Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

TASAVVUFÎ TERİMLER (L)

kaptan-8

Co Admin
Local time
14:28
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (L)
..:: 1 ::..
LA FETÂ İLLÂ ALİ: Arapça olarak "Hz. Ali'den başka genç yoktur" anlamına gelir. Bu sözün devamı "La seyfe illâ Zü'l-fıkâr velâ fetâ illâ Ali" (Zülfıkar'dan başka kılıç, Hz. Ali'den başka genç yoktur) dir. Cebrail aleyhisselâm'ın, Uhud gazvesinde gösterdiği gayret sebebiyle Hz. Ali hakkında, söylediği rivayet edilir. Bu söz Halife Nasır Lidinillah tarafından kurulan Fütüvvet örgütünün sembolü haline gelmiştir. Tasavvufta kahramanlık, cömertlik, affedicilik vb. güzel huyları kendinde toplayan olgun kimseler için, fazilet hedefi, Hz. Ali olmuştur. Şiirlerde Hz. Ali'ye "Şâh-ı la fetâ padişahı" şeklinde atıflar görülür. Bahâriyye Şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede'nin babası (ö. 1277/1860), mütekerrir bir müseddesine şu bend ile başlar:

Zâhidâ hakkiyçün, ol şahın ki cûd-ı ekmeli
Ahmed-i Muhtâr'a vahyetti kitâb-ı münzeli:
Mevlevîyem, Ahmedîyem, Hayderîyem men beli
Bana besdir bir Huda vü bir Nebiyy ü bir velî.
La ilahe illâ Huvallâhü'l-Aliyyü'l-müncelf,
La nebiyye illâ Muhammed (s), la fetâ illâ Ali (k).

Çeşitli Bektaşî tercemanlarınm sonunda "La fetâ illâ Ali, la seyfe illâ Zü'l-fıkâr" ibaresi sık sık geçer.
Zü'l-fıkâr yivli kılıç anlamına gelir. Hz. Ali, Yemen'de bir putu kırdığında, o putun üzerine oturduğu demiri Medine'ye getirmişti. Umeru's-Seykal adlı bir demirci, o demiri eritip, iki kılıç dökmüştü. Biri yedi karış boyunda bir karış eninde olup, ortasında kanın akması için yivler vardı. İşte bu sebeple, yapılan kılıca "Zü'l-Fıkâr" denmişti. Bir rivayete göre, bu kılıç, Hz. Peygamber (s)'e ait olup Uhud gazvesinde Hz. Ali'ye verilmişti.

LAGV: Hatalı konuşmak, faydasız söz söylemek mânâlarına gelen Arapça bir kelime. İnsanı, Allah'ı anmaktan alıkoyan her şeye lağv denir. Boş söz dinlemek de, lağvdan sayılmıştır. Hadis: "Hutbe okunurken, yanındakine sus diyen, boş lakırdı (lağv) etmiş olur."

LÂHIK: Birinin ardından yetişen, tâbi olan, eklenen, gerekli olan vs. gibi çeşitli anlamları bulunan Arapça bir kelime. İmamla namaza başladığı halde, çeşitli nedenlerle namazı imam ile tamamlayamayan kişiye lâhık denir. Lâhık, senenin beş günüdür ki bunlara beş kısa boyunlu (el-hamsetü'l-müsterikatü) lar denir.

LÂHÛT: İlâhî âleme, lâhût âlemi denir. Arapça'da lâhût kelimesi ulûhiyyet anlamına gelir. Tehanevî'nin kaydettiğine göre, Lâhût, cisimlere sirayet etmiş diriliktir. Her şeyde, bu açıdan bir ruh vardır. Bir şiirde, mumun ruhunun, ışığı olduğu ifade edilir.

LAHZ: Bir şeye göz ucu ile bakmak mânâsına Arapça bir kelime. Gayba inancın, yakin derecesine ulaşması sebebiyle, kalbe doğan şeylere ve kalplerin basiretlerinin mülâhazasına işaret eden bir deyimdir. Kısaca lahz, kalbî bir düşüncedir. Sâdık bir mürid, bir şeye, baş gözü ile değil gönül gözü ile (basar gözü ile değil basiret gözü ile) bakar. Kalbini bu şekilde saflaştıran kimsenin firâseti doğrudur, onda yanlışlık bulunmaz. Zira o, Allah'ın nuru, ilmi ve açması ile bakmaktadır. Sûfi göz, kulak vs. gibi duyu organlarından ziyade, kalbe doğan bu müşahedeye önem verir. Yani maddî bakışın ötesinde, akıl gözü ile eşyaya yaklaşır, kendisi ile eşya arasında, bir tür obje ve subje münasebeti tesis eder. Bu da onu, eşyanın hakikatini anlamaya götürür.

LAHZA : Lahz kelimesi ile aynı mânâyı kapsar. Tasavvuf terimi olarak, Allah'ın zat güneşine, aşırı parlak oluşundan dolayı bakamayıp, göz ucuyla, gözünü kısarak bakmaya çalışmak demektir.

LAİHA: Arapça, belirip, ortaya çıkan şey anlamına gelen bir kelime. Çoğulu "Levâih"tir. Tasavvuf ıstılahında, bir hâlden diğer bir hâle yükselme nedeniyle, sırların parıldayarak ortaya çıkması şeklinde tarif olunur. Tavâli', Levâmi' terimleri de, yakın anlamları ihtiva ederler. Kâşânî lâihayı; tecellî nurundan ortaya çıkan, sonra da, kaybolup giden şeydir, diye tarif ederek, bu birden ortaya çıkan şey hatra, bârika gibi isimler de alır. Bu şekilde, insanda his âleminden ortaya çıkan şeye örnek, Hz. Ömer'in, iran'da harbeden Sâriye'ye seslendiğinde, onu işiten Sâriye'nin durumudur (Kâşânî). Bu şeklî keşiftir. Yani bir insandan diğer insana olan keşiftir. Manevî keşif ise, Allah tarafından meydana gelir. Sulukta, başlangıç durumunda bulunan kişilerde bulunan bir özelliktir; kalbî (manevî) yükselişte vuku bulur. Başlangıç durumunda bulunanların, kalp (düşünce) semâlarında nefsî hazlara ait bulutlar biriktiği ve kalbi kararttığı zaman, keşf levâihi (pırıtıları) zuhur eder, Allah'a yaklaşma ışıkları parlar. Bu zuhur ilkin levâih, sonra levâmî, daha sonra da tavâli' olur. Levâih, yıldırım gibidir. Çıkar çıkmaz kaybolur. Levâmi', bu levâihden zuhur eder, aynı hızlılıkta kaybolmaz. Levâmi, varlığını iki üç saniye devam ettirir. Tavâli', daha uzun süre varlığını sürdürür, etki altına alma ve devam etme bakımından, ilk ikisine göre daha güçlüdür, zulmeti dağıtıp yok eder.

LA İLLÂ: La, Arapça'da olumsuzluk, illâ da, istisna edatıdır. La, nefy, illâ ise isbât ifadesidir, ikisi aynı cümlede bulunursa, La, vahdet-i vücud açısından Allah'tan başka varlığın bulunmadığını, O'ndan gayrisinin yokluğunu ifâde etmektedir. Varlıklar, kendi başlarına var olamazlar, var olmaları ancak Allah iledir. Allah'ın varlığı bu durumda mutlak iken, kendi dışındaki herşeyin varlığı izafîdir. Diğer varlıkları silmek (yok etmek, nefyetmek) ve Allah'ı var kılmak (isbât), safilerde kelime-i tevhid zikriyle şuur hâline getirilir. Buna nefy ü isbât zikri denir. Nakşî ve Halvetîlerde, La ilahe sözcüğü ile birlikte, kulun kendi vücudu dahil herşeyi fânî ve yok ettiğini, illallah ifadesiyle de o yokluğun yerini Allah'ın aldığını görüyoruz. Bu şekilde Allah'tan başka varlık olmadığını tefekkür etmek ve bunu şuur haline getirerek, dünya hayatını ona göre değerlendirmek; tasavvufta tevhidin temel esası hâline gelmiştir. Tevhidin şuur planına indirilmesi, fiilî tevhid, sıfat tevhidi ve zatî tevhid gibi aşamalarla formüle edilmiştir. Mevleviler, La illâ ifadesini şu şekilde sembolleştirmişlerdir: Mevleviler semâ edip dönerken kollarını iki yana açarlar. Dervişin bu durumu, şeklî olarak Arapça'da Lâ'yı gösterir. Ayakların durumu da aynı şekildedir. Bedenin tümü, bu La ile birlikte, aynı illâ'yı meydana getirir. Mevlevî hırkasının kenar şeridi, tennurenin, destegülün yan şeritleri, yakada yine La şeklini alır, vücutla birlikte "İllâ" olur. Melamî-Hamzavî (Bayramî) mezar taşlarının üzerindeki La (V) ve illâ (V|) remzleri, fena ve bekayı (varlığı ve yokluğu) gösterir.

LA'L: Kıymetli kırmızı renkli taş, dudak. Sufinin gönlü. La'l-i nigar: Kor dudak, sevgilinin al dudağı.

LÂLE: Kadehi andıran kırmızı renkli bir çiçek. Bu kelimenin yazılımında L, A, L, H harfleri yani, iki L bir A ve bir H bulunmasından hareket, eden sufîler panbioist bir yaklaşımla, ona kutsal bir mahiyet atfederler. (Yani halkta Hakk'ı görme).

Subh-dem dönse n'ola mihr-i cemâle lâle
Oldu mazhar aded-i Ism-i Celâl'e lâle.
Refî-i Kalâyî

Ebced hesabına göre Lâle ve Allah kelimeleri aynı rakamı verirler: 66. ("Altmışaltıya bağlamak" tâbirine bakınız). İranî efsanelerde lâle, yeşil bir yaprak üzerindeki çiy damlasma,yıldırım düşmesi sonucu, yaprağın alev alıp donmasından meydana gelmiştir. Lâlenin içindeki siyah nokta, gönüldeki dağı, yanığı, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Ma'rifetname'de ifade ettiği nokta-i süveyda-i kalbi temsil eder. Kainattaki kara delikler veya Kabe'deki Hacer-i Esved gibi... Osmanlı tarihinde, adını bir döneme veren (1718-1730) lâlenin, o dönemde 558 çeşidinin bulunduğu kaydedilir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
14:28
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (L)
..:: 2 ::..
LA MEKÂN, Bî MEKÂN, LA MEKÂN ÂLEMİ: Bî ve la, ilki Farsça, öteki Arapça ... siz,... sız, yok vs. gibi anlamları ihtiva eder. Bu durumda la mekan ve bî mekân sözleri; yersiz, yurtsuz gibi anlamlara gelir. La mekân âlemi de, yersizlik âlemi demektir. Mekan, var olan şeydir. Bir şey, olmazsa, uzayda yer (mekân) kaplamaz. Zaman da, zihinde olaylar arasındaki karşılaştırmadan doğar. Bu karşılaştırma olmadan, zaman da olmaz. Özellikle vahdet-i vücûd düşüncesinde zaman ve mekân hakikatta bulunmayan, iki zihnî kavramdan başka bir şey değillerdir. Gerçek varlık olan Allah, zaman ve mekânın üzerinde, ve bunlardan münezzehtir. Ancak, isim ve sıfatlarıyla her yerde görülmektedir. İnsanın hakikati olan Ruh (aşkın ben), Rabb'ın bir emridir. Bu sebeple insanın gerçek yurdu, mekânsızlık âlemidir.

Bî-mekanem bu cihanda
Menzilim durağım anda
Sultanım ki taht u tacım,
Hülle vü burağım anda.
Yunus Emre

Onyedinci yüzyıl şairlerinden ve aynı zamanda Bayramî Melâmîlerinden, Hüseyin, şiirlerinde La-mekânî mahlasını kullanmıştır.

LA'NET: Arapça, kovmak, uzaklaştırmak, beddua etmek gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Allah'ın, kulunu dünyada başarıdan mahrum ederek ve ahirette de cezaya maruz bırakarak rahmetinden uzaklaştırmasıdır. Bu açıklama kâfirler içindir. Tehânevî mü'min için la'netin; Allah'ın kulunu salihler ve ebrar makamından düşürmesi olduğunu kaydeder. Türk atasözlerinden " la'nete siper olmak", la'neti gerektirecek şeyler yapmak manasına gelir. Sûfiler, "la'nete siper olmayın" şeklinde öğütlerde bulunurlar.

LATÎFE: Latîfe; manası hoş olan söz, espri ve şaka gibi mânâları ihtiva eden Arapça bir kelime. Hal inceliklerine sahip kalbe işaret eden bir kelime. Zihinde parlayan, anlayışla zuhur eden ve manasmdaki incelik sebebiyle anlatılamayan bir işarettir, denilmiştir. Ebu Said İbnü'l-Arâbî" Allah'ın, katından sana bağışladığı bir lütuftur. Onunla sen, Allah'ın anlamanı istediği şeyi anlarsın" diye açıklar. Bir de, her insanın göğsü üzerinde ruh dünyasının, maddî bedenle alâkasının yoğunluk kazandığı bir takım yerler vardır. Bunlar: 1. Kalp : Somatik olarak sol memenin dört karış altında; 2. Ruh : Sağ memenin dört karış altında; 3. Sır : Sol memenin dört karış üstünde; 4. Hafî : Sağ memenin dört parmak üstünde; 5. Ahfâ: Sağ ve sol memenin tam orta yerinin biraz üstünde. Bunlar ruhun bedene taallukunu anlattığı için, âlem-i emirden sayılmıştır. Bu latifelerden her biri, bir Peygamberin ayağı altındadır. Yani çeşitli peygamberlerin ulaştığı hakikatlara kabiliyet kazanmayı ifade eden kavramlar, tekâmülleri gösterir. Kaynaklara göre bu beş letaif (latifeler); kırmızı, sarı, beyaz, siyah ve yeşil olarak çeşitli kozmik renkler, ihtiva ederler.

el-LATÎFETÜ'L-İNSANİYYE: İnsanî latîfe demektir. Tehânevî, insanî latîfenin nefs-i natıkadan ibaret olduğunu söyler. Keşfu'l-Lüğat'da insanî latîfenin, ruhun hakikati olduğu kaydedilir. Kâşânî buna kalp adını verir. Kalp insanî latîfedir. Kâşânî devamla şöyle der: "Gerçekte, ruhun, kendisiyle bir yönden münasebeti bulunan nefsin (insan bedeninin) yakınına gelmesidir (yani ona taalluk etmesidir). Burada bedenin ruh ile bir yönden münasebeti daha vardır. Birinci münasebet yönüne sadr, ikincisine fuâd adı verilir."

LAUBALİ: Arapça, kayıtsız, ilişkisiz, çekinmez, sakınmaz gibi mânâları ihtiva eden bir kelimedir. Istılâhat-ı Meşâyıh'ta bu terimin izahı şu şekildedir:" Laubali ve rind deyü ol sâlik-i âşıka derler ki, temayüz-i ef'âl ve sıfat kaydından ve vâcib ve mümkin rüyetinden halâs bulmuştur. Eşyanın ef'âl ve sıfatını, Hakk'ın ef'âl ve sıfatı bilmiştir. Ve hiçbir sıfatı kendine ve gayriye mensup tanımaz. Bu makamın nihayeti makam-ı fenadır. Bu gûnâ (çeşit) laubaliye, harabatı lâübalî dahi derler. Ve zahiri melâm(î), batını selîm kimseye de lâübalî derler. Ki Melâmiyye taifesinin sıfatıdır. Bundan murad sıfât-ı zâhiriyye ile mukayyed olmayub, sıfat-ı kalbiyye levazımını istihzara çalışandır".

Lâübalî idi ahbab ile surette velî
Mahrem-i encümen-i suhbet idi mânâda.
Lam)'

LEB: Farsça, dudak demektir. Leb-i la'l: Al dudak. Sevgilinin sözü ve bunun içerdiği haber. Leb-i şekkerî: Şeker dudak. Melek vasıtası ile, peygamberlere, kalp tasfiyesi ile velîlere yücelerden inip gelen söz. Leb-i şirîn: Tatlı, şirin dudak. İdrak edilmesi ve hissedilmesi şartıyla aracısız gelen söz (ilham), sevgilinin sözü, sevgili.

Leblerimle emrine amadedir canım benim,
Al da bir buseyle öldür haydi cananım benim
Arif Emre

LECE: Arapça'da kale vs. ye sığınmak, güvenmek manalarına gelen bir kelime. Tam bir (doğru) recâ ile Allah'a yönelmek, bu kelimenin terminolojik anlamını verir. Serrac'a göre, bu terimin açıklaması şöyledir: insan aczini, fakrini ve mahviyetini anlayıp, bunun bilincine sahip olur, ayrıca, bütün nimetlerin O'ndan geldiğini farkederse, O'ndan başka gidilecek bir kapı bulunmadığını anlar ve sadakatle O'na yönelir. İşte bu, sığınma (lece')'dır.

LEDÜN: Arapça'da zaman veya mekan zarfı olup, yanında, ...de,...da mânâlarını ihtiva eder. Gayb ilmi, sırlara vâkıf olma anlamında kullanılan tâbir. Kehf suresinde "...ona katımızdan bir ilim öğrettik..." (Keyf/65) âyetiyle bu ilme işaret olunur. Tahsil yapmadan, çaba göstermeden, Allah tarafından vasıta olmaksızın kula öğretilen bu ilme "İlm-i Ledünnî", İlâhî Bilgi, denir. Elmalı'nın tefsirinde kaydettiği gibi, Hz. Musa'nın bilgisi, Hz. Hızır'a öğretilen bilgiden tamamen farklı idi. Müfessirler bu bilgiyi "ilmü'l-guyûb ve'l-esrâri'l-hafiyye" şeklinde yorumlamışlardır. Hz. Musa'nın bilgisi, olayların görünüşü ile ilgili hususları bilmek ve o yönde değerlendirmek iken, Hz. Hızır'ın bilgisi, işlerin arka planını bilmek şeklindedir. Kur'ân'da, Nemi suresinde bu ilme vâkıf olan bir kişiden daha bahis vardır, ve bu kişi, Belkıs'ın tahtını, Hz. Süleyman'ın yanına, bir göz kırpmasından daha kısa bir zamanda getirmiştir. (Nemi/40). Ayrıca Hz. Yusuf için de bu tür bir ilimden söz edilir. Yusuf/68. Özet olarak İlm-i ledünnî; tefekkür çabasıyla elde edilmeyip, Allah tarafından mevhibe (bağış) olarak verilen bir kuvve-i kudsiyyenin (kutsal gücün) tecellîsidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim değil, müessirden esere vücuddan vicdana gelen bir ilimdir. Nefsin vâki olana geçişi değil, vakiin nefiste ta'ayünüdür. Doğrudan doğruya (vasıtasız) bir keşiftir. Ancak Ledünnî terimi, bilhassa Hakk'a ait sırlara mahsus bir ıstılah olmuştur. Bir işin ledünniyyâtı demek, bir şeyin içinde yatan, sırlar, incelikler demektir.

LEMS: Arapça, bir şeye el ile dokunmak anlamına gelir. Tehânevî lems'i, zahirî hislerin bir türü olarak tavsîf eder. Bu güç, özellikle deride yoğun olmak üzere, vücuttaki bütün sinirlere dağılmıştır. Bununla, deriye temas eden maddî, hevaî tesirler idrâk olunur.

LEMME: Arapça, şiddet, dokunma, çarpma demektir. Şeytan veya melek tarafından, insanın içine atılan his, dürtü. Şeytanın lemmesi (dürtü) insanı kötülüğe tahrîk eder, meleğin dürtüsü insanı hayra yönlendirir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
14:28
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (L)
..:: 3 ::..
LENGER: Farsça, kenarı yayvan, büyük ve geniş sahana denir. Tekke ve hangahlarda dervişlere, gariplere yemek yedirilen büyük sahanlara lenger veya lengerî adı verilir. Gemilerin denize attıkları demir çapaya da lenger denir.

Mevc-i tîyg-ı lücce-i nusrat ki oldu rûnümun
Daldı deryâ-yı muhit-i hayrete lenger gibi.
Sabit

LESEN: Birini diliyle dillemek, kötü anmak vs. gibi manaları olan Arapça bir kelime. Allah'ın hitabı sırasında, ariflerin kulaklarında İlâhî fesahatin meydana getirdiği şeye, lesen denir. Bu bildirme, ya ta'rif-i İlâhî, ya peygamber lisanı, yahut velî ve sıddîkın dili vasıtasıyla olur.

LETAFET: Naziklik, yumuşaklık, vs. gibi mânâları olan Arapça bir kelime. Tehânevî, dört türlü letafet vardır der: 1. Dokunma ile ilgili duyum inceliği. 2. Küçük parçalara bölünmeyi kabul etme. Bölünebilirlilik. 3. Kavuşmaktan aşırı etkilenmek. 4. Şeffaflık. Bu dokunulan bir şey değildir. Takipler ince gıdaların duyum gücünü inceltip, ağır yiyeceklerin körelttiğinden bahisle, yiyeceklerden meydana gelen letafete (rikkat, incelik) işaret ederler. Riyazette, hayvanî gıdalardan ziyade, bitkisel gıdalara riâyet (vejetatif beslenme) etmenin sebeplerinden biri de, budur.

LETÂİF-İ HAMSE: Arapça, beş latife demektir. İnsana ait menfûh ruhun beş tavrı vardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ. Bunlar, emr âlemine aittir. Bir de halk âlemine ait "nefs" latifesi vardır. Bu latifeler birbirinin içinde gizlenmiştir. Bir sonraki bir öncekinden daha latîftir. Her latife, bir Peygamber'in ulaştığı manevî hakikati temsil eder ve bu sebeple kalp latifesi, Hz. Adem'in kademi altında, ruh Hz. İbrahim'in, sır Hz. Musa'nın, hafî Hz. isa'nın, ahfâ ise Hz. Muhammed (s)'in kademi (ayağı) altındadır, denir. Bunların her biri, farklı kozmik renkler içerir: Kalp kırmızı, ruh sarı, sır beyaz, hafi siyah, ahfâ yeşil renklidir.

LEVAMİ': Parlayanlar anlamına Arapça bir kelime. Tekili, lâmi'dir. Başlangıç durumunda zayıf ruh gücüne sahip olan kişilere pırıltılı, yayılıcı nurlar zuhur eder ki, bunlara levami' denir. Bu nurlar, hayaldan müştereke gelir. Maddî gözle görülür. Tıpkı güneş ve ay ışığının görüldüğü gibi. Kahr türünden nurların rengi kırmızıya çalarken, lütuf nurlarının rengi yeşil olarak ortaya çıkar. Ayne'l-Cem ve ma'rifete giden yolun başında dervişin yaşadığı bir haldir. Bu nurların, geldiğinde, müridin etrafını aydınlattığı kaydedilir.

LEVH: Arapça, bir şey belirip zahir olmak, parlamak gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Kitab-ı Mübin ve küllî nefse levh denir. Dört türlü levh vardır: 1. Levh-i kaza. 2. Levh-i kader. 3. Levh-i nüfûs-i cüz'iyye-i semâviyyet. 4. Levh-i heyula.
Levh-i kaza : Mahv ü isbattan önce gelen, levh-i akl-ı evveldir.
Levh-i kader : Akl-i nefs-i nâtıka-i külliyye levhidir. Buna levh-i mahfuz da denir.
Levh-i nüfus-ı cüz'iyye-i semâviyye : Bu âlemde olan herşey şekil heyet ve miktarları ile bu levhaya nakşedilmiştir.
Levh-i heyula : Bu, dünyâ semasıdır. Bu levh, hayal-i âlem mesabesindedir.
Birinci levh, âlemin ruhu, ikinci levh, âlemin kalbi olduğu gibi, levh-i heyula da, görülen âlem (âlem-i şehadet) deki şekilleri kabul eden levhdir.

LEVH-İ MAHFUZ: Arapça korunmuş levha demektir. Ulvî âlemde, olmuş ve olacak her şeyi içeren İlâhî levhanın adıdır. Levh'in dört kısmından ikincisi olan Kitab-ı Mübîn ve Küllî Nefse de bu isim verilir. Buna levh-i kader de denir.

Böyle zaptetmiş görüp evsâf-ı alışanını
Levh-i mahfûz-ı Hûda'da hâme-i mûciz beyân.
Kâzım Paşa

LEVLAK: Arapça "Sen olmasaydın" anlamında, şart içeren bir ifade. "Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım" hadis-i kudsîsine dayanır. Arapçası şu şekilde tesbit edilmiştir : "Levlâke levlâke lemâ halaktü'l-eflâk". Hz. Peygamber (s)'i öven na'atların çoğunda bu ifadeler bulunur:

Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf
Kur'ân'a sıfatı zarf -u mazruf
Şeyh Gâlib

Ol şâh-ı Risâlet Sultan-ı kevneyn
Buyruldu hakkında levlâke levlâk.
Ey Nûr-ı nübüvvet Ceddü'l-Haseneyn
Seninçün var oldu zemin ü eflâk.
Mir'âtî

LEYLETÜ'L-KADR: Arapça, şeref gecesi demektir. Salikin özel tecelliye nail olduğu geceye, Leyletü'l-Kadr denir. Sâlik, Mahbubu (Allah'ı) na olan nisbeti nedeniyle, kendi şerefini, rütbesini anlar. Salikin bu şerefe mazhar olmasının, ayne'l-cem makamına ulaşmasının başlangıcı olduğu ve bu makamın, marifetullaha kavuşanlara mahsus bulunduğu kaydedilir.
Bir de Kur'ân-ı Kerim'in nazil olmaya başladığı Kadir gecesi vardır ki, Ramazan ayının çeşitli gecelerine değişerek tesadüf ettiği nakledilir. İmam-ı Şârani, 30 yıllık bir uğraşı sonucu, Ramazan'ın başladığı hafta içindeki gün durumuna göre, Kadir gecesini tesbit ettiğini söyler.
Şöyle ki, Ramazan'ın ilk günü Perşembe ise Kadir Gecesi 24-25. gecedir,
Ramazan'ın ilk günü Cuma ise Kadir Gecesi 16-17. gecedir, Ramazan'ın ilk günü C. tesi ise Kadir Gecesi 22-23. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Pazar ise Kadir Gecesi 28-29. gecedir, Ramazan'ın ilk günü P. tesi ise Kadir Gecesi 20-21. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Salı ise Kadir Gecesi 26-27. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Çarşamba ise Kadir Gecesi 18-19. gecedir.

LEYLETÜ'L-ARÛS: Arapça, gerdek gecesi demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin çok sevdiği
Mevlâ'sına kavuştuğu geceye "Gerdek Gecesi" (Leytetûl-Arus) denir. Her sene, o gün özel merasimler düzenlenir. Farsça olarak, o güne Şeb-i Arûs (Gerdek Gecesi) da denir. O gün, ikindiden sonra zikirler çekilir. Kur'ân-ı Kerimler okunur. O gecenin özel bir gülbanki vardır.

Pişter â pişter â cân-ı men
Peyk-i der hazret-i sultan-i men

Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def ola, Leyle-i Arûs-i Rabbani vuslat-ı halvet serây-ı Sübhâni, Hakk'ı Akdes-i Hüdâvendiğâride ân be ân vesile-i i'tilâ-yı makam ve füyuzât-ı rühaniyyet-i aliyyeleri cümle peyrevânı hakkında şâmil ve ân ola. Dem-i Hazret-i Mevlana Hû diyelim Hu."

LİBAS: Arapça, elbise demektir. Ulaştıkları vakte göre libaslarında bulunan fukaraya denir. Suf veya murakka bulduklarında onları giyerler. Bundan başkasını bulunca, onu da giyerler. Gerçek fakirde tekellüf (zorlama) ve ihtiyar olmaz. O, elbisenin sert ve kaba olanını da giyer ki, bu, ona daha sevimli, daha evlâdır. Onu âfetlerden uzak ve selâmette tutar.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
14:28
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (L)
..:: 4 ::..
LİHYE-İ ŞERİF: Arapça, şerefli, değerli sakal demektir ki, tâbir Hz. Peygamber Efendimiz'in (s) sakalı için kullanılır. Peygamber Efendimiz (s) traş edilirken, sahabe-i kiram teburrüken bir hâtıra olarak kıllarını toplardı. Bunlar zamanla nesilden nesile, coğrafyadan coğrafyaya intikal etti, saray, tekke, türbe ve camilerde korunmaya başlandı. Sakal-ı şerifin bulunduğu şişe, minberin en üstünde, kırk bohçaya sarılı olarak, küçük bir sandık içinde muhafaza edilirdi. Ziyaret, mübarek gecelerde cemaatin sürekli salavat okumasıyla yapılırdı. Halen bu âdet devam etmektedir.

LİKA: Arapça, kavuşmak demektir. Maşukun, aşığa zahir olması, yani görünmesi.

LİSÂNÜ'L-HAK: Arapça, Hakk'ın lisanı demektir. Kaşânî'ye göre, "Mütekellim" isminin mazhariyyetini gerçekleştiren insana, "Lisânü'l-Hakk" denir.

LİSAN : Türkçe'de de aynı anlamda kullanılan Arapça bir kelime. Hakikat bilgisini beyan etmek (açıklamak) manasınadır. İlim dili, ilmi bize vasıtalı olarak verirken, hakikatin lisanı, vasıtasız olarak verir. Hak lisanı, halka göre bir yol değildir. İmam el-Cili "Hak lisan, insan-ı kâmildir" der. ilim dili kal, hakikat dili hal ile görev yapar.

LİVA-İ ŞERİF: Arapça, şerefli sancak demektir. Peygamber Efendimizin (s) sancağı. Bu bayrak, Topkapı Sarayında Mukaddes Emanetler Bölümü'nde muhafaza edilmekte olup, eskiden isyan ve savaşlarda açılır, ihtilal ve savaş bitince, katlanıp tekrar yerine konurdu.

LOKMA: Aslen Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı manada kullanılmaktadır. Tekkelerde yemek yedim denmez, onun yerine "lokma ettim" denir. Cur'a, bir ağız dolusu (yudum) suya; lokma, bir ağıza alınacak kadar yiyeceğe denir. Mevlevî tekkelerinde, bir çeşit yemeğe "lokma" adı verilir. Bu; pirinç, et, soğan, nohut, kişniş ve fıstıktan yapılan bir tür pilavdır. Bu pilav, Cuma geceleri veya bazan pazartesi günü pişerdi. Bu pilav için özel bir kazan vardı ki, bu kazanda, lokmadan başka bir yemek pişmezdi. Bu kazan bembeyaz kalaylı olur, Ateşbâz-ı Veli Ocağı denilen özel bir ocak üzerine konarak, içinde pilav pişirilirdi. Yemeğe buyurun demek için, "lokmaya buyurun" ifadesi kullanılırdı. Yemek vaktinin geldiğini, görevli can (derviş), "Hû... lokmaya sala" seslenişiyle duyururdu. Geçimi dar veya herşeyi yeter görüp, fazlaya rağbet etmeyen tok gözlü insanlar için "bir lokma.bir hırkaya talip" denir. Bize bağlı olanı, dünya ve âhirette mahrum bırakmayız anlamında olmak üzere, "lokması boğazımızdan geçen, yabanda kalmaz" denilir. Mevlevî tekkelerinde pilav pişirilmesine, "lokma basmak" tâbiri kullanılır. Yiyecek bir şey olmadığını ifade etmek için " lokma Hak vere" denilir.

LÜTUF: Arapça, bağış demektir. Kul'u Hakk'ın taatına yaklaştıran ve günahlardan uzaklaştıran her şey.

LÜB: Arapça, birşeyin özüne, içine lüb denir. Lüb, hayal ve vehim kabuklarından arınmış, kutsal nurla aydınlanmış akıldır. Kabuk kısır, iç lüb'dür.

LÜBS: Arapça, bir birine karışmak, giymek anlamlarına gelir. Ruhanî hakikatlerin, insanî şekilleri giyinmesi. Bunun delili olan ayet şudur:
En'âm/9 "Eğer onu (Hz. Peygamberi) melek yapsaydık yine bir adam şeklinde yapardık. Yani meleğe de insanî şekil giydirirdik. Ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük" Cibril(a) Hz. Muhammed (s)'e, Hz. ibrahim'e Hz. Lut'a ve Hz. Meryem'e insan şeklinde gelmiştir. Lübs şöyle de tanımlanır: Eşyanın parçalanamayan bir ân içinde, adem (yokluk) e gidip yine vücude (varlığa) gelmesidir.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst