Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

TASAVVUFÎ TERİMLER (F)

kaptan-8

Co Admin
Local time
10:15
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (F)
..:: 1 ::..
FAHR: Arapça, övünme, övünme vesilesi olan şey demektir. Çeşitli sayıda dilim (terk) li, Bektaşî tacının adıdır. Bu taç, yokluk ve fakr ifâde eder. Hz. Resûlullah (s)'ın "fakirlik Benim öğüncümdür, onunla öğünürüm" hadis-i şerifine imtisal eden sufiler, fakrı kendilerine temel düstûr edinmişlerdir. Mahv, fakr ve yokluk yolunun yolcusu olan sûfîler, başlarına giydikleri tâc ve sikkeleri, bu konuda sembol olarak kullanmışlardır. Bektaşî fahrinin kubbe (yani üst) kısmı, oniki ve dört dilimlidir. Sûfîler bir hadise dayanarak (Cami, II, s. 100) Hz. Peygamber'in uzun ve yekpare keçeden külah giydiğini söylerler.

Fahri, bana yadigâr-ı Mevlâna'dır,
Serpuş-ı Muhammedî olan fahr-ı şerif.

Bektaşîler ve Mevlevîler, Mevlâna Celaleddin Rumî ve Hacı Bektaş Veli'nin, "bir gün gelecek, fahrimi likenler (dikenler) giyecek" dediğini söylerler. Bu söz Mevlevîliğin ve Bektaşîliğin bir gün gelecek, ilk mükemmelliğini kaybedeceğini, bildirir.

FAHR-I EDHEMİ: Edhemî tâc. Bu tacın dört dilimi vardır. Bu tacı ilk defa ibrahim b. Edhem el-Belhî giydiği için, onun adına izafen "Fahr-ı Edhemî" diye anılmıştır.

FAHR-I HÜSEYNİ: Hüseynî tâc. Bu tacın oniki dilimi vardır. Hz. Hüseyin, oniki imamın başında gelenlerden olduğu için, bu taca "Fahr-ı Hüseynî" denmiştir.

FAİL-İ MUTLAK: Arapça,mutlak etken, etki eden, icrada bulunan demektir. Istılah manası ise, Allah'tır.

FAKD: Arapça, yokluk, bulunmama, eksiklik gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvuf ıstılahında ifade ettiği mânâ şudur : Kalbin, yaptığı müşahede sonucu, hissedilecek (mahsûs) leri hissedemez hale gelmesi. Yani, tat, renk, koku, ses vs. gibi duyumlarla algılanacak maddî yönle ilgili duyumların, duraklaması hali. Tam fakd hâline de Fakdu'l-Fakd denir.

FAKR: Arapça, fakirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi mânâları ifade eder. Varlıktan kurtulup, Allah'da fani olmaktır. Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı verilir. Zira onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yani içlerinde mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun Allah'tan başka hiç bir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Fakrın şekli, bütün sebeplerden uzaklaşmaktır. Fakirlerin en belirgin özelliği şudur : Onlar yoklukta feryâd etmez, sızlanmaz, sükûnetlerini korurlar, ellerine birşey geçince de, onu başkasına verirler, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. Cüneyd-i Bağdadi, fakirler hakkında şunları söyler: Bir fakire rastladığında, onunla söze, ilimle değil rıfk ile başla (yani önce tanış, arada sevgi hâsıl olsun, ondan sonra ilim ile resmiyetle konuş). Zira ilmin resmiyeti onu korkutur, rıfk ısındırır.
Fakra ıstılah olarak yüklenen genel mânâ şudur: Fakr, bizim bilegeldiğimiz yoksulluk değildir. Bu manevî ihtiyaçlılık hâlidir. Nazarî olan mevhum varlığını terkeden (ef'âl, sıfat ve zâtını)Hak'ta fânî kılan kimse, hakiki fakra ulaşmış kişidir. Böyle birinin ne kadar malı olursa olsun, hiç birine gönül bağlamaz. Böyle birinin malı cebindedir, gönlünde değildir. Yine buradaki kişiler, malın kölesi değiller bilakis mal onların kölesidir. Bu mânâda, en zengin insanlardan sayılan Hz. Süleyman, onca mal ve servetine rağmen fakirdir.

Hayalî fakr şalına çekmek cism-i üryanı
Anınla fahrederler atlas u dibayı bilmezler.
Hayalî

Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî
Fakr, âyinesidir sûret-i istiğnanın
Nâbî

FAKÎR: Arapça, mala ihtiyacı olan kişi demektir. Fakir, fena fillâh makamındadır. Kişinin kendinde gördüğü her şeyi, kendine değil, Allah'a ait ve Allah tarafından olduğunu bilmesi ve bu bilinci kuvvetle taşır hâle gelmesidir. Bu mertebeye "Fena Fillâh" denir. Sâlik, bu durumda kendinde dünyevî ve uhrevî bir vücûd (varlık) görmez.
Bu fakirin bazı asarı dil-i razım gibi Bulmamışdı câme-i yekrenk ile hüsn-i nizâm Ziya Paşa

FAKİRÎ: Farsça, yoksulluk demektir. Kendisinden ilim ve amel alınmış salikin, iradesiz kalması hali.

FAL : Arapça uğur, meymenet gibi anlamlan olan bir kelimedir. Bundan türemiş mütefâil kelimesi, iyimser (optimist) anlamına gelirken, zıddı olan müteşaim kelimesi de, kötümser (pessimist) mânasını ihtiva eder. Hayra yorma manasında kullanılan fal, kafayı meşgul eden bir konuda Kur'an-ı Kerim açılarak yapılır. Bunun usûlü şöyledir: Göz kapatılır Kur'an-ı Kerim'den rastgele bir sayfa açılır. O sayfadan itibaren yedi sayfa öncesi çevrilir ve burada göze çarpan ilk ayet esas alınarak okunur, manası üzerinde tefekkür edilir. Hâfız'ın Divan'ı için İran'da tefe'ül adeti vardır. Mevlâna'nın Mesnevisi, Ahmed Bican'ın Ahmediyye'si vs. gibi eserler için Anadolu'da aynı durum söz konusudur. Buna "fâl-i hayr" da denir. Kuşların uçuşundan birşeyler kestirmek gibi hususlar islâm'da kabul edilmemiştir. Geleceği görmek maksadıyla fal açmak, gaybı bilmeye yönelik boş bir çabadır; zira gaybı ancak Allah bilir. Gaybı biliyorum diye iddiada bulunmak da küfürdür. Bununla ilgili olarak; bakla atmak, suya bakmak, kahve içildikten sonra, kalan telvesinin aldığı şekil üzerinde yorumlara girişmek vs. gibi usûllerle fal açanlar islâm nazarında reddedilmiştir. Ancak entelleküel kesimde bile bu tür sapmaların sıkça görülmesi, öyle sanıyoruz ki insanın majik yanından kaynaklanmaktadır. Gizli olana duyulan merak bazındaki yöneliş, insanoğlunun zaafını gösterir.

FÂNÎ: Arapça, geçici, ölümlü, bitici, sonlu, tükenen gibi mânâlara gelir. Tasavvufta ise, Hak ile bakî olmaktan dolayı, bir şeyi kalmayan kişidir. Fenaya eren kişi, Hâk'tan başkası ile müşahede etmediği için, farklılıklar onda bir araya gelip toplanmıştır. Ancak fâni olan, baygın veya deli değildir. Beşerî sıfatlar ondan kaybolmamıştır ki, melek veya ruhani bir varlık olsun. Ancak, bu durumda olan kişi, nefsinin hazlarını görmek ve onlar üzerinde kafa yormaktan uzaklaşmıştır. O, iki ayndan biridir. Eğer bu kişi imam veya önder olma pozisyonunda değilse, fenasının vasıflarından gaybete düşmesi şeklinde bulunması caizdir; bu şekilde o, çılgın gözüyle bakar. Onun aklının gidişi, nefsinin nazlarının peşinde koşmak ve nefsine ait farklılıklar konusunda, ayırd etme özelliğinin kaybolmasından kaynaklanır. Bu haliyle o, Hakk'ın kendi üzerinde icra ettiği vazifeler (kendine yüklediği görevler) ile, haz duyar. Şu'be'nin oğlu Muğiyre'nin kölesi Bilâl-ı Habeşi bunlardandır. Üveys Karanı, Ali Mecnûn ve Ali Sâ'dûn da bu gruba dahil edilir. Eğer fena makamına eren kimse, kendisiyle irtibat kurulması gereken idareci pozisyonunda devlet yöneticisi olursa, bunun tasarrufu nefsinin değil Hakk'ın vasıfları ile olur.

FARK: Arapça, ayırt, başkalık alameti, ayırmak, seçilmek gibi mânâları vardır. Tasavvufî olarak "senden alınana cem, sana verilene fark" denir. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu, herhangi bir karşılıklı engelleme olmadan görmek demektir. Yine bir tarife göre, beşerî hallere yaklaşma ve kulluğu yerine getirme açısından kulun kesbine, fark denir. Allah tarafından olan ihsan ve lûtuflar da, cem'dir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
10:15
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (F)
..:: 2 ::..
el-FARK BEYNE'L-KEMAL ve'Ş-ŞEREF ve'n-NAKS ve'l-HİSSA: Arapça. Olgunluk ve noksanlık arasındaki farklılık, insanda, ilâhî sıfatların ve fiillerin husul bulmasına kemâl derler. Bu husulün azalması ve hatalara düşülmesi de, noksanlıktır. Şeref, yaratılan ile, onu icâd eden arasındaki vasıtaların azalıp kalkmasından ibarettir. Hak ile halk arasındaki vasıtaların azalıp vücûbun ahkâmı, imkânın ahkâmına galip geldiği sürece, o şey eşref (en şerefli) olur. Hak ile halk arasındaki vasıtalar çoğaldıkça, o şey düşük olur. Buna göre, Akl-ı Evvel ve Mukarrabûn melekleri, insandan eşref (daha şerefli), insan-ı kâmil de bunlardan ekmel (daha mükemmel) olur.

el-FARK BEYNE'L-MÜTEHAKKIK ve'l-MÜTEHALLIK: Arapça. Tahakkuk ehli ile tahalluk ehli arasındaki fark. Mütehallık, kötü huylardan kaçınan, iyi ve övülen huyları, güzel özellikleri kendini zorlayarak cehd ile elde eden kişiye denir. Bu kişide ilâhî isimlerden izler vardır. Mütehakkık ise, bu özellikleri tahakkuk ettiren kendini Allah'ın sıfatlarına, isimlerine mazhar kılıp, beşerî özelliklerini silmiş yok etmiştir.

FARK-I CEM: Arapça cem'in ayırımı veya ayrılması. Toplanma halinden fark haline geçiş. Zat-ı Ehadiyyet şuûnlarının ortaya çıktığı mertebelerde, Bir'in zuhur yoluyla çoğalmasıdır. Bu, Bir'in, kendi suretleri ile ortaya çıkan sırf itibarlardır, yani zihnî planda olan bir zuhur (ortaya çıkış) olayıdır.

FARK-I EVVEL: Arapça, ilk fark hali. Halk ve yaratılmış şekillerin bulundukları hâl üzere devam etmeleri sebebiyle, Hak'dan perdelenmelerine fark-ı evvel denir.

FARK-I SANÎ: Arapça, ikinci fark. Halkı Hak ile görmek, perdesiz olarak vahdette kesret, kesrette vahdeti görmektir. Bir kimse, bu iki durumdan biri ile olur.

FARK-I TAM : Arapça, sûfinin, tüm dünya ilgilerinden uzaklaşıp, bütün varlığıyla Allah'a yönelmesi ve bu şekilde meydana gelen dalma (istiğrak) hâlini anlatmak için kullanılan bir tabirdir. "Fena Fillah" tâbiri ile aynı anlama geldiği de söylenir.

FARK-I VASF: Arapça, sıfat ayırımı ve ayrılması demektir. Zâtın, vasfı ile vâhidiyet (birlik) hazretinde, ortaya çıkışını anlatan bir deyimdir.

FARUK: Arapça, Hak ile bâtılı ayırdeden, temyiz edebilen demektir. Tasavvuf ıstılahında, Cenab-ı Hakk için kullanılır.

FÂRUKİYYE: Hz. Ömer (r)'e nisbet edilen bir tasavvuf okulu.

FASL: Arapça, ayırım, ayrılma, bölüm vs. gibi mânâları ihtiva eder. Mahbûbdan umulanın kaybedilmesi. Bazı sûfi büyükleri şöyle der : Bir kimse "ben vâsıl oldum" zanneder, yahut iddia ederse, o kişi vâsıl değil, ayrı düşmüştür.
FATİHA: Arapça, açan, açıcı mânâsına gelir. Fatiha suresine, es-Seb'u'l-Mesânî de denir. Manası, yedi çiftler demektir. Bu ifadedeki yedi; yedi nefsî sıfata işarettir ki bunlar hayat, ilim, irâde, kudret, semî, basar, kelâm'dır. Hz. Peygamber (s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurur : "Allah, Fatiha suresini, kulları ile kendisi arasında taksim etti. " Bu hadiste, vücûd'un Hak ile halk arasında taksim olunduğuna işaret vardır. İnsan dışı itibariyle halk, içi (bâtını) itibariyle de Hak'tır. Vücûd da, bu şekilde zahir ve bâtın olarak taksim edilmiştir. Allah'ın, Fatiha'da açtığı vücûd kilitleriyle, insana işaret vardır. Fâtiha'nın kul ile, Allah arasında taksimi, halk durumundaki insanın hakikatinin Hak olduğunu gösterir. O, ubûdiyyet özelliklerini ihtiva ettiği gibi, rubûbiyyet sıfatlarını da ihtiva etmektedir. Zira Hak, insanın hakikatidir, O, Hak ve halktır. Allah, Fatiha Sûresini, Kendisine övgü ve kulunun duası arasında bölmüştür. Kul; hikmetli, gaybî, hibe olunmuş vücûdî olgunluklar ve yaratılmış gaybî şuhûdî noksanlıklar arasında ikiye bölünmüş durumdadır, işte bu, Fatihatü'l-Kitab ve es-Seb'u'l-Mesânî'dir.

FATİHA VERMEK: Tasavvufta, herhangi bir işe başlanırken, yahut duası makbul bir şeyh veya velîden, dileğinin kabul edilmesine medar olmak üzere, dua talebinde bulunmağa "Fatiha istemek" denilir. Kendisinden istenen kişi, kısaca bir gülbank okuyup "Fatiha" çeker. Bundan sonra "Allahümme salli âlâ Muhammedin ve âlâ âlihî ve sahbihî" denilip, Fatiha Sûresi okunur. Bu geleneğe "Fatiha istemek" dua istenen kişinin de "Fatiha" demesine, "Fatiha vermek" denilir.
"Bir işin fatihası çekildi" ifadesi, o işin artık başladığını anlatır.

FAZİLET: Arapça, olgunluk, erdemlilik, üstünlük gibi anlamları ihtiva eder. Fazilet insanın doğuştan getirdiği iyi yönlerinin, olgunlaştırılmış şekline denir. Ayrıca Tasavvufta esma cennetine de denir. Bu cennetin ehli, sayıca, me'ârif cennetinden azdır. Ancak, onların Allah katındaki derecesi daha yüksektir. Bunlar, ilâhî lezzet ehli diye anılırlar.

FAZLİYYE : Rıfaî tasavvuf okulunun kollarından birinin adı. Kurucusu, Seyyid Cemâleddin b. FazI Hindî-i Burhanpûrî'ye nisbetle bu adı almıştır. Şeyh Cemâleddin, 1535'de Gücerat'ta doğmuş, 1620'de Burhanpûr'da vefat etmiştir. Cemâliyye-i Halvetiyye'nin Fazliyye şubesi ile karıştırılmamalıdır.

FEHM: Arapça anlamak demektir. Allah'ın sözünü ve hitabını anlama ve bunun gereğini yerine getirme. Keşf ve zevk yolu ile elde edilen bilgi.

FEHVÂNİYYE: Arapça, misal âleminde Hakk'ın doğrudan hitabta bulunmasına denir.

FENA: Arapça, fânî olmak, yok olmak mânâsına gelir. Nesnelerin, sufînin gözünden silinmesine fena denir. Zıddı bekâ'dır. Hind Nirvana'sı farklı bir muhtevaya sahiptir. Hind mistisizminde hiçlik, fenayı ifâde etmesine rağmen, islam tasavvufunda kul hiç olmaz, hiçin yerine Allah'ın sıfatları geçer. Bu, şu mânâdadır: Kul, insan olarak taşıdığı sıfatları ve huylan terkeder, fenaya ererek, tam hale gelir, olgunlaşır. Ancak, bu giden kötü sıfatların ve ahlâkın yerini, Allah'ta mükemmel olarak bulunan ilâhî sıfatlar veya ilâhî huylar alır. Yani Hind mistisizmindeki gibi, yokluğa gidiş, yokluk, hiçlik söz konusu değil, aksine mükemmel olan Allah'ın sıfat ve ahlâkında yenilenme, yükselme hususu gündemdedir. Kuşeyrî, fenayı üçe ayırır: 1. ilk fena, kulun kendinden ve kötü sıfatlarından fânî olması, 2. İkinci fena, Hakk'ı temaşa eden kulun, Hakk'm sıfatlarından da fânî olması, 3. Üçüncü fena, Hakk 'm varlığında yok olan kulun, kendi fenasını görmesinden de fânî olmasıdır. M. İbn Arabi, fena kelimesine tasavvufî olmaktan ziyade, felsefî mahiyyette yedi mana verir ve bu açıdan değerlendirme yapar. O'na göre; fena, kulu Allah'a ulaştırır. Bu durumda kul, bütün nefsî arzularını terkeder ve kendini Allah'ın irâdesine teslim eder.
Fena hali, kulun benliğinin kaybolması ile, tevhidin gerçekleşmesi demektir. Bu hal, tevhidin en yüksek derecesidir. Kul, Allah tefekküründe o derece boğulur ki, benlik bilincini de kaybeder hale gelir. Buna fena fi't-tevhid denilir.
Fena halinde kulun niyetleri, davranışları, ahlâkî planda düzelme gösterir. Tefekkür planında görülen bu durum, fiillere de yansır.
Fena fillah tâbiri de şu şekilde açıklanır: Kulun zât ve sıfatının, Hakk'm zât ve sıfatında fânî olması. Kul, bu durumda bütün dünyevî ilgilerinden uzaklaşır, Allah'ın birlik dergâhına tam bir teveccühle yönelir.

FELSEFE: Yunanca hikmet sevgisi anlamına gelen bir kelimenin (Philo=Sevgi, Sophia=Hikmet) Arapça ifade edilmiş şekli. Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak. Beşerî gücün imkan sağladığı oranda, sonsuz mutluluğu elde etmek için Tanrı'ya benzemek. Ancak sufîler, sevgi ve tasfiye yoluna önem verdikleri için; aklı, felsefeyi, hakikata ulaşma konusunda sınırlı ve olgun kabul etmezler.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
10:15
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (F)
..:: 3 ::..
FENA Fİ'L-AŞK: Arapça, aşkta fânî olmak manasındadır. Vücûd-ı mutlak, aynı zamanda kemâl-i mutlak, cemâl-i mutlak ve hayr-ı mutlaktır. Cemâl, aşkı doğurur ve cemâl aşksız olamaz. Dünya üzerinde gördüğümüz her güzel, mutlak güzelden bir parçadır. Bu sebeple güzel olanı sevmek, Cemâl-i Mutlak'ı sevmek demektir. Mutasavvıflar, bundan hareketle, fena fi'l-aşk nazariyesini geliştirmişlerdir. Bu, fena fillah mertebesinin ilham ettiği bir fikir, bir akîde ve bir menzildir. Her şey, sonunda dönüp dolaşıp Vücud-ı Mutlak'a varacağı gibi, aşk da sonunda aynı yere varacaktır. Âşık gerçekte Cemâl-i Mutlak'a aşık olmuştur. Çünkü güzellik, Cemal-i Mutlak'tan insan yüzüne düşen bir nur zerresidir. Aşk da, o nurun doğurduğu bir duygudur. Maşukun güzelliğinde, Cemâl-i Mutlak sezildiği için, âşık, ruhunu derece derece saflaştırarak, heyecandan buhrana, buhrandan vecde, vecdden istiğraka geçerek, tıpkı Kemâl-i Mutlak'a ve Hayr-ı Mutlak'a karşı duyulan hayranlık yüzünden, fena fillah mertebesine erenler gibi, fena fi'l-aşk merhalesine ulaşır. Artık o menzilde, aşk, âşık ve maşuk birleşir, Cemâl-i Mutlak da mahvolup gider. Fena fi'l-aşk sırrına erenler, bütün beşerî duygulardan sıyrılarak ilâhîleşirler, Rabbânîleşirler.

FENA Fİ'L-KUSÛD: Arapça, isteklerde fâni olmak demektir. Kulun kendi şahsî irâdesini yok ederek, onun yerine İlâhî irâdeyi koyması. Yani bütün hareketlerini, kendi irâde ve arzusuna göre değil, Rabb Teâlâ hazretlerinin isteğine göre yapması.

FENA Fİ'LLAH: Arapça, Allah'da fani olmak demektir. Kulun zât ve sıfatının, Allah'ın zât ve sıfatında fani olmasıdır. Dünya ilgilerini tam anlamıyla ortadan kaldırarak, Allah'a yönelmek demektir. Bu yönelişte istiğrak hâli meydana gelir. Sûfi bu makama ulaşmak için, her şeyi terkeder. Tıpkı bir ölünün dünyayı terkedişi gibi. işte buna "ölmeden önce ölmek" denir. Ölen kişi nasıl Allah'a rücû ederse, bu makama gelen kişi de Allah'a vâsıl olmuş, O'na rücû etmiştir. Hz. Peygamber (s) bu konuda, "yaşayan ölü görmek isteyen, Hz. Ebû Bekr'e baksın" demiştir. Gerçekten bütün varlığını Allah yolunda sarfetmekte tereddüt göstermeyen Hz. Ebû Bekir, ölmeden önce ölmenin sırrına ermiş bir sahabî-i celîl idi.

FENA Fİ'L-PÎR: Pîr; Farsça ihtiyar, şeyh gibi manaları ihtiva etmekle birlikte, bu terim, şeyhte fâni olmak anlamına gelir. Bütün varlığını şeyhin manevî varlığında eritmek, fena fi'l-pîr diye tâbir olunan bir haldir. Müridin bağlı olduğu tarikatın ilk efendisi, Rasûlullah'ın yolundan giderek, kendini O'na benzetmeye çalışan kâmil bir mü'min tipidir. Mürid, bu örnekliği nedeniyle onu taklid ederek, kendisini sûreten ve sîreten ona benzetmeye çalışır. Hedef müridin aynı olgunluğa ermesidir.

FENA Fİ'R-RASÛL: Arapça, Rasûlullah'da fâni olmak. Müridin bütün varlığını Rasûlullah (s)'ın şahsiyetinde yok etmesi manasına gelir. Mertebe olarak Fena fi'l-Pîr (Fena fi'ş-Şeyh)'den sonra, Fena Fillah'dan önce gelir. Hz. Peygamber (s)'i tam olarak taklid ve O'na uymakla, bu hal teşekkül eder.

FENA Fİ'Ş-ŞEYH: Arapça, şeyhte fâni olmak demektir. Müride göre şeyhi, gözü önünde görmekte olduğu en olgun müslüman tipidir. Mürid onun bütün söz ve hareketlerini taklid edip kendini ona benzetmeye çalışarak, onun şeklinden hareketle, sahip olduğu manaya ulaşır. Buna, suretten sîrete intikâl de denir.

FENA Fİ'Ş-ŞUHÛD: Arapça şuhûd'da fâni olmak demektir. Sûfinin Allah'dan başka bir şey görmemesi. Buna Vahdet-i Şuhûd mertebesi denir. Bu, "la mevcuda illallah" sırrı olarak da kabul edilir.

FENA Fİ'L-VUCÛD: Varlıkta fena olmak anlamında Arapça bir ifade. Fena derecelerinden birisi de, herşeyde Allah'ı görmek ve bilmektir ki, bu hale zevkle ulaşılır. Bu hali elde edenler "la mevcûde illallah" derler.

FENÂİYYE: Kütahyalı Fenâî Ali Efendi tarafından kurulmuştur. Celvetiyye'nin kollarından bir tasavvuf okuludur.

FENÂRİYYE: Rifâiyye'nin kollarından biridir. Şeyh Şemseddin Muhammed b. Hamzetü'l-Fenârî (ö. 834/1431) tarafından kurulmuştur.

FERAH: Arapça, sevinmek manasına bir kelime. Sevgiliye yakın olma halinin verdiği huzur haline, ferah denir.

FERÂŞET-İ ŞERİFE: Feraset, Arapça süpürmek anlamına gelen bir kelimedir. Kabe'yi ve Peygamber Efendimiz (s)'in türbelerini süpürme görevine, "ferâşet-i şerife" adı verilir. Bu işi yapacak kişiye "Ferâşet-i Şerife Beratı" verilirdi. Bu görevlinin istanbul'da bir temsilcisi olurdu ki buna, "Ferâşet-i Şerife Vekili" denir. Ankara'da ikamet eden Ekrem Nursel Bey, bir sohbetinde, bu konu mevzû-ı bahs edildiğinde, bize, muhterem babalarının, Sultan II. Abdülhamid'in yaveri olduğunu ve padişah tarafından bu mümessillik şerefiyle ödüllendirildiğini anlatmıştı.

FERECÎ: Mevlevî derviş (can) lerinin giydikleri önü açık hırkaya, "ferecî" denir. Mevlevî hırkaları, önceleri bornoz şeklindeydi ve yakadan geçme idi. Dervişin biri, manevî kabz sırasında, teessüründen yakasını yırtarak hırkanın önünü açtı. Hırkasının önünün açılması kendisine ferahlık verdiği için, bu hırkaya, o mânâya gelmek üzere "ferecî" adı verildi.

FERİB: Farsça, aldatma, kandırma, oyun anlamında bir kelime. İlâhî mekr, İlâhî istidrac.

FERYÂD: Farsça, çığlık demektir. Mecburi ve yüksek sesle yapılan zikir. Kendinden geçerek ve kendini bırakarak yüksek sesle Allah'a yalvarma.

FETÂ: Arapça, yiğit anlamında bir kelime. Fütüvvet yoluna giren kişilere, fetâ denir. Tasavvufta ıstılah olarak, "la seyfe illa zülfikar ve la fetâ illa Ali" (Zülfikar'dan başka kılıç, Hz. Ali'den başka yiğit yok) hadisinden girmiştir. O, kendisi muhtaç iken elindeki yiyeceği her gün sırayla miskin, yetim ve esire vererek (İnsan/8) nefs hayvanını yenme başarısını göstermişti. Onun savaşlardaki yiğitliği, gaziliği, tasavvufa itici bir motif olarak geçmiş ve bu ruh, Abdalan-ı Rum, Ahiyyan-ı Rum vs. gibi oluşumlara yol açarak, Anadolu'yu İslamlaştırmıştı.

FETH: Arapça açmak anlamına gelen bir kelime. Bu terim "Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik" (Fetih/1), "Üzerlerine herşeyin kapısını açtık" (En'am/44), "Belki Allah fetih, ya da kendi katından bir iş getirir de, onlar içlerinde gizlediklerine pişman olurlar" (Maide/52) âyetlerinden kaynaklanan bir terimdir. İlk âyette feth; İlâhî ilim, rızk ve hidâyet, gibi manaları ifade etmektedir. Sufi, Allah yolunda riyazetler ve ibâdetlerle mücâdelesini sürdürür. Sonunda, Mevlası ona Fethi nasib eder. İşte o zaman, sâlik zahirî ilimlerde yetiştikten sonra, İlâhî ilimlere de nüfuz etmeye başlar. Şaziliyye'nin kurucusu Ebu'l-Hasan eş-Şâzilî bu şekilde oluşan bir fetihte, Hizbu'l-Feth virdiyle şereflenmiştir. Olayın cereyan tarzını Şazilî Hazretleri şöyle anlatır:
"Irak'ta Abdüsselâm İbn Meşiş Hazretlerinin nerede olduğunu (K. Afrika) öğrendim ve hemen onu bulmak üzere yola çıktım. Sonunda, yaşadığı mağaranın bulunduğu dağın eteklerine ulaştım.
Bir pınardan tertemiz su ile gusül abdesti aldım. Zamanın kutbu Abdüsselam'dan istifade etmek üzere kalbimden ilim ve amelimin izlerini sildim, yokluk elbisesi (fakrı)ni giydim. Tam bir hiçlik duygusuyla, ağır ağır dağa tırmanmaya başladım. Çok geçmeden bir de baktım ki, Abdüsselâm İbn Meşiş, yukarıdan aşağıya doğru ağır ağır iniyor. Karşılaştığımızda selamlaştık. Peygamber (a) Efendimize kadar bir silsile halinde, tamamen doğru olarak sülalemi tek tek saydı. Sonra "ilmin ve amelinden soyunarak, hiçlik duygusuyla bize geldin. O halde dünya ve ahiret zenginliğini bizden alman, sana nasib olacaktır" dedi. O sırada beni bir dehşet kapladı, Şeyh Abdüsselâm Hazretlerinin yanında günlerce kaldım. Sonunda Allah (c) basîretimi açtı. Allah (c)'m Şazilî Hazretlerine açtığı Hizbu'l-Feth (veya Hizbu'l-Envâr)'ın bir kısmı şöyledir:

La ilahe illallah nuru'l-arş
La ilahe illallah nuru levhillah
La ilahe illallah nuru Rasulillah
La ilahe illallah Ademu halifetullah
La ilahe illallah Nuh Neciyyullah
La ilahe illallah İbrahim Halilullah
La ilahe illallah Musa Kelimullah
La ilahe illallah İsa Ruhullah
La ilahe illallah Muhammedun Habîbullah
La ilahe illallah el-evliyau ensarullah La ilahe illallah el-Enbiyau Hâssatullahi La ilahe illallah el evliyau ensarullah
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
10:15
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (F)
..:: 4 ::..
el-FETHU'L-KARÎB: Arapça, yakın fetih demektir. Nefsin menzillerini (makamlarını) geçen sâlik için açılan kalb makamı ve bu makamda kalbin ortaya çıkan sıfat ve olgunlukları. "...Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih..." (Saff/13) âyeti bu yakın fethi gösterir.

el-FETHU'L-MUBÎN: Arapça, açık feth (açılma) anlamındadır. Kalbin sıfatları ve kemalatın ortaya çıkması için, ilâhî isimlerin nurlarının tecellilerine ve velayet makamından kula açılan şeylere "Feth-i Mübîn" denir. "Muhakkak biz sana apaçık bir fetih nasib ettik." (Fetih/l) âyeti ile bu hususa işaret edilir.

el-FETHU'L-MUTLAK: Arapça, mutlak fetih (açılma) demektir. Fütuhatın en a'lâ ve en mükemmelidir. Zat-ı ehadiyyetin tecellisini, ayn-ı cem'de, mâsivadan tümüyle fâni kılıp istiğrak halinde bulunmayı ifade eder. "Allah'ın zaferi ve fethi geldiği zaman..." (Nasr /1) âyetiyle bu hususa işaret olunur.

FETHU'LLÂHİYYE: Çiştiyye tasavvuf okullarından biri olup Fethullah el-Acemî tarafından kurulmuştur.

FETK-RETK: Arapça, birleşme, ayrılma anlamına gelen iki kelime. Mutlak maddenin, türlerin şekilleri halinde tafsili olarak zuhura gelmesi veya vâhidiyyet mertebesinde gizli olarak bulunan nisbî isimlerin ortaya çıkmaları, çokluk yerine birliği görme hali retk, bunun aksi ise feth'tir. "Göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık" (Enbiya/30) âyetiyle bu hususa işaret edilir.

FETRET: Arapça, zaman açısından ara, aralık manasına gelen bir kelime. Kaşânî'nin buna getirdiği tanım, başlangıç halinde gerekli olan istek ateşinin sönmesi, şeklindedir. Manevî eğitimde, sâlikte görülen gevşeklik hali.

FEVÂİD: Arapça faydalar anlamına bir kelime. Sır olan şeyi anlamaya fevâid denir.

FEVT: Arapça, bir şeyin elden kaçırılması demektir. Sevgiliden beklenen şey, sevgilisi ile birleşen aşıkın, ondan farklı olduğunu anlaması. Yahya b. Muaz er-Râzî "Fevt, mevt (ölüm) den daha zordur. Çünkü fevt, Hakk'tan; mevt, halktan ayrılmaktır.

FEYZ: Arapça, taşmayı ifade eder. İlâhî tecelli, bu kelime ile anlatılır. Zira bu tecelli heyulam özelliktedir. Tecelli, tecelli edene göre belirir veya kayıtlanır. Zira tecelli; onun için, vücudu olmayan sabit bir ayndır. Bu tecelli, ona nisbetle vücûdî tecelli olur ve bu, vücûdu ifade eder. Kendisine tecelli gelen de, hâriçte mevcud olur. Bir başka tanıma göre, âlemin Allah'tan, derece derece fakat devamlı bir surette iniş tarzı ile ve başka bir mevcudu meydana getirmek özelliğine sahip olarak tekamülüne ve bunun İlâhî nazar altında devamı, manasında kullanılan bir terimdir. Feyz her an tecelli etmekte (ortaya çıkmakta) dır. Varlıklar, bu feyz vasıtasıyla meydana gelir. Ancak bu varlık, zâtlarındaki imkan sebebiyle yok olmakta, fakat Hakk'ın feyziyle aynı zamanda var olmaktadır.

FEYZ-İ AKDES: Arapça, en kutsal feyz demektir. Feyz-i Akdes; önce ilim, sonra, ayn mertebesinde, nesneler ve yeteneklerinin var olmasını gerekli kılan zâtî-hubbî tecellidir. Bu, ilâhî ilimde subûtü vâcib olan tecellidir.

FEYZ-İ MUKADDES: Ayân-ı sabitenin yeteneklerine göre hariçte ortaya çıkışına "feyz-i mukaddes" denir. Yani sabit ayn'ların İlâhî ilimle sübût bulması "feyz-i akdes" sonucu iken, yine onun hariçte sûrî (şeklî) olan mümkinattaki ortaya çıkışı "feyz-i mukaddes" neticesinde olmaktadır. Bu durumda mevcud (varolan) mümkinler ile sabit aynlar aynı şeyler değildir. Mevcud (var olan) mümkinler yani şu dış âlemde var olan nesneler, sabit aynların, "feyz-i mukaddes" vasıtasıyla gözle görülür alanda ortaya çıkan suret (şekil) leridir. Feyz-i mukaddes, feyz-i akdes üzerinde tertib olunmuştur. Feyz-i akdes ile âyân-ı sabite ve onlardaki aslî istîdât (yetenek) ler, ilim (bazm)de meydana gelir; feyz-i mukaddesle o ayan, levazım ve tevâbiiyle dış âlemde husul bulur.

FEYZİYYE: Halvetiyye'nin Sümmaniyye koludur. Halvetiyye de denir. Feyzüddin Hüseyn es-Semânî (ö. 1309/1891) tarafından kurulmuştur.

FEYZ-İ İLÂHÎ: Arapça, ilâhî feyz demek- tir. Doğrudan Allah'dan gelen feyz.

FEYZ-İ İSNADI: Şeyh ve müridlere, silsilede yer alan meşâyıh-ı kiram vasıtasıyla gelen feyze; feyz-i İlâhî denir. Bazı tasavvuf okullarında, bu feyzi elde etmek üzere, şiir halinde yazılmış silsileler belli bir makamda okunur ve silsiledeki sâdâtın ruhlarına Kur'an hediye edilir.

FIKH-I BÂTIN: İç hallere ait fıkıh anlamında Arapça bir ifade. İslâm hukukuna "Fıkıh" veya "Fıkh-ı Amelî": Akâid ve kelama "Fıkh-ı İtikâdî"; Tasavvufa da "Fıkh-ı Bâtınî" veya "Fıkh-ı Vicdanî" denir.

FIRKA-İ NACİYE: Arapça, kurtulan bölük, kurtulan parti veya grup anlamında bir ifade. Kurtuluşa eren, cehennemden kurtulan, doğru yola eren grup. Doğru yoldan sapanlara "Fırka-i Dâlle" denir. Bu görüşe göre fırkalar (gruplar) dan biri fırka-i nâciye, yani ehl-i sünnet, diğer 72'si ise fırka-i dâlle olup toplam 73'tür. Sapık fırkalar, 20 Mu'tezile, 20 Şia, 22 Havâric, 5 Mürcie, 3 Neccariyye, 1 Cebbariyye, 1 Müşebbihe olmak üzere 72'dir. Bu husus şu hadis-i şerife dayandırılır: "Yakında ümmetim 73 parçaya ayrılacaktır. Bunların hepsi cehennemlik, bir tanesi cennetliktir."

FİRAK: Arapça, ayrılık demektir. Vahdet (birlik) makamından uzak kalmak.

FİGAN: Farsça, acı acı bağırmayı ifade eder. iç hallerin dışa vurulması, dert yanma, içini dökme.

FİİL: Arapça, yapmak, iş gibi anlamları olan bir kelime. Mümkinin imkandan vücuda sarfedilmesine, fiil denir. Fiiller cenneti: Leziz yiyecekler, hazırlanmış içecekler, güzel hanımlar cinsinden, işlenen sâlih amellerin sevabı olarak surî (şeklî, maddî) cennetten ibarettir. Buna ameller cenneti denildiği gibi, nefs cenneti de denir.

FİKİR: Arapça, düşünmek demektir. Kalbe bir üçüncü marifeti elde etmek üzere, iki marifeti kazandırmaktır. Buna örnek olarak âhiretin hayırlı ve sürekli olduğunu tanımak gösterilir. Bu durumda hayırlı ve sürekli olan, iradeye bağlı olarak tersine de dönebilir.
Tefekkürden hedeflenen şey, kalbte ilim tahsil etmektir. Bu da, hâli, fiili gerektirir. Kulun kurtuluşu da, fiil ve hâl vasıtasıyla olur. Yani hâl ve fiil, ilmin meyveleridir, ilim ise, tefekkür (düşünme)ün meyvesidir. Her konuda düşünülebilir, ancak Allah'ın zâtı hakkında düşünülemez, zira "basiretler onu idrak edemez" (En'am/103).

FİRAR: Arapça, kaçmak demektir. Halktan Hakk'a kaçmak. Bunun birkaç mertebesi vardır. İlki cehilden bilgiye kaçmak, ikincisi haberden sunuda (işitmekten görmeye) kaçmak, üçüncüsü Hakk'ın gayrisi herşeyden hatta şuhûddan da kaçmak. Kur'an-ı Kerim'de de bu hususa şu âyetle işaret olunur: "Allah'a kaçınız" (Zâriyat/50). Kul, korktuğu şeyden firar eder, kaçar. Bu âyete göre Allah'tan başka hiçbir şey, sığınılacak bir dost değildir. Hatta "mallarınız, evlatlarınız bir fitnedir..." (Tegabun/15). Bunun için "Ağaca dayanma kurur, duvara dayanma yıkılır, insana dayanma ölür, dayan kul Allah'a dayan" yani Allah'a kaç O'na sığın denmiştir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
10:15
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (F)
..:: 5 ::..
FİRÂSET: Arapça, görüş, tahmin ve anlamada dikkatli düşünüp isabetli olma anlamında bir kelime. Yakînin açılması, gaybın görünmesi. Firâset, iman makamlarından birisidir. Hz. Resûllullah (s) "mü'minin firâsetinden korkunuz; zira o, Allah'ın nuru ile bakar" buyurur. Bu hususa işaret eden çeşitli âyetler vardır: "Allah'ın göğsünü İslama açtığı kimse, Rabbından bir nur üzere değil midir? "(Zümer/22), "Ölü iken kendisini diriltiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?" (En'am/122). Allah tarafından nura mazhar olmuş kişi ile, olmamış kişiyi anlatan bu âyetlerden şu manzara ortaya çıkmaktadır: 1. Allah'tan bir nura sahip olan kişi, yürüme, hareket edebilme, aktiflik özelliğine sahip iken, 2. Bu nurdan mahrum olan karanlığın pasifliği içinde kalmakta, etrafını çeviren âlemi aşamamakta, oluşa katılmaktan, hakikate ulaşmaktan mahrum kalmaktadır.
Kur'an'da, bu nura ulaşmanın, iman ve amel (veya bilgi ve amel) bütünlüğünü elde etmeğe bağlı olduğu ifade edilir. Yani bu nur, amelsiz ilimle elde edilemez. "İnanıp yararlı iş yapanları, zulümât (karanlıklar) dan nur (aydınlık) a çıkarsın..." (Talâk/11). Eskiden bilgisini yaşamayanlara, âlim denmezdi.
Firâset, herkesde az veya çok vardır. Bu umûmîdir. Bazı ipuçlarına bakarak bazı doğru sonuçlara varma gibi. Buna tabîi firâset denir. Bir de, Allah'ın bazı kimselere lütfettiği, kalbî ilhamla bir şeyi sezip bilme şeklinde hususî firâset vardır ki, buna da ilâhî lütuf sonucu olan firâset denir. Tevessüm, firaset'in eş anlamlısı olarak kullanılır. Tevessüm, teferrüs, yani nüfuzlu marifet, yahut basiret manasınadır. Mütevessimler müteferrislerdir. Nitekim âyette şöyle buyurulur: "Şüphesiz bunda mütevessimîn (işaretten anlayanlar) için (nice) ibretler vardır" (Hicr/75).

FİRDEVSİYYE: Kübreviyye'nin Hindistan'daki kolu. Kurucusu Rükneddin el-Firdevsî (ö. 724/1 323)'dir.

FİTÂM: Arapça, çocuğun sütten kesilmesi anlamına gelir. Müridlerin, şeyhlerinin yanında süt emdikleri zamanlar olduğu gibi, sütten kesildikleri zamanlar da vardır. Süt emme zamanı; müridin şeyhin sohbetinde bulunduğu zamandır ki, bu esnada, müridin şeyhinden izinsiz olarak ayrılmaması icab eder. Ancak şeyh, sütten kesilecek kadar büyüyüp olgunlaştığını anlayınca, onun ayrılmasına müsaade eder. Bu durumda mürid, artık kendi başına hareket etme becerisini elde etmiştir. Böylece, Allah tarafından zorlandığı problemlerin çözümü ona açıklanır, olmuştur. Mürid bu noktaya gelince, yani şeyhinden aldığı feyiz ile olgunlaşınca, şeyhin sohbetinden ayrılma zamanı gelmiştir. Artık feyzi şeyhten değil, direkt Allah'tan alabilme yetisini elde etmiştir. Karnını doyurmak için kendi gücü yetmektedir, annesinin sütüne ihtiyacı kalmamıştır. Yani şeyh, müridini Allah'ı sevme okyanusunun kenarına getirir bırakır, bundan sonrası artık ona kalmıştır. Akşemseddin'in dediği gibi; "Şeyh, kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişidir".

FUÂD: Arapça, kalp demektir. Yedi tavrın (etvar-ı seb'a) üçüncüsü olup, İlâhî tecellileri temaşa (seyretme) yeridir. Kur'ân'da, fuâd'a işaret eden âyet şudur: "Gözün gördüğünü, fuâd (kalp) yalanlamadı" (Necm/1 1 ).

FUKARA: Arapça, fakirler demektir. Sâliklere; mürid, derviş gibi isimler verildiği gibi fukara da denir. "Kendisine hiçbir şeyin sahip olmadığı ve kendisi hiçbir şeye sahip olmayan kişiye, sufî denir". Bu tarif, tasavvuf yolunu tutanların, özgür kişiler olduğunu gösterir.

Fukara kalbine kim dokuna,
Dokuna sinesi Allah okuna.
Lâ-Edrî

FUKARA-I BABULLAH: Arapça, Allah kapısının muhtaçları, dilencileri demektir. Bu tabir dervişler için kullanılır.

FUKARA KEŞKÜLÜ : Bazı tasavvuf okulları, eskiden nefis terbiyesi için, manevî eğitimin başlangıcında, halktan birşeyler istemeye çıkarlardı. Ellerinde, keşkül denen çukur bir kap ile dolaşırlar. İçini doldururlar, sonra da getirip şeyhe teslim ederlerdi. Şeyh de bunları, halkın yoksul kesimine dağıtırdı. Keşkülün içinde, ekmek, buğday, düğme, ip, para vs. gibi herşey, karmakarışık halde bulunur, bu yüzden; karmakarışık şeyler hakkında "fukara keşkülü gibi" deyimi kullanılırdı. Süt, pirinç unu, badem yağından pişirilip, üzerine ceviz, badem ve nar tanesi serpiştirilen sütlaç türü bir tatlıya da keşkül adı verilir.

FURKAN: Arapça, ayırt edici anlamında bir kelime. Nev'ilerinin ihtilafına göre, sıfat ve isimlerin hakikatına furkan denilir. İtibarları bakımından bütün sıfat ve isimler başkalarından ayrılır. Fark,
isim ve sıfatları açısından Hakk'ın nefsinde husule gelir. Kaşanî'ye göre furkan; Hak ile batıl arasını ayırt eden tafsilin bilgisi iken, Kur'an; hakikatlerin tümünü kendinde toplayan ledünnî, icmali bilgidir.
Yani furkan tafsîlî; Kur'an icmalî bilgidir. Furkan fark, Kur'an cem hali ve makamıdır.

FURUHTEN: Farsça, satmak, elden çıkarmak anlamında bir kelime. Yüce Allah karşısında, kulun çaba ve tedbirini terketmesi.

FURU-I ESMA: Arapça, isimlerin tefer- ruatı, dalları anlamında bir ifade. İlâhî isimlerin bir kısmı için kullanılan bir tabir, isimler önce ikiye ayrılır: 1. Usûl-ı esma, 2. Furu-ı esma. ilki, tasavvuf okullarında asıl olan ilâhî isimlerdir. Bu durumda furu-ı esma, ikinci derecedeki isimler demek olur. Ancak hangi isimlerin usul (birinci veya esas), hangi isimlerin furû (ikinci, teferruat) olduğu hususu, tasavvuf okullarına göre değişir. Bazen birinde usûl olan diğerinde furû; birinde furû olan öbüründe usûl olabilir.

FÜTUHAT: Arapça, açılmalar demektir. Beklenmedik birşeyin ele geçmesi. Zahirdeki fütûha "Fütuhûl-ibade", batmdakine de "fütuhûl-halâve" denir. Bu iki fütûhtan başka, bir de "fütûhul-mükâşefe" vardır.
Rızık, ibâdet, ilim, marifet, keşf vs. gibi maddî ve manevî nimetlerin sâlike açılması, gaybî kemal halleri ile ortaya çıkma şeklinde tanımlar getirilen futûh; manevî feyz, gönül açıklığı gibi manaları da ihtiva eder. Bu konuda bazı atasözleri ve deyişler vardır: "Bugün bir yerden fütuhat oldu". Bu beklenmeden gelen yardım için kullanılır. "Erenler.bugün fütuhatta bulundular". Bu da, himmet yoluyla, mürşidlerin müridlerine feyz aktarması anlamında kullanılan bir deyimdir. "Erenlerin fütûhâtıyla sorularına cevap verdim" Bu deyim de tevazu için kullanılır. Elde edilen başarıların, kişinin kendinden değil, büyüklerin duasıyla gerçekleştiği hususu bu deyimle vurgulanır.

FÜTUR : Arapça, yarma, yarık, belirme (ta'ayyün) ve ona bağlı olanlar sebebiyle halkın, Hak'tan seçilir haler gelmesi, farklılaşması.

FUZÛL: Arapça, zarurî olmayan eşya, mal, lüzumsuz davranış. Bir lokma, bir hırkanın dışındaki herşey, lüzumsuz (fuzulî) dur.

FÜTÜVVET: Gençlik, erlik, yiğitlik anlamında Arapça bir kelime. İlk defa Nasır Lidinillah (566/575) tarafından kurulmuş, bir fedakarlık, mertlik, yiğitlik örgütü. Horasanîler, yani Melâmetîler,esnaf ve zanaat erbabını teşkilatlandırarak, loncalar oluşturmuşlardır. Bu organizasyon 3 kıtaya yayılarak, sosyo-ekonomik hayatın temel direği olma fonksiyonunu icra etmişlerdir. Horasan'daki fütüvvet teşkilatlanmasının Anadolu'ya yansıması, Ahilik adıyla olmuştur. Osmanlı Devleti'nde bu teşkilat, 1908 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
Ahilik, başta İbn Batuta (XIV. yüzyıl) olmak üzere, çok sayıda yabancının dikkatini çekmiştir. Ahilerin özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür:
1. Zaviyelerine gelenlere nazik ve kibar davranırlar.
2. Yabancıların karınlarını doyururlar.
3. Gelen misafirlerin her türlü ihtiyaçlarını karşılarlar.
4. Halka zulmeden zalimlerle savaşırlar.
5. Her ahînin mutlaka bir işi ve sanatı vardır.
6. Başlarında, aralarından seçtikleri bir reis bulunur.
7. Seçilen reis, bir zaviye kurar.
8. Reis, zaviyenin içini tefriş ederek, her türlü ihtiyacını karşılar.
9. Bu gençler, gündüz kendi işlerinde çalışırlar.
10. Günlük kazançlarını ikindiden sonra reislerine getirirler.
11. Toplanan bu paralar, zaviyenin, yiyecek, içecek gibi, çeşitli giderleri için sarfolunur.
12. Şehre gelen yabancıları, zaviyeye davet ederek orada misafir ederler.
13. Eğer misafir edecek bir yabancı bulamazlarsa, kendileri toplanıp yemek yer, ilahi söyler, zikir çeker, sema ederler.
14. Sabah namazını kıldıktan sonra işyerine gitmek üzere zaviyeden ayrılırlar.
Rahmetli Hilmi Ziya Ülken (Ord. Prof.)'in ifade ettiği gibi, bu zaviyeler topluma sosyal âdab-ı muaşereti öğreten kurumlardı. Bu kurumlar, kaldırıldığında o görevi yerine getirecek yapısallaşmaya gidilmediği için sosyal ahlâk dejenerasyonu bugünkü noktalara gelmiştir.

FÜTÜVVETNÂME: Eskiden esnaf teşkilatı ile, bunların uymaları gereken usul ve kaidelerden bahseden eserlere verilen addır.​
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst