönmesi. Her cins kendi cinsine meyleder. Maddelerin tabiat (yaş, kuru, sıcak, soğuk vb. gibi) lara dönüşmesi. Tabiatların da iradesiz olarak kendi asıllarına dönmesi.

MEYMÛNİYYE: Ebu'l-Hasen Ali b. Meymûnî'l -Mağribî'l-Fasiyyi'l-İdrisi (ö. 917/1512)'ye dayandırılan bir Medyeniyye kolu.

MEYVELİ AĞACI TAŞLARLAR : Hüner sahibi, üstün meziyet sahibi kişiler, hased (çekememezlik) fiiline muhatab olurlar. Bu yüzden hünerli kişiler, sık sık çeşitli vesilelerle küçültülmek istenir ve eleştirilir.

Atarlar seng-i ta'rîzi dıraht-i meyve-dâr üzre.
(Yani eleştirili söz taşını meyveli ağaca atarlar)

MEZAR TAŞI GİBİ : İnce ve yüksek zevki bulunmayan, kuru, ham, nükteden anlamaz, katı, duygusuz kişiler, mezar taşına benzetilir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 9 ::..
MEZHEB-MEŞREB: Arapça'da, mezheb, gidilecek yol, meşreb, su içilecek yer demektir. Istılahî olarak, islam dinini İmam-ı Âzam, imam Malik, İmam Süfyan-ı Sevrî gibi bilginlerin anlayışlarına, görüşlerine uyarak yaşamaktır. Bu imamların görüşlerine mezheb denir. Meşreb ise, her insanda farklılık arzeden karakterolojik bazdaki huy, mizaç, zevk ve alışkanlıklardır.
Meşrebi geniş: Hoşgörülü, kalıpları kırmış, şekilden kurtulmuş, herkesle diyalog kurabilen kişiler için, meşrebi geniş deyimi kullanılır.
Mezhebden bahsolunur, meşrebden bahsolunmaz. Bir insanın mezheb seçmesi, tenkit etmesi veya takip etmesi gibi şeyler değişkenlik arzedebilir. Bu yüzden ele alınıp incelenebilir, ama meşreb, genellikle doğuştan gelen sabit bir yapıyı gösterir, değişmez, nasılsa öyledir. Bu sebeple, meşrebden bahsolunmaz. İnançsız kişiler için, "mezhebsiz" tâbiri kullanılır.

Milletim ehl-i hakikat, halikım Rabbim Hûda
Mezhebim râh-ı mahabbet, şart-ı imanım fena.
Nazif Efendi (Mevlevî)

Tuhfetu'n-Nuzzar'da ilginç bir dille anlatılır:

Yine mihman geldi gönlüm şad oldu,
Mihmanlar, siz bize safa geldiniz.
Kar, kış yağar iken bahar-yaz oldu.
Mihmanlar, siz bize safa geldiniz.
Hatayî

MISRİYYE-İ HALVETİYYE: Mısrî (ö. 1105/1693) tarafından kurulmuş olup, Halvetiyye'nin kollarmdandır.

MİHDA': Mahzen, kiler gibi manaları taşıyan Arapça bir kelime. Başındaki mim harfi üç türlü harekelenir. Bu makam, kutublarm vuslata eren efraddan gizlendiği yerdir. Onlar, kutbun tasarruf dairesinin dışında kalırlar. Ancak, kutub da onlardan biridir; bisâtta, onların tahakkuk ettirdiklerini gerçekleştirmiş, ancak, onların arasında, tasarruf ve tedbir için muhayyer bırakılmıştır.

MİHRAB: Arapça. Camilerde kıble tarafı duvarının orta yerinde, içe oyuk kısma mihrab denir ki, imamın namaz kıldırmak üzere durduğu yer, burasıdır.
İhtiyarladığı halde, genç ve dinçliğini muhafaza eden kişiler için "cami yıkılsa bile, mihrabı yerinde" denir. Camilerin mihrab kısmı çok sağlam yapılır, kolay yıkılmaz, herhangi bir şekilde harabeye dönüşme durumunda, mihrabı ayakta kalan camiler için, "mihrabı yerinde" tabiri kullanılır. Bektaşîler, yüze veya iki kaş arasına mihrab derler. Erken dönem, sûfî zahidlerin ibadet için çekildikleri uzlet köşelerine mihrab adı verilirdi.

MİFTÂH : Arapça, anahtar demektir. Ezelde mümkinlere ait ayrıların farklılaşmasına, "miftahu sırri'l-kader" denir. Ağacın çekirdekte bulunduğu gibi, tüm eşyanın, zat-ı ehadiyyetten ibaret bulunan gaybların gaybında mahiyetleri üzere münderic olması. Bunlara aslî harfler denir.

MİHMÂN EVİ: Farsça, mihman, misafir demektir. Bektaşîlerde misafirlerin kalması için ayrılan yere mihman evi denir. Han Bağı ile Dede Bağından çıkarılıp kendisine taç giyme töreni yapılacak can (derviş), bir süre burada hizmet ederdi. Tasavvufî anlayışta tekkeye inen herkes, Allah'ın gönderdiği bir konuktur. Misafir, eve bereket demektir. Hz. ibrahim (a)'in misafirsiz yemek yememesi adeti (sünneti), tasavvuf! telakkilerde önemli bir etkiye sahip olmuştur. Öyle ki, her misafir Hızır gibi sayılmıştır. İbn Batuta, 1340'lı yıllarda Tunus'tan Antalya'ya geldiğinde, onun Âhilerce, tekkelerinde misafir edilmek üzere yarışırcasına birbirleriyle tartışmaya girişmeleri, bu hususu teyid eder mâhiyettedir.

Mİ'RAC-Mİ'RACİYYE: Mi'rac, Arapça merdiven demektir. Peygamber Efendimiz (s)'in Allah ile görüştüğü geceye Mi'rac gecesi ve bu olaya Mi'rac denir. Bu olayı anlatan manzum eserlere de, "Mi'raciyye" adı verilir. "Namaz mü'minin mi'racıdır" hadis-i şerifinde de ifade edildiği üzere, ruhun Allah'a yükselişine Mi'rac denmiştir.

MİR'ÂTÜ'L-HAZRETEYN: Arapça, iki hazretin aynası demektir. İnsan-ı Kâmil, bütün isimlerle beraber zât'ın mazharıdır.

MİR'ÂTÜ'L-KEVN: Arapça, oluş aynası demektir. Tek olan mutlak varlık.

MİSAL ÂLEMİ: Eşyanın suretlerinin ve modellerinin bulunduğu bu âlem, gerçek âlemdir. Buradaki suretlerin gölgesi, maddî ve hissî suretlerdir.

MİSBAH: Arapça, lamba demektir. Tasavvuf terimi olarak, "Ruh" anlamınadır.

MİSKİN: Arapça, zelil, hor, zavallı kimselere miskin denir. Varlık duygusundan sıyrılan, varlığı yokluğa çeviren, kendisinde hiçbir varlık görmeyen kişi demektir.
Eskiden, cüzzam hastalığına, miskin hastalığı denirdi. Bu durumda olanlar için, şehir dışında "miskinhane" yapılır ve orada ikamet ettirilirdi ki bu yerlere, "Miskinler Tekkesi" de denirdi.

Miskinlikte buldular, kimde erlik varışa,
Merdivandan yittiler, yüksekten bakarısa.
Yunus Emre

Gel imdi miskin Yunus, tut erenler eteğini
Cümlesi miskinlikte, yokluk imiş çâresi.
Yunus Emre

MİZAN: Arapça, terazi demektir. İnsanın isabetli görüşlere, doğru sözlere, güzel işlere ulaşmasını ve bunları zıtlarından ayırt etmesini sağlayan şeye, mizan denir. Şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerini içine alan adalet, işte budur. Ehadiyyet-i cem ve fark makamları tahakkuk ettirilmeden, bu mertebeye ulaşılmaz. Zahir ehlinin ölçüsü, şeriat iken, bâtın ehlininki kudsiyet nuruyla nurlanmış akıl, havâssınki tarikat ilmi, havassu'l-havassınki de, insan-ı kamil'in gerçekleştirdiği ilâhî adalettir.

MOLLA-YI RÛM: Farsça, Anadolulu bilgin demektir. Mevlevî tasavvuf okulunun kurucusu, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî hakkında kullanılan bir tabir.

MUALLİMÜ'L-EVVEL ve MUALLİMÜ'L- MELEK : Arapça, ilk öğretmen, meleklerin öğretmeni demektir. Bu, Hz. Adem (a) demektir. Nitekim Allah, "meleklere, onların isimlerini haber ver" (Bakara/33) buyurur.

MUAMMELİYYE: Muammel b. Abdullahi'l-Bennâ Valhâ'ya dayandırılan bir tasavvuf okulu. Cüneydiyye'nin kollarından biridir.

MUAMMERİYYE : Muammerü'l-Cili'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

MUAYENE: Arapça, gözle görmeyi ifade eder. hakk'ın, çeşitli mertebelerindeki tecellîlerini görme.

MUHÂDARA: Arapça, konferans vermek, hakkını elde etmek üzere mücadeleye girip, galip gelmek, padişahın, huzurunda bulunanlarla, diz dize, yan yana oturup konuşması gibi anlamları olan bir kelime.
Allah'ın isimlerinden feyz alma hususunda, kalbin, Hakk ile beraber olması. Mütalaanın, hicabın kaldırılmasından önce olduğu kaydedilir. Bir görüşe göre, muhadara başlangıç olup, mükâşefe ve müşahede, onun peşinden gelir. Muhadara, kalbin huzur haline denir. Bu durumda, salikin ulaştığı ilk derecenin muhadara olduğu, bunun peşinden mükâşefenin geldiği, sonunda da müşahedeyi elde ettiği ortaya çıkmaktadır. Bu, tevatüre varan burhanla birlikte ortaya çıkar. Yani sâlik, Rabbisinden çok sayıda deliller gördüğü zaman, kalp perdesinin ardından bir takım doğuşlara hazır hale gelir, ilâhî ilhamı almaya, kabiliyet kazanır. Bunun ardından mükâşefe gelir ki, burada konu, izaha ihtiyaç duyulmayacak haldedir. Kalp, kendine açılan şeyin Hakk olduğunda, kesin inanç sahibidir. Zira o, delile, burhana, derin düşünmeye ve beyana ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Bundan sonra, yüce bir derece olan müşahede gelir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 10 ::..
MUHÂDESE : Arapça, sohbet etmek, demektir. Hakk'ın, Tur dağında Hz. Musa'ya ağaçtan seslendiği gibi, kuluna mülk alemindeki suretlerden hitab etmesi.

MUHALEFET: Arapça, karşı çıkmak, muhalefet etmek anlamındadır. Nefse karşı çıkmak ibadetin başıdır. Şeyhlerden birine İslâm'dan sorulunca, "nefsin, muhalefet (karşı çıkma) kılıçlarıyla boğazlanmasıdır" karşılığını vermiştir.

MUHASEBE: Arapça, hesaplaşma, hesaba çekilmek anlamlarına gelir. Nefsini, adım adım, soluk soluk hesaba çeken kişinin kıyamette hasreti az, Arasat meydanında vakfeleri çok
olur. Nefsin irtibatları altıdır: 1- Müşarekeyle 2- Murakabeyle, 3-Muhasebeyle, 4- Muâkabeyle, 5- Mücahedeyle, 6- Muayeneyle irtibatı. Bunlar böylece altı makamdır. Kısaca muhasebe, nefsin yaptığı iyi ve kötü işler açısından kendini hesaba çekmesidir. "Nefislerinizi ölmeden önce hesaba çekiniz" hadisi ile buna işaret olunur.

MUHASİBİYYE: Ebu Abdullahi'l-Haris b. Esedi'l-Muhasibî (ö. 243/857)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.

MUHAZÂT: Arapça, birinin karşısına geçip hizasında oturmak, karşı karşıya hizaya gelmek gibi anlamları olan bir kelime. Salikin murakabede, Hakk'ın veçhiyle hazır bulunması. Bu murakabe, saliki, Hakk'ın gayri herşeyden sıyırır ve sonunda, gaybeti sebebiyle, hiçbirşeyi görmez hale gelir.

MUHEYYEMÛN: Arapça, aşırı şaşkınlığa düşenler, demektir. Bir grup melek. Onlar, Allah'ın güzelliğini seyre o denli dalmışlardır ki, Hz.Adem'in bile yaratıldığının farkında değildirler. (Ahh!...) Bunlar, Âlûn melekleridir: cemal nuruyla kendilerinden geçtikleri için Hz. Adem'e secde ile emrolunmamışlardır. Bunlara Kerrûbiyyûn adı da verilir. Rivayete göre, Hz. Adem'in yaratıldığından hâlâ habersizdirler.

MUHİB: Arapça, seven demektir. Tasavvuf yolunu ve o yolda gidenleri seveni ifade eder. Tasavvuf yolunu seven, fakat o yola girmemiş kişiye muhib derler. Bektaşîlik'te Muhiblik ilk derecedir. Bundan sonra dervişlik, babalık ve halifelik gelir. Mevlevî muhibleri için tekkede ayrı yerler olur.

Mürid muhib çok olgun
Deyu canlar azdırub,
Ucb ile kendini gösteren
Bel'am isen haber ver.

MUHİB AYİNİ: Bektaşîlikte, tarikata girme münasebetiyle yapılan törene, "muhib âyini" denir. Bu tören, Perşembeyi Cumaya bağlayan Cum'a gecesi, veya Pazarı
Pazartesiye bağlayan Pazartesi gecesi yapılırdı. Tarikata girecek aday, o gece kurbanını dergaha götürür veya kurbanın bedelini verirdi. O akşam âyin (tören)'de yenilecek içilecek herşeyin masrafı da, bu adaya ait olurdu. Bu âyin, diğer âyinlerden daha uzundu.

MUHYEVİYYE: Bkz. Ekberiyye.

MUKABELE: Arapça, karşılaşmak, biriyle karşı karşıya gelmek anlamındadır. Dervişler, zikir çekerken karşılıklı halka halinde otururlar. Bu şekilde karşılıklı oturmaları veya toplu halde şeyhin karşısında bulunmaları sebebiyle, zikr toplantısına mukabele denmiştir. Mevleviler de, Sultan Veled Devri, veya Devr-i Veledî diye, semadan önce, Semâhâne'nin etrafında üç kez dönülen törende, şeyh postunun önünde, dervişler birbirlerine niyaz ederler ki, işte bu sebepten Mevlevîler'in semâma da mukabele adı verilir. Camide, hafızın cemaatı karşısına alıp Kur'an okumasına da mukabele denir.

MUKABELE GÜNÜ: Dergahlarda, mukabelenin (zikr töreninin) icra edildiği güne, mukabele günü denirdi. Her tarikatın veya tekkenin mukabele günü farklıydı. Mesela Kelâmî Dergâhı'nda, Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî (k.) Hazretlerinin mukabele günü, Cum'a idi.

MUKÂBELE-İ ŞERİF: Arapça, şerefli mukabele demektir. Mevlevi zikr tören(ayin)ine, Mukâbele-i Şerif denirdi. Bütün muhiblerin iştirakini sağlamak üzere, tatil olan cuma günü yapılırdı.

MUKARREBÛN: Arapça, yakınlaştırılanlar demektir. Allah'a yakın olan velîlere denir. Peygamberler ve melekler hakkında da kullanılır.

MUKTESİD : Arapça, yaptığı işte ifrat ve tefritten kaçınan kimse demektir, modern Arapça'da ekonomist manasına da gelir.
Fiillerine sahip kimseye muktesid denir. Muktesid, belâ zamanında sabırlıdır, müjdeci ve korkutucu motivasyonlarla harekete geçer, Allah'ı, âhiret korkusuyla sever.

MUM: Mum mecazı, pervane kelebeğiyle birlikte kullanılır. Mum aşık olunanı, yani Allah'ı, pervane de, Allah'a aşık olan kişiyi temsil eder. Gezegenlerin güneş etrafında döndüğü gibi, pervane de mumun ateşi etrafında döner, döndükçe daire daralır. Ve sonunda pervane ateşle bütünleşip, cismini ateşe dönüştürür. Yani, seven sevdiğine kavuşup onun rengiyle (sıbğatullah, renksizlik) boyanır.
Türbelerde yakılan mum, acaba bu mecazi anlatıma binâen midir? Türbede yatan Allah dostunun bir aşk ateşi olduğu, ziyaretçilerin de bu ışık ve ateşin etrafında dönüp pervane gibi nasib aldığı düşünülebilir. Fakat herşeye rağmen, türbelerde yakılan mumun islâmî ve tasavvufî bir temele dayandığı söylenemez.

MUM ALAY: Eskiden, Medine-i Münevvere'de, Teravih namazlarından sonra, sevgili Peygamber Efendimiz (s.)'in türbesinde yapılan bir tören. Şeyhulharem biniş giyerek, Şam Kapısı'ndan, şamdanla, Hz. Peygamber (s.)'in huzuruna girer. Diğer hizmetliler de, salavat okuyarak onu takibederlerdi. Mescid-i Nebevî'nin kumluğunda toplanan cemaat salavat getirirken, içeri girenlerden güzel sesli birisi, Peygamber Efendimiz (s.)'in kabrine karşı bir Na'at okuduktan sonra, din ve devlete dua edilerek merasim bitirilirdi.

MUNKATI-I VAHDANİ: Arapça, bir olana bağlanmak demektir. Bu, cem hazreti olup, onda başkasının ayn'ı ve eser(iz)i yoktur. Bu, başkalarından kesilme mahalli ve ehadiyyetü'l-cem'in aynıdır. Buna, işaretin kesilmesi, vücud hazreti, cem hazreti de denir.

MURÂD: Arapça, istenen, maksad, vs. gibi manalara gelen bir kelime. İradesi kalmamış arife, murad denir. Bu durumdaki arif, nihayetlere varmıştır. Haller, makamlar, maksadlar ve irâdeleri geçmiştir. Bunlar muhib değil (seven) mahbûb (sevilen) durlar.

MURADİYYE: Şeyh Muhammed Murad b. Ali b. Dâvud b. Kemâleddin el-Hanefî el-Buharî tarafından kurulmuş olup, Nakşibendî kollarından birisidir.

MURAKABE : Arapça gözetlemek, korumak, kontrol etmek demektir. Allah'ı kalp ile düşünmek.
Allah'ın, her zaman, her yerde hâzır ve nazır olup kendini görüp, işittiğini bilinç olarak yaşamak. Tasavvuf okullarında murakabe, bir ders olup, gece yarısı dizüstü oturularak, vücudun hiçbir uzvunu kımıldatmadan, gözleri yummak suretiyle yapılır. Sadece Allah düşünülür, 15 dakikadan 3 saate kadar bu durumda devam edilir. Bu durumda, dervişe manevî âlemden çeşitli feyzler gelir. Bir kanaate göre, murakabenin hakikati, Allah'ı görür gibi ibadet etmektir. Avammın murakabesi, Allah'tan korkmak (havf) iken, havassınki Allah'tan ümit etmektir (reca). ibn Atâ'ya en faziletli taâtın ne olduğu sorulunca, "her zaman Hakk'a murakabeye devam etmektir" karşılığını vermiştir. Yine murakabenin alametinin, Allah'ın tercih ettiğini tercih etmek, O'nun yücelttiğini yüceltmek, küçülttüğünü küçültmek olduğu, kaydedilir. Gizli ve açıkta Allah için ihlaslı olmak da, havassın murakabesi sayılmıştır.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 11 ::..
MURAKABEYE VARMAK : Gözleri yumup Allah'a teveccüh etmek ve bu durumda zikir ile meşgul olmaya, murakabeye varmak, denir .

MURAKKÂ: Arapça, hırka, yamalı elbise demek- tir. Eskide dervişler, nefislerinin gurur ve kibrini kırmak için, eski elbiseler giyerlerdi. Bu tip elbise, iki dünyadan da sıyrılmayı ifade eder. Murakkâ, genellikle mavi renklidir. Ancak bu şekilde giyinmek, zamanla riyakarlığa dönüştü. Ibn Cevzî, Telbis'de, bu hususu şöyle dile getirir. "Murakkâ, eskiden incileri örten bir örtüydü. Şimdilerde, leşi örten bir örtü haline geldi."
Hattatların ayrı ayrı kâğıtlara yazdıkları yazılara "Murakka'ât" (yani murakkalar) denir. Bu tip yazılar, bir mukavvaya yazılır, tezhib edilir, sonra bir mecmua hâline getirilip saklanırdı.

Baş sallar sûfi gibi, yeşil murakkalar geyip,
Söyler benzer serv, gülşende sabâdan aldı el.
Necâtî

MUSAFAHA: Arapça, parmaklar bitişik, eller düz ve açık olarak iki kişinin tokalaşması demektir. Musafaha sünnettir. Bu, bir tür selamlaşmadır. Mevleviler, iki kişi aynı anda birbirlerinin ellerini öpmek suretiyle musafaha yaparlardı.

MUSAHİB: Arapça, sohbet arkadaşı demektir. Alevîlere erginlik çağına gelen iki kişi, aynı zamanda Alevîliğe girerler, bunlar birbirlerinin sahib ve "musahib"i olurlardı. Bu, hicretin hemen akabinde Hz. Peygamber (s.)'in Mekke'li ve Medine'li müslümanları kardeşleştirmesi (muâhât) olayına dayandırılır. Bu şekilde kardeşleşmeyen yani musahibi olmayan kişi, alevîliğe giremez. Bektaşîlik'te, Alevîlik'teki gibi musahiblik şartı yoktur.

Miyan-beste olan üstadsız olmaz,
Rehber olmayınca bu yol bulunmaz.
Üçü bir kimsedir ismi bilinmez,
Mürebbî farz, musahib sünnettir.
Kul Himmet

MUSLİHİYYE-İ HALVETİYYE: Tekir-dağlı Şeyh Mustafa Muslihiddin Efendi (Ö. 1099/1697) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Halvetiyye'nin kollarındandır. Bu koldan, daha sonraları Zühriyye adında bir alt kol daha zuhur etmiştir.

MUSTASVİFE: Arapça, uyduruk, sahte mutasavvıf demektir. Sahte sûfiler, tasavvuf tarihinde olumsuz örnekler olarak sıkça görülmektedir. Bu grub, dünyalık uğruna, tasavvuf sakızı çiğner. Hedefleri, olgunlaşmak ve Allah'a olgun bir kul olmak değildir. Bunlara, pislik yiyen sinek veya kurt gözüyle bakılır.

MUTA'ABBİD: Arapça'da kulluk etme anlamındaki te'abbud masdarının ism-i failidir. Neş'e ve zevkine ulaşmamakla aksamalarla birlikte kendini, ibadete vermiş kişiye (mute'abbid1) denir.

MUTALA'A: Arapça, bir şeyi bilmek, iyice anlayabilmek üzere devamlı bakmak anlamındadır. Başlangıç olarak, yahut hadiselere rucû eden şey konusunda, kendilerinden doğan istek olmadan, Hakk'ın ariflere nasib ettiği muvaffakiyet (başarı)e mütalaa denir ki, tavali (doğuş) ve berk (pırıltı, şimşek)ler vuku bulduğunda, müşahedeyle beraber ortaya çıkan şeye denir. Halifelik yükünü sırtına alan ariflere, Hakk'ın lütfettiği başarıya da mutala'a denmiştir.

MUTASARRIF: Arapça, harcayan, sarfeden, bir işi yöneten, yön veren, bir işte ileri geri hareket eden kişi anlamındadır. Detaylı bilgi için bkz. "Tasarruf".
MUTRİB: Arapça, şarkıcı, neşelendiren, coşturan anlammadır. Rumuzu açan, hakikati açıklayan, ariflerin gönüllerini mamur hale getiren ve bu suretle teşvikte bulunan ve feyz ulaştıran kişiye mutrib denmiştir. İnsan-ı Kâmil.
Eshab-ı lyş u işreti selbetti dehr-i dûn
Pîr-i mugana, mutriba, rindana hasretiz.
Abdülbaki Feyzi
MUTRİB-HÂNE: Mevlevî tabiri. Ney, kudüm çalan ve ayin okuyan (ayinhan)ların bulunduğu özel yer (mahfil)e mutrib-hâne denir.

MUTTAKİ: Arapça, sakınan, takva sahibi kimse anlamındadır. Cürcanî, dinî vecibelerin tümünü yerine getiren kişiyi muttaki olarak tanımlar.

MUTTALA': Arapça, seyretme yeri demektir. Sûfiler, bunu, marifet anlamında ele alırlar. Tecelli geldiğinde, sûfiye zevk ve ilham yoluyla bazı sırlar açılır. O, âleme bu gözle bakar.

MÛY: Farsça, saç demektir. Hüviyetin dış yüzü hakkında herkes malumat sahibi olabilir, ancak daha ileri gidilemez; çünkü ötesi gaybu'l-gayb'dır, bu da saç gibi simsiyahtır, karanlıktır.

MÜBTEDÎ: Arapça, yeni başlayan, acemi demektir. Bir şeyi yeni öğrenmeye başlayan öğrencilere, mübtedî (işin başında) denir. Tasavvufî olarak, tam anlamıyla kendini Allah'a vererek, tasavvufî sulûke azm kuvveti ile başlayan kişi anlamına gelir. Bu kişi, tarikat edeblerini vazife edinir. Sağlam bir irâde ile hizmete sarılır. Mevlevîlik'te 1001 günlük çileye giren canlar, mübtedî olarak değerlendirilirler. Başlangıçta verilenleri tam anlamıyla yapanlar, maneviyat yoluna kabul edilirler. Rahmetli Sami Efendi (k.)'nin yolunda, asıl ders verilmeden önce, mübtedilere belirli bir süre hazırlık dersi verilir. Başarılı olunursa asıl derse geçilir.

MUCAHEDE: Arapça, vuruşmak, döğüşmek, harbetmek anlamında bir kelime.
Bütün masivadan sıyrılmak suretiyle, Allah'a duyulan ihtiyacın sıdk üzere olması. Nefsin, Hakk'ın rızasını kazanmak yolunda harcanmasına mücâhede denmiştir. Nefse şehvet sütü emzirmeyi terketmek, kalbi, istek ve şüphelerden uzak tutmak da mücâhede olarak değerlendirilmiştir.
"Uğrumuzda cihad edenlere, (bize ulaştıracak) yolları gösteririz..." (Ankebut/69) âyeti, tasavvufî düşüncede, afakî olduğu kadar enfüsî olarak da, değerlendirilmiştir. Hasan el-Kazzaz (r), mücâhedeyi "ancak belini doğrultacak kadar az yemek, sadece ağırlık bastırdığı zaman uyumak, zaruret olmadıkça konuşmamak" şeklinde tanımlarken, İbrahim b. Edhem şu açıklamayı yapar. "Bir kulun salihler seviyesine ulaşması için, altı engeli aşması gerekir: 1-Nimet kapısı kapanır şiddet (sıkıntı) kapısı açılır, 2- izzet kapısı kapanır, zillet kapısı açılır, 3- Rahat kapısı kapanır cehd (zorlu çalışma, çaba) kapısı açılır, 4- Uyku kapısı kapanır, uyanıklık kapısı açılır, 5- Zenginlik kapısı kapanır, fakirlik kapısı açılır, 6- Emel (istek) kapısı kapanır, ölüme yetenek kazanma kapısı (fena) açılır. Bâyezid, kendi mücâhede deneyimini anlatırken "oniki yıl nefsimi örste doğdum, beş sene kalbimi ayna gibi cilaladım, bir sene de, bu nefsim ile kalbim arasından baktım, belimde açıkça zünnar gördüm. Oniki yıl bu zünnarı gidermek için çaba sarfettim, tekrar baktım, belimde yine zünnarı gördüm. Bunun üzerine beş yıl daha gayret sarfettim, keşfim açıldı. Mahlûkâta baktım, onları ölümüm olarak gördüm. Onların üzerine dört yıl tekbir (beyaz, siyah, kırmızı, sarı ölüm) alarak cenaze namazlarını kıldım, işte nefsin mücâhede yolculuğu budur" der.
Arif bu yolda halka, dünyaya ve içindekilere iltifat etmez. O, sadece Allah'la beraber bulunmayı sürdürür. Bu, insanlar arasında çok az bulunan yüce bir makamdır.
Mücâhedenin, takva sahibi olmak, istikamet üzere bulunmak, keşf ve ilhama ulaşmak gibi, çeşitli amaçlarla yapıldığı kaydedilirse de, doğrusu mücâhedenin Allah rızası için olmasıdır. Zira, kulun Allah'a ulaşmak üzere yaptığı herşey, araçtır. Takva ve istikamet de buna dahildir.

Değil mi cenk hayatın zebûnu âlemde
Mücâhede ile yaşar çaresiz bu âlemde.
M. Akif
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 12 ::..
MÜCERRED: Arapça, soyulmuş, çıplak, sırf, bileşik olmayan anlamını ihtiva eden bir kelime. Evlenmemiş kişiye de mücerred denir. Tecrid ehli, kendini, dünya alâkasından kesmiştir. Bu deyimle ilgili "mücerred pak, müteehhil hak" atasözü kullanılır ki bu "evlenmemiş kişi temizdir, ama evlenmek de haktır" anlamındadır. Ayrıca Bektaşîlikte "mücerred âyini" denen bir uygulama vardır ki, o da şöyledir: Evlenmemek konusunda söz veren derviş (can)in saç, kaş, bıyık ve sakallan ustura ile kesilir, sağ kulağı delinerek mengüş(küpe) takılır. Bu âyine müteehhil (evli)ler katılamaz. Bu uygulama eskiden dört büyük dergahda yapılırdı:
1 - Kerbelâ'da Hz. Hüseyin âsitane (dergah)si,
2- Hacı Bektaş-ı Veli dergahı (pirevi).
3- Mısır'da Kaygusuz Sultan dergâhı,
4- Teselya'da Reni kasabasındaki Dur Bali Sultan dergahı.

MÜCÂLESE: Arapça, birlikte oturmak demektir. Kişi sevdiği kişi veya kişilerle oturur sohbet yapar, muhabbet eder. Karşı görüşten olanlarla beraber bulunmak, ruhu kör eder. Zıtları görmek, zevkten mahrum bırakır, insanlarla muamelede orta yolu tutturmak ve nefsi pisliklerden korumak, mürûet (mürüvvet) olarak değerlendirilmiştir.

MÜCEDDİDİYYE: Nakşibendiliğin kollarından biri olup, Şeyh İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî Şerhindi (ö. 1034/1624) tarafından kurulmuştur. Ahrariyye'den zuhur etmiştir.

MÜDÂHÂT BEYNE'S-ŞUÛN VE'L-HAKÂİK: Arapça, hakikatler ve şe'nler arasındaki benzerlik anlamına gelen bir ifade. Kevnî hakikatler, isimlerden ibaret olan İlâhî hakikatler üzerine dayanır. İsimler de, zati şe'n (oluş, durum)lere terettüb eder. Kevnler, isimlerin gölgeleri ve suretleri; isimler de hazerat ve ekvan şe'nlerinin gölgeleridir.

MÜDÂHÂT BEYNE'L-HAZARAT VE'L-EKVAN : Arapça, kevnler ve hazarat arasındaki benzeşim manasına bir ifade. Bu, ekvanın üç hazerata (hazret-i vücub, hazret-i imkan ve bu ikisi arasındaki hazret-i cem) olan bağlantısını ifade eder.
MÜDÂM: Farsça, şarap demektir. Kamil arifi sürekli sarhoş tutan birlik (vahdet) şarabı.

MÜFERRİCÜ'L-AHZÂN VE MÜFERRİCÜ'L-KÜRÛB: Arapça, üzüntüleri kaldıran, kederleri dağıtan demektir.
Kaşanî bu terimi, kadere iman olarak açıklar, "men âmene bi'l-kader emine mine'l-keder". Yani, kadere inanan, kederden kurtulur.

MÜFÎZ: Arapça, feyz akıtan, feyz dağıtan, veren demektir. Hz. Peygamber (s.)'in Delâil'deki 201 isminden biri de "müfiz"dir. Çünkü o, Allah'ın isimlerini gerçekleştirmiş ve hidayet nurunun ümmeti üzerine feyz yoluyla aktarılmasında, mazhar ve vasıta durumundadır.

MÜFRED: Arapça; tekil, tekleşmiş gibi anlamlara gelir. Rical-i gaybden bir grub. Bu husustaki hadis-i şerif şu şekildedir: Hz. Resulullah (s.) "Müfredler geçti" deyince, ashab-ı kiram "ya Resulullah (s.) müfredler kimdir?" diye sorar. "Onlar Allah'ı gizlice zikreder, yükleri zikirdir kıyamet günü hafifçe (rahatlık içinde) gelirler". Sûfiliğe ulaşan kişi, müfredler makamındadır.

MÜHR-İ NÜBÜVVET: Peygamber Efendimiz (s.)'in sırtında iki küreği arasında bulunan ben. Buna peygamberlik mührü denir.

Cihan zîr-i niginindir serâser hükm-i şer'inde,
Sana mahsustur, mühr-i nübüvvet yâ Resulullah.
Nazım

MÜHR-İ SÜLEYMAN: Arapça, Hz. Süleyman'ın mührü anlamındadır. Bu mühür, üçgen şeklindedir. O sonluluğun alameti olarak kullanılır.

Etrafa saldı şa'şaasm kuşe kuşe mihr
Oldu ufukda muhr-i Süleyman gibi ayan.

MÜKAŞEFE: Arapça, ortaya çıkarmak demektir. Tasavvufta velilerin kalblerindeki gaybî işlerin ortaya çıkması, bir hususun keşif yoluyla bilinmesi gibi anlamlara gelir. Muhyiddin ibn Arabi, mükaşefenin konusu, manalar, yani gözle görünmeyen şeyler iken; müşahedeninki gözle görünen şeylerdir, der. Akıl ve duyu organlarıyla elde edilemeyen bilgiler, keşf yoluyla bilinir.
Bu bilim, satırlarda değil, sadırlarda yazılıdır. Okulda öğrenilmez, yaşayarak öğrenilir. Kitaplarda yazılmayışı, herkesin anlamasına kapalı olduğu içindir. Bu yüzden yanlış anlaşılabilir, okuyanı, anlamadığı için inkara götürür. Mükaşefe makamı, "müzakereden sonra gelir. Elde etmek için, yorucu mücahedelere ihtiyaç vardır.

MÜLK: Arapça. Mülk; üzerinde tasarruf yetkisi bulunulan, sahip olunan şey, temlik vs. gibi anlamları olan bir kelime.
Gözle görülen cismanî âlem. Kâşânî, emredilen karşısında, bulunduğu hale göre, kula karşılık vermesi durumunda Hakk'a "Mâlikü'l-Mülk" denir. Mülk âlemi hisler ile bilinir.

MÜNÂCÂT: Arapça, fısıldaşmak, gizlice söyleşmek demektir. Allah'a hafif sesle fısıltı halinde yalvaran, dua eden kulun, Rabbisine olan bu davranışına, münâcât denir. Sûfi, sadık kul, nefs, kalp, akıl ve ruhunun birlikteliğiyle Allah'la beraberliğini yaşar ve daima O'na olan ihtiyacını hisseder. O'na gerçek anlamda kulluk yapamadığının farkına varır. Böylece O'na münâcâtta bulunur. O'na taât, nafile, zikir ve ibadetlerle yaklaşmaktan daha lezzetli birşey bulamaz. Şükreden, razı, âbid bir kul tavrıyla, ibadet eder. Kalbinde Rabbisinin nurunu görür. Nefsinde Allah'ın heybetini hisseder. Allah'ın yarattıklarındaki incelikleri düşünür. O'nun cemal ve celalinden başkasını görmez. Birlik ummanında tesbihatta bulunur. Sevgiyle, kalbinin derinliklerinden gelen bir duygu ile, münacatlarda bulunur. Bu durumda Zunnûn'un Rabbisine münâcâtındaki gibi şöyle der: "İlâhî, kulak verdiğim hiçbir hayvanın sesi, ağacın hışırtısı, suyun fışkırması, kuşun terennümü, faydalandığım bir gölgelik, fısıldayan bir rüzgar ve gürleyen bir şimşek yoktur ki onda, Senin vahdaniyyetini bulmuş, veya görmemiş olayım!..."
Divan Edebiyatı'nda, Allah'tan dua ile birşey istemek üzere yazılmış şiirlere münâcât denirdi. Şairler, divanlarının başına bir münâcât, sonra na't koyarlar, ardından gazel ve kasidelerini eklerlerdi.

MÜNASAFE: Arapça, karşılıklı insaf üzere muamelede bulunma anlamınadır. Kulun gerek Hakk ile, gerekse halk ile güzel muamelede bulunması.

MÜNASEBET-İ ZATİYYE: Arapça, zatî ilişki, zatî alâka demektir. Hak ile kul arasında iki yönlü bir münasebet vardır.
1- Kulun ta'ayyünü ve kesretinin sıfatlarıyla ilgili hükümlerin, Hakk'ın vücûb ve vahdetinin hükümlerine müessiriyeti (etkisi) yoktur.
Aksine, çokluk (kesret) zulmeti, vahdet nurunun boyasıyla boyanır. 2- Kul, Hakk'ın sıfatlarıyla muttasıl olur ve bütün isimlerini gerçekleştirir. Bunlardan ilki gerçekleşirse, bunun konusu olan kul, kamil bir insan olur. İkinci durumdaki kul, mukarreb (Allah'a yakın), mahbûb (sevgili) olur. Birinci şıkkın gerçekleşmesi, ikinci şıkkın gerçekleşmesine bağlıdır. Aksi muhaldir. İki durumun çeşitli mertebeleri vardır. Mesela, birinci durumda vahdet nuru kesrete, kuvvetli veya zayıf bir şekilde etkili olur, vacible ilgili hükümlere kuvvetle veya zayıf bir şekilde hakim olması bakımından ortaya birçok mertebe çıkar. Bu duruma, kulun tüm isimleri gerçekleştirip gerçekleştirmemesi yol açar.​
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
08:01
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana

TASAVVUFÎ TERİMLER (M)
..:: 13 ::..
MÜNAZELE: Arapça, menzillerde yol alma, mesafe alma, biri iniş, biri çıkış durumunda bulunan iki kişinin yüzyüze gelmesi. Hakk'ın, kulun kalbinde kendine doğru gelme isteğini yaratması ve bu münasebetle karşılaşma halinin meydana gelmesi. Çıkış (suud, uruc), Allah'a gidiş, iniş (nüzul), Allah'ın kula gelişidir. Bu gidiş ve gelişin birbirlerine yaklaşmasına münazele denir. Bir hadis-i kudsîde, bu hususa şöyle işaret edilir: "Bana yürüyerek gelene, koşarak giderim".

MÜNTEHE'L-MA'RİFE: Arapça, marifetin zirvesi demektir. Vahidiyyet menşei olup, manalara ait suretlerin kendisinden zuhur ettiği Rahmani nefes bundan çıktığı için, masiva menşei (doğuş yeri) adını da alır. Bu, vücûd vasıtasıyla ortaya çıkar. Bu, Hakk'ın, halkın suretlerine iniş yaptığı tedella (sarkma) menzilidir.
Tedânî menzilinde de, halk Hakk'a yaklaşır. Burası Hakk'ın cömertliğinin ilk taşma yeri (munba'asu'l-cûd)dir. Hakk'ın cömertliği, ilk olarak, esma vasıtasıyla buradan herşeye taşar.

MÜNTEHİ: Arapça, son, sona varan gibi anlamlara sahip bir kelime. Mevlevilik'te 1001 günlük çileyi tamamlayan kişi, yapılan merasimle "dede" olur. Dedelere, müntehî denir. Çileye yeni girene, "mübtedî" adı verilir.

MURG: Farsça, kuş demektir. Ruh, bedendeki haliyle, kafesteki kuşa benzer. Tasavvufî sülük (seçmeli ölüm) veya tabiî ölümle (zorunlu ölüm) ruh, bedenî kayıtlardan, bağlardan kurtulur, yüce âlemlere doğru kanat açıp, uçar gider.

MURG-İ SİDRE: Farsça, sidre kuşu demektir. Tasavvufta Cebrail (s.)'e murg-i sidre denir. Rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.) ile olan Miraç yolculuğunda, Cebrail "sidretü"l-münteha"ya gelince, burasının kendisi için hayat sınırı olduğunu belirterek, orada kaldığı, daha ileri gitmediği kaydedilir. İşte bu yüzden Cebrail'e Sidre Kuşu, "Murg-i Sidre" denmiştir.
MÜREBBÎ: Arapça, terbiye eden anlamındadır. Manevî tekâmül yolunu öğreten ve eğitimini yaptıran şeyhler veya mürşidlere, terbiye edici anlamında olmak üzere, mürebbî de denilir.
MÜRİD: Arapça, isteyen demektir. Allah'a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide) bağlanan (öğrenci olarak kaydını yaptıran, bey'at eden) kişiye mürid denir. Tasavvufi anlamdaki olgunlaşmada 4 merhale vardır. 1- Talib, 2- Mürid, 3-Mutasavvıf, 4- Sûfi. Mürid, bir tekamülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada bulunan sûfiye, vâsıl denir. Müridi üç gruba ayırırlar:
1- Mutlak mürid: Şeyhine "niçin?" sorusu sorarak dili ve kalbiyle itirazda bulunmayan, şeyhinin sözlerine karşı delil istemeyen müride, mutlak mürid denir.
2- Mücâz mürîd: iç ve dışa ait her hususta şeyhinin rey ve iradesi altında bulunan dervişe denir.
3- Mürted mürid: Şeyhine emrettiği, yasakladığı konularda karşı çıkan müriddir ki, zamanımızda bu türden olanlar çoktur. İlk iki grub makbuldür. Müridin herşeyden önce şeriate sımsıkı yapışması (takva), edeb ve sıdk (doğruluk) üzere olması gerekir.
Müridi ol ânın dilden muradın terkedip cümle İradetsiz murad olan, nefes tutmak itaattir.
Sarı Abdullah Efendi
Kendi isteğini şeyhinin isteğinde eriten, fanî kılan kişiye, mürid denir ki, bu eğitim, kulu Allah'ın iradesine teslim olmaya götürür.

MÜRŞİD: Arapça, doğru yolu gösteren, uyaran, irşad eden demektir. Gerçek mürşid Hz. Muhammed (s.)'dir. Diğer mürşidler, O'nun manevî mirasını elde etmeğe muvaffak olmuş kişilerdir. Cürcânî, mürşidi, doğru yolu gösteren, sapıklıktan önce Hak yola ileten kişi, olarak tanımlar. Tasavvufî terim olarak, tarikat lideri anlamına da gelir. Aynı anlamda olmak üzere postnişin, şeyh, seccâdenişin, ifadeleri de kullanılır. Mürşid olan kişinin, Allah'ın ahlâkını tahakkuk ettirmiş olması, yani, en azından fena makamına ulaşması şarttır.
Her mürşid, kâmil olmayabilir. Bu yüzden mürşidin kâmil olmayanları da bulunabilir.
Mürşidin en makbulü, hem "kâmil" (kendi olgun), hem de mükemmil (başkasını olgunlaştıran) olanıdır.

Rü'yet-i dîdar-ı Hak'tan "len terânî" remzini,
Çeşm-i zarım aşk ile "tur" olmayınca bilmedim,
Kisve-i âl-i aba Enver hakikat sırrını,
Vuslat-ı mürşidle mesrur olmayınca bilmedim. 'o-
Enverî

MÜRŞİDİYYE: Bkz. Kâzerûniyye.

MÜRÜVVET: Arapça, iyilikte bulunmak, insanlık anlamında bir kelime. Cürcanî'ye göre mürüvvet, insanda bulunan ve onu akıl ve din açısından övülen davranışlara motive eden ruhî bir yetenektir. Allah dostlarının lütuf ve ihsanlarına da, mürüvvet denir. Dostların kusurlarını görmemek, ibadetini az bulmak da, mürüvvet olarak kabul edilir.

Erenler kapısı, mürüvvet kapısı
Sıdk ile gelenler mahrum dönmez.
Hatayî

MÜRÜVVET TAŞI : Bektaşî tabiridir. Meydan'da Hazret-i Pîr Postunun yanında bir makamdır. Buna "Niyaz Taşı", "Kızıl Eşik" de denir. Buraya mahsus bir niyaz vardı. Yeni talib ikrar verdikten ve meydan kapısı eşiğinde niyaz ettikten sonra, rehberin delaletiyle buraya gelir, niyaz ederdi.

MÜSÂFİR: Arapça, yolcu demektir. Düşünce planında, ma'kûlât ve itibârâtta yolculuk yapan, dünyadan kusvaya geçen kişiye müsâfir denir.

MÜSÂMERE: Arapça, gece sohbeti demektir. Hakk'ın kuluna gizlice konuşması (muhadese, muhataba)na müsâmere denir. Yani Hakk'ın sır âleminden, gayb âleminden, ariflere zuhur eden hitabıdır.

MÜSTÂRİYYE: Şâziliyye'den Cezûliyye'nin bir koludur. Muhammed b. Ahmedi'l-Makdisi'l-Magribî (ö. xıı. y.y)'ye nisbet olunur.

MÜSTEHLEK: Arapça, helak olmuş, mahvolmuş demektir. Kaşanî, bu terimi şöyle tanımlar: Zat-ı Ehadiyyette, hiçbir iz bırakmayacak şekilde fani olmuş kişiye, müstehlek denir.

MÜSTENBİT: Arapça, kuyudan su çıkaran demektir. Allah'ın kitabına uygun olarak, mütehakkıklardan, anlayışı güçlü kişilerin ortaya bilgi çıkarma işlemine istinbat, bunu yapana da müstenbit denir. Bu batinî de olur, zahirî de...

MÜSTENEDÜ'L-MA'RİFE: Arapça, marifetin dayandığı yer demektir. Bu bütün isimlerin menşei olan, vahidiyyet hazreti (mertebesi)dir.

MÜSTERİH: Arapça, geniş, rahat kişi anlamındadır. Allah'ın kader sırrını bildirdiği kula, müsterih (rahat kişi) denir. Onun rahat olmasının sebebi; Allah'ın takdir ettiği her şeyin, belli olan vakti gelince, vuku bulacağını, takdir edilmeyenin de, ortaya çıkışının imkansızlığını görmesi (kesin olarak anlaması)dir. O, olmayacak şeyi beklemek, istemek, üzülmek, kaybedilenin hasretini çekmek gibi şeylerden kurtulmuştur; bu hususlarda rahattır. Ortaya çıkan şeye de, teslimiyet üzere ve sabırlıdır.
Bu konuda Enes b. Malik (r.) şöyle der: "Hz. Peygamber (s.)'e on yıl hizmet ettim. Bu sürede yaptığım bir şey için, bunu niye yaptın, veya yapmadığım bir şey için, niye yapmadın demedi".

MÜSTEVE'L-İSMİ'L-A'ZAM: Arapça, en büyük ismin bulunduğu alan, demektir. Hakk'ı içine alan Beytü'l Muhadram, yani kâmil insanın kalbi.

MÜŞRİFÜ'D-DAMÂIR: Arapça, iç halleri bilen, anlayan kişi demektir. Allah, bir kuluna el-Batın ismiyle tecelli eder, o da, bu tecelli ile, insanların kalblerindeki hallere vakıf olur. Ebu Sa'id Ebu'l-Hayr bu zümredendi.

MÜŞTAK: Arapça, özleyen, iştiyak duyan, demektir. Sevginin ulaştığı en üst sınıra, iştiyak; bu durumdaki kişiye de müştak denir.

MÜTAVİ'E: Bkz. Ahmediyye.

MÜTEMÂDİM: Arapça, hizmetkâr demektir. Fukaraya, tarikat ehline hizmet etmek isteyen, ancak bu konuda ihlas elde edememiş kişilere, mütehâdim denir. Bu gibilerin hizmetlerinde, ara sıra riya ve menfaat gibi unsurlar bulunur.

MÜTEŞEYYİH: Arapça, şeyh taslağı demektir. Şeyh olmadığı halde, şeyhlik iddiasında bulunan sahte şeyhlere "müteşeyyih" denir.

MÜTEVEKKİL: Arapça, tevekkül eden anlamındadır. Her işinde, Allah'ı vekil edinen, Allah'a dayanan kişi.

MÜTTEKÂ: Arapça, dayanılacak şey demektir. Tahta ve demirden mamul bir çeşit baston.
Çileye giren dervişler, yatıp uyumamak için, başlarını müttekâya dayarlardı. Buna "muîn" de denir. Üst kısmı, alın dayanacak şekilde yapılmıştır. Uyumak gerekince, yere yatılmaz, alın buraya dayanır ve oturma vaziyetinde o şekilde uyunurdu.

MUZAHERE: Arapça, iki kişinin sırt sırta vermesi ve dayanışma halinde bulunması, destek olması anlamında, bir masdar. Mücâhede yoluna giren bir sâlikin, uzun bir mücâdeleden sonra, vecd dolu bir ruha mazhar olması, hicâb içinde bulunan huzura girmesi, anlamlarına gelir. Bu durum, ruhun Allah'a mutlak teslim oluşunu, dünya ve onda bulunan her şeyi terk etmesini ifade eder.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst