Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

TASAVVUFÎ TERİMLER (D)

kaptan-8

Co Admin
Local time
05:22
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 1 ::..
DÂÎ: Arapça, davet eden, çağıran demektir. Halkı sevk ve yönetme bilgisi verilen kişi. Batınî propagandacılarına dâî denir.
DÂİRE: Arapça, dönen yuvarlak, çember gibi mânâları vardır. Adn Cenneti'nde, Hakk'ı görmek üzere insanların bir araya gelip toplanmış halde bulunuşuna verilen isim.
DÂİYE : Arapça istek, içten gelen arzu anlamında bir kelime. Nefsin arzu ve eğilimleri, daiyye-i nefsaniyye.
DAKİKA: Arapça incelik kimsenin anlayamadığı ince sır. Çoğulu dekaik'dir. Dekaik, hakaik'den daha üstündür.
DAKKÂKİYYE: Ebû Ali el-Hasen b. Ali ed-Dakkâk (öl. 412/1021) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
DAL SİKKE: Türkçe-Arapça. Dal düz, sade, çıplak manasına; sikke de mevlevîlerin başlarına giydikleri keçeden serpuş anlamına gelir. Sikkenin sarıksız olanına, dal sikke denir. Destâr sarılmış olan sikkelere ise, destârlı sikke tâbiri kullanılır.
DAM : Farsça tuzak demektir. Vehim ve hayal tuzağının kurulduğu yer. Dünya, madde âlemi. "Âlemde olan her şey vehim ve hayalden ibarettir."
DANÂİN: Arapça, bir kimseye tahsis edilen şeye denir. Allahü Teâla ile özel münasebet kurmuş olan Allah dostlarından, havas tabakasına ulaşmış kişilere denir. Hadislere göre, Allah bunlara parlak nurlu elbiseler giydirir, onları afiyet içinde yaşatır, yine afiyet içinde canını alır.
DAR: Arapça ev, Farsça idam sehbası manasınadır. Tasavvufta Bektaşîlik ıstılahları arasında geçer. Muhibbin, can feda etmek üzere meydanda ikrar verdiği yerin adıdır. Meydânın tam orta yerine dar denir. Biat ve tarikat talkini töreni gibi merasimler, burada icra olunur. Tasavvuf Edebiyatında, "Hallâc-ı Mansur" un başına gelen olayı ifâde etmek üzere, şiirlerde lügat mânâsı ile kullanılırdı (yani idam sehbası mânâsına). Dâr-ı Mansur konusunu işleyen çok sayıdaki şiirlerden bir beyt de şudur:
Circis oldum basıldım, Mansur oldum asıldım
Hallaç pamuğu gibi, bunda atılıp geldim.
Yunus Emre
DARB-I ESMA: Arapça. İlâhî isimlerin darb (özel bir şekilde kalbe vurdurmak) ile zikri. Bu, Halvetiyye ıstılâhlarındandır. Halvet? âyinlerine bu ad verilirdi.
DÂRU'L-EMÂN: Arapça. Emin olunan yer emniyetin bulunduğu ülke, diyar, tecavüzden, saldırıdan masum, sığınılacak yer. Bu, bir Bektaşî tâbiridir. Meydân kapısının bir başka adıdır. Başta baba olmak üzere tüm dervişler, bu kapının eşiğinde niyaz ederlerdi, ikrar veren derviş ikrar verdikten sonra, rehberinin yol göstermesiyle "dârü'l-emân'a gelir, orada niyaz ederdi. O sırada rehber, dervişe, "buna kapı derler ve bu makama da dârü'l-emân derler. Bu, erenler kapısıdır. Bu kapıya gelen, geri dönmeyip meram ve maksada erişilen mahaldir" derdi. Bu olay, manevî tekâmüle yönelişin sembolü olarak değerlendirilmektedir.
DÂRU'L-GURÛR: Arapça, aldanış yeri mânâsına gelir. Tasavvuf ıstılahı olarak, bir imtihan dünyası olan şu yaşadığımız âlemi anlatır.
DÂRU'L-MESNEVÎ: Arapça. Mesnevî evi, veya Mesnevî okunan yer demektir. Mevlevî ıstılahıdır. Mesnevî okutmak üzere açılan dersanelere Dâru'l-Mesnevî denilir. İlk Darü'l-Mesnevi, 9 Muharrem 1260 (1844) tarihinde Murad Molla Dergahı'nda, İstanbul'da açılmıştır. Buradan ilk mezun olanların icazet merasiminde, Sultan Mecid de hazır bulunmuş ve icazet alanlara çeşitli hediyeler dağıtmıştır. Mesnevî okuyanlara özel bir ıstılah olarak "Mesnevîhan" denir.
DÂRU'R-RAHMÂN - DÂRU'Ş-ŞEYTÂN: Allah'ın evi şeytanın evi anlamlarında iki Arapça tamlama. İnsan, Allah ile şeytan arasında olup, Allah'a bakan yönüne Daru'r-Rahmân, şeytana bakan yüzüne Dâru'ş-Şeytan denir. Birine akıl, diğerine cehl, veya âhiret ve dünya da denir.
DÂVÂ-MÂNÂ: Arapça, dâ'vâ kelimesinin, iddia, mesele, problem, ülkü vs. gibi mânâları vardır. Mânâ ise, iç, ruh, bâtın, kelime, söz, hareket veya işaretin ifade ettiği, anlattığı şey anlamlarını ihtiva eder. Dâva, bir kulun, kendinde olmayanı ileri sürdürmesidir ki bu, Allah ile kul arasında bir perdedir. Bir başka deyişle, bir kul tâatlardan herhangi bir şeyi kendine izafe eder de, bu tâatların onda hakikati, isbâtı, geçekliği bulunmazsa, onun iddiası asılsız olur. Böyle bir dervişin Allah'la alâkası kesilir. Bir dervişin mübtelâ olduğu en ağır hicâb, işte budur. Bunun zıddı olan, tâatı veya tasavvufî bir hâli kendinde gerçekleştirilmiş kişi, mânâ ehlidir. Mânâ ehlinde de dâva (iddia) olmaz. Davalı kişi de, dâvasına mânâ göstermek, dâvasını mânâ ile doğrulamak zorundadır. Bu nedenle mânâsız dâva bâtıldır.
Bize dîdâr gerek, dünya gerekmez
Bize mânâ gerek, dâva gerekmez
Bu yolda da'vi (yani dâva) sığmaz, ma'ni (ma'nâ) gerek
Neyi kim sever isen ânı gerek.
Yunus Emre
DEBİRİSTÂN: Farsça okul demektir. Debiristân-ı ezel, debiristân-ı kıdem. Ezelî okul, lâhût âlemi, ruhlar makamı.
DEBÛR: Arapça. Batıdan esen ve Ad kavmini helak eden rüzgarın adı. Nefsin hevâsmın hücumu ve nefsi istilâ etmesi, kelimenin ıstılah anlamını tarif eder. Bunun zıddı, Doğu rüzgarıdır ki, Saba rüzgarı diye anılır. Bu da, ruhun eğiliminin ağır basıp ruhu istilâ etmesidir. Hz. Peygamber (s) "Ben Sabâ ile yardım olundum, Ad kavmi Debûr ile helak oldu" demiştir. (Sahih-i Buharî, Kitâbü'l Megâzî ve Ahmed ibn Hanbel Müsned, c. I. s. 223). İnsanın kalbine doğan havâtır, eğer Allah'ın arzu ettiği şeylere mutabakat halinde ise, bunun hadiste bildirilen Sabâ, aksinin ise insanı helake sevkeden Debûr ile terimlendirilmesi, tasavvufun sünnetle sıkı irtibatına güzel bir örnek teşkil eder.
DEDE: Türkçe bir kelime olup Mevlevîlikte, muhiblikten sonraki mertebedir. Muhib, derviş olmaya ikrar verip çilesini tamamladıktan sonra, kendisine bir hücre verilir ve dede diye anılır. Dede, yeni muhibleri kendi liyakatine ve kabiliyetine göre "Mesnevî" okutarak, âyin meşkederek, ney üflemeyi, usûl tutmayı belletmek suretiyle, kudüm-zen olarak yetiştirerek terbiye etme görevini icra eder.
Dedelik, alevîlerde, soydan gelenlere mahsustur. Yani, Hz. Peygamber'in soyundan gelen seyyidlere, dede denir. Ancak bunların irşâd makamında olması gerekir. Bektaşîler, Hacı Bektaş Dergahı'nda şeyh olan babaya, Dede Baba derler.
Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir:
"Dede himmet, oğul hizmet": Bununla, dervişin maneviyat makamlarında ilerleyebilmesi için şeyhine, ihvanına ve din kardeşlerine hizmet etmesi gerektiği ifade edilir.
"Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede", bu atasözüyle, kimseye faydası dokunmayan, dervişliği maişete medar kılmış, asalak, zavallı, uyduruk dervişler kastedilir.
"Çiğdem bitti, dede gitti (veya yitti)": Alevilerde Dedenin taliplerle görüşmesi hep kış mevsimi olur. Buna görgü-sorgu denir. Bahar gelip tarlalarda iş başlayınca, dede kendi köyüne döner. Tarlalarda işin canlanıp dedenin dervişlerle uğraşması işi bitince, kendi köyüne gitmesi, bu atasözü ile ifade olunur.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
05:22
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 2 ::..
DEDE BABA: Bektâşîlerin Kırşehir'deki pîr makamı postnişinine verilen unvan. Bu merkez tekkenin haricindeki tekke şeyhlerine, baba denilirdi. Dervişler, hürmetli ifade tarzı olarak "baba erenler" diye hitabederlerdi. Bektaşîlikte derecelenme sırası aşağıdan yukarıya şu şekilde idi: Âşık, talip, muhib, derviş, baba, halife, dede baba. Bunların ilk dördü mürid, beşinci ve altıncısı, baba ile halife, mürşid; dede baba ise, pîr vekili olma bakımından pîr rütbesindeydi. Halife, dedebabanın reisliği altında toplanan babalar meclisinde seçilirdi. Bektâşîlerin yedi halifesi bulunuyordu; bunlar bulundukları yer itibariyle şu şekildeydi: Mısır, Abdal Musa, Seyyid Ali Sultan, Dürbali Sultan Kerbelâ, Rumelihisarı ve Merdiven Köyü.

DEDEBAĞI: Kırşehir'deki Hacı Bektaş Tekkesi'ne bağlı bağın adıydı. Eyvallah kapısına hizmet eden derviş, evvela Dedebağı'nda iki üç sene çalışmak zorundaydı. Dedebağı da bir dergahtı. Bu dergâhın babası ve dervişleri vardı.

DEF: Arapça. Kasnak üzerine deri gerilmesi suretiyle yapılan bir müzik enstrümanı. Tasavvufta, kulun aldığı her solukta.Allah'ı arayış içinde kalbinin heyecanla titremesi.

DEFTER: Arapça bir kelime olup Türkçemizde de aynı anlamdadır. Gönül sayfası, ömür.

DEHÂCİYYE: Abdü'l-Büdelâ Muhammed Amgâr el-Hasen el-idrisî'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.

DEHÂN: Farsça deh ağız, dehân ağızlar demektir. Zahiren konuşma özelliği demektir, ilâhî işaretler ve uyanlar. Hakk'ın kelâmı, Dehân-ı küçek: Küçük ağızlar, demektir. Anlayış ve vehmden mukaddes olan konuşma özelliği.

DEHŞET: Arapça, gaflet, hayret veya dalgınlıktan aklın gitmesi, o hal üzere devam etmesi mânâsına gelir. Sufiyye'ye göre dehşet; Habibin (yani Allah'ın) heybetinden dolayı, muhibbi (yani sufi'yi) etki altına alan bir kuvvettir. Bu, kulu etkisi altına alan havf ve recâ halidir. Üzerindeki bu güçten dolayı kul, tıpkı baygın bir insan haline gelir. Dehşetten sonra kula sekîne denen bir hal gelir ki, bu halde, sıkıntı gitmiş mutluluk gelmiştir. Kul, aklını esir alarak ona hakim olan bu makamda, hayrettedir.

DELÂİL: Arapça, delil kelimesinin çoğulu, yol gösteren, delil, kılavuz, işaret, burhan, bir davayı ispata yarayan şey vs. gibi mânâları ihtiva eder. Şeyh Süleyman Cezûlî (öl. 870/1465) tarafından yazılmış bir salâvat kitabıdır. Kitabın adı "Delâilü'ş-Şerif" yahut "Delâilü'l-Hayrat" olarak meşhurdur. Bu kitap, tasavvuf yolunda merhale almış kişilere, ders olarak verilir. İçinde 128 salavât vardır. Tasavvufta şeyh veya mürşide "delil" denir.

DELİ : Aklı yitik kimseler için kullanılan bir kelime. Tasavvufi planda Allah'ın zât tecellisine maruz kalmış, bir şeyhe de bağlı olmadığı için, o tecellinin yüküne tahammül edemeyen kişilerde meydana gelen meczûbluk hâlidir. Akşemseddin, şeyhin lüzumunu anlatırken, şeyhsiz yola çıkanın, kendi başına çektiği zikirler sonucu, böyle bir hal ile karşılaşabileceğini söyler. Bu gibi kimselerde, zât tecellîsi ile akıl nuru yanmış bu nedenle kendilerinden teklîf kalkmıştır, denilir. Bu husus, "Sol tarafında kiramen kâtibîn yok" yahut "Dîvânerâ kalem nîst" (yani, deliye kalem yoktur), "delinin sözü kaleme alınmaz", "delinin sözü kaleme gelmez" gibi ifâdelerle açıklanır. Gerçek mânâda meczûbluk durumunda olanlarla, bu işin sahtekârlarını açıklamak üzere şu şiir yazılmıştır:
Seyfullah sözünde mesttir,
Pirinden aldığı desttir,
Dîvânerâ kalem nîsttir,
Ne söylerse kınar olma.
Nizamoğlu Seyyid Seyfullah
Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, bizim burada ele aldığımız deli tabiri, akıl nimetini sürekli kaybetmiş kişiler içindir.
Meselâ kendinden sekr ile geçmiş, hâl gereği gaybete geçici bir süre dalmış bir Bâyezid-i Bistâmî, bir Şems-i Tebrizî, bir Mevlânâ veya bir Hallaç için kullanılmaz, islâm Tasavvufunda, fenadan sonraki beka önemlidir. Yani, ayıklık hali önde tutulur, aksi halde, sürekli maneviyat sarhoşluğu içinde bulunan kimseden hizmet ehli olmaz. Böylelerinin, Allah'ın kullarına hizmet etmesi söz konusu değildir. Mutasavvıflar, "Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir" hadîsini ve "eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder" (Muhammed/7) âyetini kendilerine şiar edinmişlerdir: Deli olmayınca veli olunmaz: Veliler, akl-ı ma'ada yükselmiştir. Böyle, akl-ı ma'ad ile yaşayanlar, günlük akl-ı ma'aşla hayat sürdürenler tarafından, gerek söz, gerekse fiil olarak anlaşılamazlar. İşte, bu yüzden başta deli olmak üzere onlara çeşitli ithamlarda bulunurlar. İşte halka göre deli olan kişi Hakk nazarında velidir. "Al deliden uslu haber": Bu atasözü de aklı, az meczubların sözlerinde bile hikmet bulunabileceğini ifade eder.
"Deliden veli, veliden deli olur": Bu atasözüyle de deli sanılan bazı kişilerin veli, veli sanılan kişilerin bazılarının da deli olabileceği anlatılır.

DELİL: Arapça, yol gösteren, kılavuz, rehber, işaret, iz vs. gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvufta, delil olarak şeyh terimi kullanılır. Zira o, dervişi, Allah yoluna sevkedip, Allah'a vasıl eden kişidir. Akşemseddin'in tabiriyle, şeyh; kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişidir. Bektaşîlerde delil, rehber manasında kullanılır. Dergâhın meydan ve diğer yerlerindeki mumlar, bir mum vasıtası ile yakılır ve bu muma, delil denilirdi. Özellikle cemlerdeki mumları yakmaya yarayan bu mum, ince, içinde fitili bulunan ve yumak şeklinde sarılı olan bir ucu dışarı çıkarılmış vaziyette kullanılırdı.
Hacca vardım der isen
Kande vardın hacca sen?
Kılavuzsuz kuş uçmaz,
Bunca dağ u dereden.
Kaygusuz Abdal

DELK: Farsça, yamalı dilenci hırkası veya eski elbise manasınadır. Maddi durumu iyi olmayan dervişler ve melâmet yoluna yönelmiş bulunan kişiler tarafından giyilen, yünden mamul, adî bir elbise. Tasavvufta, Ashab-ı Suffe ve onların durumu önem arzeder. Sûfiler, Ashab-ı Kiramın fakir tabakasını oluşturan bu garipleri, kendileri için fakr örneği telakki etmişler, onlar gibi, eski giyinmişler, az yemişler, az uyumuşlar, ilimle meşgul olup, müslümanlara hizmet etmişlerdir.

DELLÂL: Arapça, tellal, simsar gibi mânâları ihtiva eder. İnsanları birbirine sevdirmek ve kaynaştırmakla görevli, aşk ve muhabbet tellâlından bahsedilir. Bu ifade, Türkçe argodaki şekliyle, fahişe kadınları müşterilere pazarlayan deyyus kişi anlamında kullanılır. Tâbir, tasavvuf? anlamda manevî bir yücelik sahibi iken, günümüzde bir tür kimlik erozyonuna maruz kalarak, tamamen farklı bir anlama bürünmüştür.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
05:22
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 3 ::..
DEM: Farsça, soluk veya zaman manasınadır. Tasavvufta, sûfinin geçmiş ve gelecek endişesinden kurtularak içinde bulunduğu ânı yaşaması esastır. Bu hâli elde etmiş kişi, ibnu'l-Vakt adıyla anılır ve sürekli Allah'la beraberdir yani "ihsan" derecesine ulaşmıştır. Yine sûfilerde zaman, iki olay arasındaki zihnî mukayeseden ortaya çıkan mücerred ve zihnî bir mefhumdur. Nitekim, mekân da, kevn (oluş)'e uyar. Bir şey varlıkta ortaya çıkmadıkça, en, boy, yükseklik gibi mekanı belirleyen alanda bulunmaz. Zamanın gerçeği, sürekli yaşamakta olduğumuz "an" dır. Ân'larm sürekliliği ile, zaman mefhumu meydana gelir. Bu bakımdan akıp giden bu ân'a, "ân-ı dâim" denir. Bütün varlıklar, kâinat, her an gayben ayn'a, ayn'dan gaybe gitmektedir. Yaratılış bu yüzden daimidir. Ve bir an önceki âlem, bir sonraki âlemin aynısı değildir. Sûfi, her ân ne âlemde ise, ona göre, o anda tahakkuk eden âlem odur. Suretler geçer, hakikatler bakî kalır. Bu inanç sufîlerce, "dem bu dem, saat bu saat" atasözüyle belirtilir. Mevlevî gülbanginin son kısmında "dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmam Alî, Hû diyelim" dendikten sonra, herkes baş keserek "Hû" der. Bundan maksat; zamanın gerçekte Mevlânâ'nın zamanı, zamana hâkim olan sırrın, Şems'in sırrı, kerem ve ihsanın Hz. Ali'nin keremi ve ihsanı olduğunu belirtmek, Allah'ın isimlerinden "Hû" demekle de, Bakî olan değişmeyen gerçek varlığın, ancak Allah olup şe'nleri (şuûn) değişse bile, gerçeğin değişmediğini anlatmaktır.
Yemeğin pişip tam kıvamını bulması için, hafif ateşte bir süre bırakılmasına da, demlemek, demlenmek denir: Pilav demini aldı, çayı demledik vs. gibi. Bozulmuş tasavvuf okullarında, rakıya dem adı verilir. Bu gibi uyduruk tasavvuf? akımlar İslâm'ın özüne alabildiğine uzaktır.
Şeyhin, ölü kalbe hayat veren soluğuna da, dem adı verilir. Bu da, şeyhin müridine teveccüh ettiği sırada vuku bulur.

DEMİRTAŞİYYE: Kütahyalı Mehmet Demirtaş (öl. 935/1529) tarafından kurulmuş bir tasavvuf mektebi. Halvetiyye'nin kollarındandır. Bu kol, Mısır'da hâlen yaşamaktadır.

DEMLENMEK: Bektaşîlerce, islâm'ın haram kıldığı sarhoşluk veren şeyleri içmek hakkında bu tâbir kullanılır. Halk arasında da aynı mânâya gelir.

DEMS: Arapça, gömmek demektir. Herhangi bir nesneyi ve onun izini kalbten silip atmak.

DENİZ-DERYA: Allah'ın gücü, bilgisi, sıfatlan,ucu bucağı olmayan bir ummana benzetilir. Kulun bunun karşısındaki durumu, denizden bir damlacık bile değildir. Bu sonsuzluğa Kur'an'da, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız (yani buna gücünüz yetmez)" (İbrahim/34) âyetiyle işaret olunur. Tasavvufî olgunluğu elde eden kişiler, artık temkîn makamına ermiştir. Onları, sevinç, üzüntü etkilemez, dağlar gibi makamlarında sabit, devamlı, Allah ile huzur halindedirler, işte bu makama ermiş, herşeyi hoşgören, başkasının incitmesinden incinmeyen, geniş gönüllü sufîlere "derya-dil" yahut "derya gibi adam" denir. "Denize dalmadıkça inci elde edilmez" atasözüyle, vahdet sırrına ermek için çalışmak, Allah'ta fani olmak gerektiği anlatılır. Yine "Deniz pislik tutmaz" atasözü de, gerçek olgunluğa erenlerin, başkalarının yermesinden etkilenmeyeceğini anlatır. "Onlar cahillerle karşılaştıklarında selâm derler" (Furkan/63) âyeti ile bu olgun kişilere işaret olunur. Sufîlerden Mahmûd Sâmî Efendi (k), "kalb-i selîm"i şöyle açıklardı: "Başkasını incitmemek, başkasından incinmemek".

DER-BAHTEN: Farsça kumarda kaybetmek demektir. Önceden işlenen amellerin boşa gitmesi, kaybolması. Allah âşıklarının, Allah sevgisi uğruna en değerli sermayeleri olan amel ve ibadetleri bile gözden çıkarmaları, onlardan feragat etmeleri.

DERD: Farsça gam, ızdırap, elem demektir. Sevgiliden sevene geçen ve katlanılmasına güç yetmeyen hâl. İlâhî aşk. Bu istenen bir derddir. En büyük derd, derdsiz olmaktır. "Allah derdini artırsın" bir Mevlevi deyimidir. Derdli, âşık demektir.
Dolap niçin inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevtaya âşık oldum
Onun için inilerim
Yunus Emre
DERDÂİYYE: Ashab-ı Kiram'dan Ebu'd-Derdâ Uveymir b. Mâlik el-Hazrecî (ö. 32/652-3)'ye nisbet edilen bir tarikat.

DERECE: Arapça, artma veya yükselme basamağı, ulaşılan yer, mertebe, miktar, yücelik, mevki, rütbe gibi mânâları vardır. Yüksek derece, isim bakımından sıfatların cenneti, resm bakımından zât cennetidir. Burada bulunanlarjlâhî hakikatleri gerçekleştirmiş kişilerdir.

DEREKE: Arapça alt kat, çukur, aşağı basamak demektir. Cehennemin katları: 1. Cehennem, 2. Lezâ, 3. Hutame, 4. Saîr, 5. Sakar, 6. Cahîm, 7. Hâviye.

DERGÂH: Farsça. Kapı, eşik, kapı yeri, sığınılacak yer, makam, tekke gibi mânâları vardır. Tarikat mensubu şeyhlerle, dervişlerin ikâmetgâhı olan büyük tekkelere dergâh denir. Hürmeti arttırmak için şerif sıfatı eklenerek Dergâh-ı Şerîf de denilir. Kelime hafifletilerek "dergeh" şeklinde de telaffuz edilir.
Bâb-ı Hak açıktır merd-i agâha
Candan geçenlerdir eren Allah'a
Hakikat yolundan ben bu dergâha
İsteğiyle gelmiş kurbanlar gördüm.
Tokadîzâde Şekib​
Şah-ı evrenk-i velayet ki sezadır dense,
Seg-i dergâh-ı sipihrin esedinden efdal.
La edrî

DERGÂH-I ÂLÎ: Farsça-Arapça. Yüce dergâh, büyük kapı demektir. Hükümdar sarayları ile merkezî tekkelerin giriş kapılarına denir. Bu gibi binaların ana giriş kapısı, büyük ve gösterişli olduğu için, bu tabirin aslî manası da, mecazî manası da doğrudur.

DERGÂH-I MUALLÂ: Farsça-Arapça. Yüce kapı manasına olup, merkezî tekkelerin ve sarayların kapısına denir.

DERGÂH-I ŞERİF: Farsça-Arapça, Şerefli, yüce dergâh. Mecazî olarak büyük tekkelere denir. Dergâh-ı Alî ile aynı mânâya kullanılır.

DERKAVE: Ebu'l Hasan Ali Şâzilî (öl. 1238/1823)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Cezûliyye'nin kollarındandır.

DERÛN: Farsça, iç, bâtın demektir. Melekût âlemi, gönül âlemi, ruhanî âlem.​
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
05:22
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 4 ::..
DERVİŞ: Farsça. Fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının çoğu fakir olduğu için, bu isimle anıldığı ileri sürülür. Ancak, hakikî derviş, kimseden birşey istemez ve istememesi tarikat kuralıdır. Mevleviyye ve Rıfâiyye tarikatlarından öğrendiğimiz kadarıyla, bir derviş üst üste üç gün açlık, çekmeden, bir başka kimseden yiyecek isteyemez. Derviş kelimesi, kapı eşiği mânâsına da gelir. Dervişin, kapı eşiği gibi başkalarından gelen ezalara tahammülü olması gerekir. Bu espriden dolayıdır ki dervişler, herkesin ayak basıp ezdiği kapı eşiğine basmazlar, hattâ tekkeye veya türbeye girerken eşiğe saygı göstermek üzere, onu öper, sonradan üzerine basmadan atlayıp içeri girerler. Bu kelime iran'da ortaya çıkmasına, rağmen, Arapça'ya geçmiş, "derâviş" şeklinde çoğulu yapılmış, hattâ Arapça karşılığı "fakir" ve çoğulu "fukara" kullanılmıştır. Tasavvuftaki manâsıyla, bir şeyhin bey'ati ve terbiyesi altında bulunan kişi demektir. Hz. Peygamber (s) için de kullanılan şu tâbir "derviş-i sultan-ı dil", padişah gönüllü fakir anlamına gelir. Alçak gönüllü, arif, kanaatkar kimselere de, derviş meşreb denir. Akşemseddin, dervişi ikiye ayırır 1. Dervişe benzeyen 2. Derviş. Tasavvuf? olgunluk yolu (sülük) na giren kişi murakabe dersine ulaşana kadar geçirdiği sürede, kendini dervişe benzetmeye çalışan kişi olduğundan, müştebih diye anılır. Murakabeden itibaren o kişi artık derviş olmuştur. Murakabeye kadar ulaşamayan kişinin, hâl olarak tasavvufun içyüzünden haberdâr olması mümkün değildir, bu yüzden murakabeye ulaşamamış kişiler, hizmetin hakikatini anlayamazlar, gerçek hizmet ehli olmazlar. Tasavvufun esası, hedefi itibariyle ihsandır, bir başka ifade ile Allah'a vuslattır. Derviş kelimesiyle ilgili olarak ortaya çıkmış bazı atasözleri şu şekildedir: "Padişah nefsinin, hırslarının kulu iken, derviş nefis ve hırslarının sultanıdır." Bu yüzden, sultan, nefsine uyarak maddeye doymaz iken, nefsini yenen maddenin esaretinden kurtulan kişiler, aza kanaat ederler, onlara az da olsa yeter. "Sabreden derviş muradına ermiş": Derviş, Allah'a vuslat yolunda büyük cihada girmiştir ve her an o cihâdın mücâhidi olarak sabır etmek zorundadır. Bu sabır sayesinde, derviş hedefine ulaşır, muradına erer. "Deve hacı olmaz Mekke'ye gitmekle, eşek derviş olmaz tekkeye su taşımakla": Dervişlik bir takım şekil ve resmden ibaret bir şey değildir. Bir takım mücahede, çaba ve gayretlerle manevî planda mesafe kat etmekle dervişlik olabileceği bu atasözüyle dile getirilir. "Dervişin fikri neyse, zikri odur": Dervişe bir halden sual sorulduğunda, onun verdiği cevap kendi yaşadığı halden ibarettir. Yani derviş kendinde olanı anlatır, kendi tahkikini dile getirir.

Derviş gönülsüz gerekdir
Söğene dilsiz gerekdir
Döğene elsiz gerekdir
Halka beraber gerekmez
Yunus Emre

DERVİŞLİK : Tarikata mensubiyet manasını ifade eder. Dervişlik, İslâm'a bağlanmakla olur. islâm'ın ihlâsla, sıdk ile takva, vera üzere yaşanmasına dervişlik denir. Dervişlikte fakirlik şartı koşan mutasavvıflar olduğu gibi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî, Abdülkâdir-i Geylânî, Sadreddin-i Konevi gibi zenginliğiyle tanınmış sufîler de vardı. Zühd, bunlara, göre malın cepte bulunması, fakat kalbte bulunmamasıdır. Mevlana Celâleddin de buna yakın bir izah getirir: Dünya, Allah'dan gafil olmaya derler. Yoksa gümüş, kumaş, oğul ve hanım sahibi olmak değildir. Din yolunda sarfetmek üzere malın bulunursa, bu şekildeki bir mal için Hz. Peygamber (s) "helâl mal, sahibi için ne kadar iyidir" buyurmuştur. Su, geminin içinde bulunursa onu batırır, altında bulunursa onu selâmetle yürütür. Sen de (gemi gibi) mal sevgisini ayaklarının altına alabilirsen, seyr ü sûlük denizinde selâmetle yüzersin. Ancak Hz. Peygamber (s) kendisine yaşama biçimi olarak zühdü ve fakrı seçerek, "fakirlik benim öğüncümdür. Ben onunla öğünürüm" demiştir. Kendisi müslümanların lideri olarak, her türlü dünyevî zenginlik fırsatları elinin altında iken, O, bilinçli olarak fakirliği seçmiş, hattâ sevgili eşlerinden bir kısmının bu yönde biraz sızlanması üzerine, "îlâ ve tahyîr" denilen olayda görüldüğü gibi, onları dünya veya ahiret (yani zengin olmak ve fakir yaşamak) konusunda seçim yapmak için serbest bırakmış, onlardan bir ay kadar uzak kalmıştı. Sufîlerin fakrı bilinçli olarak seçmesinde, Hz. Rasulullah (s)'ın bu tavrının önemli etkisinin olduğu şüphesizdir. Ancak, bu fakirlik, meskenet, zillet, tembellik manasında bir fakirlik değildir. Yine Ashab-ı Suffe'nin yaşadığı fakr ü zaruret hali, aynı esprinin bir başka veçhesini teşkil eder. Dervişlik, bu yönüyle büyük bir feragat gerektirir, zor bir meslektir. Rıza Tevfik bu konuda şunu söyler:

Rıza'dan himmet al berzahta kalma
Serden geçmedinse ummana dalma
Dervişlik sözünü ağzına alma
Demir leblebidir, kişniş değildir.

DERVİŞ HIRKASI: Hırka vücudun üst tarafına giyilen, genellikle yünden örülmüş bir giysidir, çeşitli renklerde olur, Mevlevilerin giydiği üstlüğe, derviş hırkası denir.

DERYA : Farsça deniz demektir. Varlık.

DERYA-YI MUHİT: Farsça-Arapça. Okyanus anlammadır. Mutlak varlık.

DERYA-YI VAHDET: Farsça-Arapça. Birlik denizi demektir. Zât-ı kibriyânın tecelli etmesi. İnsan-ı Kamil için, derya tabiri kullanılır.

DEST: Farsça, el demektir. İlâhi kuvvetin zuhuru. Makam, servet, nüfuz. Kemal sıfatlarının hepsinin kazanılması ve bunlara hâkim olunması.

DEST ZEDEN: Farsça. Alkış. Murakabe, muhafaza.

DEST-GİR : Farsça, elden tutmak demektir. Allah.

DESTAN: Farsça, efsane, masal demektir. Tasavvuf! olarak menkıbe, hikâye. Dâsitan-i İbrahim Edhem: İbrahim Edhem'in menkabesi.

DESTÂR: Farsça. Başa giyilen takke, fes ve benzeri şeyler üzerine sarılan sarığa destâr denir. Kafesî ve örfî destâr diye türleri vardı. Mevleviler, buna saygı ifadesi olmak üzere, "şerif" kelimesini ekleyerek "destâr-ı şerif" derlerdi. Sarıkların yedi kadar çeşidi meşhur olmuş ve tutunmuştur: Cüneydî, Pâyeli, Kafesî Şeker-âvîz, Dolama, Hüseynî Kafesi, Örfî, Hüseynî. Tarikat şeyhleri daha çok Hüseynî sarık sararlar ki bu, aşağıdan yukarıya doğrudur ve yarısında yukarıdan aşağı doğru iner. Ortası kalınca, alt ve üst tarafları fâhirle aynı hizadadır. "Örfî Destâr", dikilmiş ve içine pamuk doldurulmuş, en az üç parmak kalınlığında, tülbentle aşağıdan yukarıya, yarısından sonra onun tersi olarak yukarıdan aşağı doğru sarılır. Her sargının arasında bir parça açıklık bırakılır. Alt tarafta ise, bir sarımı dümdüz sarılmış olur. Destâr denilen sarık, neyin üzerine sarıldı ise (fes, taç, sikke) o, sarımların üstünde gözükür. "Cüneydî Destâr" bunun yarısı kadardır. "Dolama Destâr", dümdüz sarılan destârdır. "Kafesî Hüseynî Destâr" ile "Kafesî Şeker-âvîz Destâr", tülbent dört kat edilip dikilerek iki parmak enliliğinde ve çoğu kez dokuz arşın uzunluğunda tülbentle sarılır. Alt tarafı kalın olur, üste doğru incelir ve taç sikkenin kalınlığına eşit bir halde bulunur, sağdan sola, soldan sağa sarılırken, her sarılan öbürünü tersine karşılar.

DESTÂR BAHA: Farsça. Destâr: sarık, bahâ: para, ücret demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ'nm evlatlarına sarık parası olmak üzere bir takım köyler vakfedilmişti. Bu köyler, "Evkaf-ı Celâliyye"ye dâhildi.

DESTÂR-PÛŞ: Farsça, destâr sarık, pûş giymek demektir. Sarık giyen. Mevlevî tabiridir. Sikkesine destâr sarabilme ayrıcalığına sahip kişi demektir.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
05:22
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 5 ::..
DESTÂR SUYU: Mevlânâ'nm sandukası üzerinde, sarık ucunun batırıldığı suya denir. Bu su, şifâ niyetiyle içilirdi. Mevlânâ'nm türbesine girince, sol tarafta sed üzerinde, gayet sanatlı bir kazan bulunur. Bu kazana, Mevleviler "Nisan Tası" derler. Mevlânâ'nm sandukası üzerinde bulunan yeşil kubbe (kubbe-i hadrâ) üzerine yağan nisan yağmurundan biriken su ile doldurulan bu kazana, Destâr-ı şeriflerin uçları batırılır, şifa bulmak inancında olanlardan isteyenlere verilmek üzere hazırlanır ve bu suya destâr suyu denirdi.

DESTÂR-I ŞERİF: Farsça-Arapça. Şerefli sarık demektir. Mevlevîlerin başlarına giydikleri, sikke üzerine sarılan sarık hakkında kullanılır bir tabirdir. Sarık, sikke giyenlerin arif olanlarına bir imtiyaz (ayrıcalık) olarak verilirdi. Destâr, Çelebî Efendi'nin icazetnamesi ile sarılabilirdi. Halim Çelebî tarafından verilen bir destâr icazetnamesi: "Dâhil-i tarıku'z-zevk ve'l-vicdân, sâlik-i meslekü'ş-şevk ve'l-irfan rûh-ı pürfütûhum arafetlû Mehmed Tahirü'l-Mevlevî Dede Efendi dâme feyzuhû tahiyyat-ı vâfiye ve teslimat-ı safiye iblağıyla inha olunur ki, fıtrat-ı zatîyenize mevhibe-i Rabbanî ve tevfîkât-ı semedânî olan fâdıl ve fazl-ı hakikiniz icâbınca cedd-i emcedim kutbü'l-arşı'l-hilâfe ve şeş semâü'r-re'fe kıbletü'l-ârifîn ve kıdvetü't-tâifîn sultanu'l-kâmilîn vâris-i ekmelü'l-mürselîn Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin azzamallâhü zikruhû ve radıyallahu anhu efendimiz hazretlerine ezelî ve ebedî intisab ile tarikat-ı aliyyemizde derkâr olan rabıta ve teslimiyet ve kıdeminize binâen neseben ve tarikaten daî-i fakire mevrûs ve mevhûb icâze üzerine mesnevîhanlara mahsus olan destâr-ı şerîf misillû kenarı açık destâr-ı şerîf sarınmak bu kere tarafımızdan destur ve icazet verilmiş olmakla eyyam ve leyâli-i mübareke ve resmiyyede hâme-i fazâil allâmenizi tâc-ı imâmedâr-ı evliyaullah ile tezyîn eyleyesüz. Baki vaffakanallah ve iyyaküm velhamdü lillah ve selâmün âlâ ibâdehillezine' stafâ fî cümâde'l-ûlâ sene ihda ve erbaîn ve selâsemie ve elf.

Cânişîn-i Hazret-i Mevlânâ Mesnevîhan
eş-Şeyhu'l-Fakîr Abdülhalîm b. Hazret-i Mevlânâ

Destârlar önceden dolama olarak sarılırken, Sultan Birinci Ahmed devrinde kafesli destârlarm sarılması yaygınlaşmış, Mevlevîler de, bu yeni usûlü uygulamaya başlamıştı. Mevlânâ, ayna karşısında sarık saran oğlu Sultan Veled'i görünce, onu men edip, dolama sarmasını tavsiye ettiği, menâkıbda yazılıdır.

DESTE GÜL: Farsça, gül destesi demektir. Kollu salta ile uzun cübbeye deste gül denir. Mevlevî dervişleri, bunu, hücrede giyerlerdi. Âyin sırasındaki giysileri tennure olup, bellerine elifî nemed denilen bir kemer sararlardı. Bektaşîlerin destegül dedikleri üstlük, Hayderîden uzun, cübbeden daha kısa ve kolsuzdu. Mevlevî destegülü, uzun kollu, belde biten bir tür Hayderiyye idi. Tennure üstüne de giyilirdi.

DESTUR: Farsça izin anlamına bir kelime. Bir yere girilirken, izin istemek üzere kullanılan bir ifade. Halk arasında "savulun, yol verin" anlamında da kullanılırdı. Bektaşîlerde nefes (ilahî) okuyacak can (yani derviş) önce "destur" der, baba (şeyh) nin "eyvallah" demesini beklerdi. Baba "eyvallah" demedikçe okuyamazdı.

Vermişdi mizac-ı hünerle destur Terk-i edeb etseler de mazur. Nâbi
Bir yere girmek için izin talebinde bulunmaya "destur istemek" denir.

DESTURSUZ BAĞA GİRİLMEZ : Bir mürişidin izni olmadan hakikate ulaşılamayacağını anlatan bir atasözü. Herhangi birinin haremine izinsiz girilememesi gerektiği, yine bu atasözü ile anlatılır. "Destur" diyen kişiye "Hû" sesi gelmezse, bu söz iki defa daha tekrarlanır; cevap alınamazsa, evdeki kişinin bir mazereti olduğuna hükmederek geri dönülür.

DESSUKİYYE: Bkz. Burhaniyye.

DEVERAN, DEVRAN: Arapça, dönmek demektir. Cehrî zikir tarikatlarının ayinlerinde, zikir dönüşle yapılır ki buna deveran denir. Meleklerin arşın etrafında, (Zümer/75) hacıların da Kabe etrafında dönerek Allah'ı teşbih etmeleri dönerek zikir için delil sayılmıştır.

DEVHATÜ'Z-ZEHEB: Arapça büyük altın ağaç demektir. Hz. Ali (r) ile ilgili olarak kullanılır. Çoğu tarikatların,kökü, Hz. Ali (r) ye dayandığı için, bu oluşuma, geneliyle birlikte Devhatü'z-Zeheb denir.

DEVİR: Arapça dönmek demektir. Maddi olarak görülen şu âleme düşen bir mevcut, önce cemad (cansız), sonra bitki, sonra hayvan, sonra insan şekillerinde tecelli eder, ve sonunda da "insan-ı kâmil" şekline dönüşür, Hakk'a vasıl olur. insan-ı Kâmil'e kadar olan çizgiye kavs-i nüzul (iniş yarım dairesi), insan-ı Kâmil ile başlayan Allah'a dönüş çizgisine (ulaşma) de kavs-i urûc (çıkış yarım dairesi) denir. Kavs-i urûc ile, varlık vücud-ı mutlaka yani aslına döner. Mebde ve meâdden bahseden bu harekete devir denir. Buna Bir'den gelen Çok'un tekrar Bir'e dönmesi denir. Kavs-i nüzul ile kavs-i urûc için, "Devre-i Ferşiyye" ve "Devre-i Arşiyye" tabirleri de kullanılır.
Devir, Mevlevîlikte döne döne yapılan semâya da denir. Devir bazen yanlış bir yorum ile tenasüh olarak anlaşılmıştır, ki bu doğru değildir. Tenasüh (reenkarnasyon), ölümden sonra ruhun başka birinin bedenine girmesi, yahut hayvan, bitki veya cansızlar âlemine gönderilmesidir. Tasavvuftaki devir de, başta Allah'ın bilgi ve irâdesi ondan sonra da, bu bilgi ve irâdeden insana kadar gelen bir maddî oluşum söz konusudur. Bu madde, cansızlarda varlığını korumak, bitkilerde büyümek, hayvanîlerdi (canlılarda) duymak, seslenmek hareket etmek suretiyle can kazanır. Fakat cansızlara, bitkilere, hayvanlara ait olan bu canlılık, (ruh-ı cemâdî, rûh-ı nebatî, ruh-ı hayvânî) geçici (fani) dir. Ana rahminde insana verilen ruh ise (ruh-ı insanî), ölümsüzdür. Ölümden sonra kıyamete kadar berzah âleminde kalacak, daha sonra hesap günü yapıp ettiklerinin sonucu olarak lütfa (cennete) veya azaba (cehenneme) duçar olacaktır.
Eskiden camilerde, namaz öncesi Kur'an okumakla görevlendirilen kişilere devirhân denirdi. Yine, birisi ölünce, onun ruhunu ta'ziz ve Allah'ın rahmetine nail olması için okunan hatim ve bu münasebetle yapılan dinî merasime devir hatmi denirdi. Osmanlı dönemi edebiyatında konusu "Devir" olan tasavvufî şiirlere "devriyye" adı verilir.

DEVR-İ KEBİR: Arapça, büyük devir demektir. Mevlevi tabiridir. Bayramlarda, bayram namazından sonra şeyh, dervişler ve sevenleri ile toplanıp büyük bir halka oluşturur, bayramlaşma yapılırdı. Buna Devr-i Kebir denirdi. Devr-i Kebir, aynı zamanda musikide bir usuldür.

DEVR-İ VELEDİ: Mevlevî tabiridir. Mukabele günü sema başlamadan evvel, şeyh önde, dedeler kıdem sırasına göre arkada olduğu halde, semahanedeki daire içinde, halka şeklinde üç defa gerçekleştirilen dolanma (devir)'ya, Sultan Veled Devri yani Devr-i Veledi denir.
Rivayete göre Devr-i Veledî, Mevlânâ'nın babasının hacda yaptığı tavaftan iktibas olunmuştur. Devr-i Veledî'de bir takım nükteler vardır. Önce, İsrafil'in Sur'a üfürüşüyle insanların mahşere gidişi tasvir olunur. İkinci olarak, varlıkların bâtın (gizli) dan ortaya çıkışı, seyr-i anillah, seyr-i illallah ve seyr-i fillah dereceleri canlandırılır.

DEVSE: Arapça dövme, çiğneme demektir. Bu Sadiyye'de bir âyindir. Üçyüz derviş yanyana yüzüstü yere yatar, şeyh de atıyla bunların üzerinden geçerdi. Bu bir sınavdı. Teslimiyeti zayıf dervişlerin kemiği kırılır, güçlü olanınki kırılmaz, şeklinde bir inançla yapılırdı. Mısır'da yapılan bu uygulama 1881 senesinde yasaklanmıştır.

DEYBİYYE: Ebu'l-Hasan Ali b. Hızm'd-Dîbî el-Hazrecî (ö. 719/1319) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
05:22
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 6 ::..
DEYİŞ: Alevî-Bektaşî edebiyatında, çoğunlukla hece vezniyle söylenmiş şiirlere deyiş adı verilir.
Bektaşiler bu tür şiirlere, genellikle "nefes" derken, Alevîler "deyiş" der. Batınî inanç sebebiyle, âyet diyenler de vardır.

DEYR: Arapça manastır demektir. Tasavvufî olarak şu anlamı ifade eder: İnsanlık alemi. Düveyre: Zaviye. Deyr-i muğan: Mecusi rahiblerinin ibadethanesi, muğların mabedi. Bu ifade, tasavvufî olarak arif ve evliya toplantısı anlamındadır.

DIŞ İÇİN AYNASIDIR : insanın yüzüne, onun şekline, çizgilerine bakarak iç dünyası hakkında yaklaşık bilgi sahibi olunabilir. Bu sebeple insanın yüzü, onun içini yansıtan aynadır derler. Bu, bir başka atasözünde şöyle tanımlanır: Küp, içindekini dışarı sızdırır. Küpün içinde bal varsa küpün dışına bal, sirke varsa sirke sızar.

DIŞ MEYDANCI: Mevlevî tabiridir. Şeyhin emirlerini dedelere (dedegân) ulaştırıp bildiren, tarikata girecek yeni dervişi şeyhin huzuruna götüren, Mevlevî dervişlerine dış meydancı denir. Büyük tekkelerde (âsitane) iki meydancı bulunurdu. Mutfak hizmetlerini görenlere iç meydancı veya içeri meydancısı denilirdi. Küçük tekkelerde bir meydancı olur, bütün işlere o bakardı. Meydancı, şeyh nereye giderse, yanında bulunur, hırkasını taşırdı. Şeyh, murakabe için mutfaktaki meydana gelince, iç meydancısının vereceği kahveyi şeyhe ve ihvana o dağıtırdı.

DIYA (veya ZİYA): Arapça ışık demektir. Hak, zatı itibariyle, idrak edilmeyen, kendiyle idrak olunmayan bir nurdur. Allah, isimleri bakımından, idrak olunan bir nurdur. Kendisiyle idrak olunan tarzda, kalpte yerleştiği zaman, nurlanmış basiret bu nur ile Allah'dan gayrisini müşahade eder. Işığıyla, yani ışığında müşahede eder, çünkü esmaya ait nurlar, akıl ile anlaşılabilmesi açısından karanlık (siyahlık) ile karışık haldedir. İşte bununla, onun parıltısı örtülü kalır. Allah'ın nuru, bulut ardındaki güneş ışığı gibi, gücünü kaybetmiş olarak zuhur eder.

DÎDÂR: Farsça, yüz, göz, görme, seyretme gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvuf? anlamı, sevgili, İlâhî güzelliği seyretmedir.

DÎDE: Farsça göz demektir. Hayır veya şer, Allah'ın herşeyi bilmesi.

DÎH: Farsça köy demektir. Allah'dan gayri herşey (masiva): mecazi ve iğreti varlık.

DİL: Farsça, gönül. Bu terim tasavvufta, nefs-i natıka, sırlar hazinesi, Allah'ın baktığı yer "Allah şekillerinize değil kalblerinize ve amellerinize bakar" hadis-i şerifi'nde bildirildiği gibi. ilâhî kemalin (olgunluğun) ve cemalin(güzelliğin) en güzel tecelli ettiği yer.

DİL-AGÂH: Farsça, gönül gözü açık, basiretli kişiyi anlatan bir ifade. Tasavvufî olarak: ermiş, gönül ehli, kalp gözü açık kişiyi anlatır.

DİLBER: Farsça, gönül götüren demektir. Tasavvufta tutukluk (kabz) halini bildirir. Bu, gönülde üzüntünün sevgi ile birlikte bulunduğu bir haldir.

DİLDÂR: Farsça gönüle sahip ve gönül sultanı, sevgili demektir. Tasavvufta genişlik (bast) halini ifade eder, ki bu da, sevinç ve sevginin bileşimi ile olur.

DlL-GUŞÂ: Farsça gönül fetheden, gönül açıcı anlamında bir ifade. Üns halinde salikin gönlünde ortaya çıkan feyz ve fetih (açılma).

DİLAL: Farsça naz demektir. Sevgilinin cilvesi yüzünden meydana gelen çok şiddetli aşk, şevk ve zevk sebebiyle sâlik'in iç âleminde oluşan ızdırap hali... Bu bir sarhoşluk hali olmamakla birlikte, iradeyi ortadan kaldırdığı için, sâlik, içine doğan herşeyi ifade eder, işte bu ifadeye, dilal yani naz denir.

DİLENMEK: Başta Kuzey Afrika'daki Hedeviye Tarikatı'nda görüldüğü üzere, mübtedî (başlangıç) durumundaki dervişlerin, nefis putunu kırmak maksadıyla kısa süre dilendirildiği görülür. Hindistan'da da, bazı tarikatlarda dervişler ellerinde keşkül (bir tür tabak) leriyle geçici bir süre için toplayıcılık yaparlardı; şimdi rastlanmamaktadır.

DİN: Arapça. Tasavvufî anlamı; tefrika (ayrılık) makamında ortaya çıkan inanç, aşk, sevgi şeklindedir.

Seni sevmek din ü imanım
İlâhî din ü imandan ayırma
Eşrefoğlu Rumî

DİNLENDİRMEK : Tasavvuf erbabı sönmek, söndürmek fiilini, muhtemelen, pasif buldukları için, onun yerine dinlenmek, dinlendirmek ifadesini kullanırlar. Dinlenmekte, aktivitenin en az noktaya çekilişi, yani az faaliyet söz konusudur. Sönmek fiilinde de tam anlamıyla faaliyetsizlik, eylemsizlik söz konusudur. Tasavvufta ise; gerek iç, gerek dış aktifliğin aynı anda sağlanması gibi bir durum söz konusudur. Bir mumun söndürülüşü, onun enerjisinin bitişini ifade eder. Halbuki mumun potansiyel (bilkuvve) olarak enerjisi varlığını sürdürmektedir, işte, bu bilkuvve enerji devam edişine, sönmek fiilini kullanmak bir çeşit paradoksu ortaya çıkarır. Bu yüzden, tasavvufta mum söndürülmez "dinlendirilir".

DİREK : Mevlevî tabiridir. Sol ayağa direk denir. Derviş semada dönerken sol ayağı sabit, sağ ayak da onun etrafında tur atar. Sağ ayak, sol ayağı döndürdüğü için "çark" olarak anılır.

DİREKTE DURMAK : Mukabele esnasında, bir mazereti nedeniyle semaya girmeyen derviş, sırtını bir direğe bağlayıp ayakta dururdu. Bu şekildeki dervişe Mevlevîler, direkte duruyor derlerdi. Semanın yarısında yorulanlar da, hırkalarını giyip direkte dururlardı. Bazan direkte beklemede olanlar, dördüncü selamdan sonra şevke gelerek, şeyh postunun önünden geçer, hırkalarını çıkarmadan sema'ya katılırlardı.

DİREK TUTMAK : Sema sırasında, olduğu yerde dönüp bir noktada sabit kalma pozisyonuna, direk tutma denir.

DİRİNİYYE: Şeyh izzeddin Ahled (ö. 694/1294} tarafından kurulmuş olup Rifaiyye'nin koludur.

DİRLİK-BİRLİK : Dirlik, huzur anlamındadır. Dinde, dilde düşünce ve yaşayıştaki birlik, toplumun dirliği, yani huzuru için gereklidir, işte bu nedenle, "nerede birlik, orada dirlik" derler. Bektaşî gülbanginde. bu ifade şu şekilde geçer: "Hak erenler, dirlikten-birlikten ayırmaya:"

DİSÂR: Arapça, üst elbisesi, gömlek, battaniye gibi anlamları olan bir kelime. Seyr ü sülükten, verilen görevler ifa edildikten sonra varılan kâmil kulluk mertebesi.

DÎVANEGÎ: Farsça delilik, divanelik, mecnun gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvufta âşığın aşkına yenilip kendine hâkim olamaması, âşık gibi anlamlara gelir.

DİZ ÇÖKMEK: Çalışmak, çabalamak anlamındadır. "Üstad önünde diz çökmek", bir hocadan ilim tahsil etmeyi ifade eder.

DOLABI: Mevlevi tabiridir. Mutfak eşyasının mahfuz bulunduğu dolaba bakan cana, dolabı denilirdi.

DON : Kılık, kıyafet, şekil anlamında Türkçe bir kelime. Donanma, donatmak gibi sözlerin kökü budur. Bir erenin başka bir şekle girmesi, mesela güvercin gibi görünmesi "güvercin donuna girdi, güvercin donunda göründü" diye ifade edilir. "Yas donu" siyah bir elbisedir. "Her dondan baş göstermek" her şekilde görünmek anlamındadır.​
 

kaptan-8

Co Admin
Local time
05:22
Katılım
21 Nisan 2008
Mesajlar
9,366
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Adana
TASAVVUFÎ TERİMLER (D)
..:: 7 ::..
DOST: Farsça bir kelime olup, Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Karşıt anlamlısı "düşman" kelimesidir. Tasavvufta ilâhî sevgi demektir. Aynı yolda olan kişilere, sufiler dost der. Ancak gerçek dost, Allah'tır ki, bu yüzden "dost Allah'tır" denmiştir.

Ol dost açtı gözümü
Gösterdi kendi özümü
Gönüldeki raz(sır) umı
Söyledüm dile geldüm. o .
Yunus Emre

DÖRT KAPI, KIRK MAKAM : Dört kapı: 1. Şeriat, 2. Tarikat, 3. Hakikat, 4. Marifet.
Şeriat, baba mesabesinde olup dinin inanç, ibadet ve muamelat esaslarının tümünü oluşturur. Birinci kapıyı gerçekleştirmek, şeriatı yaşamakladır.
Tarikat anadır. Şeriat bilgilerini oluş bazında tahakkuk ettirmek.
Marifet oğuldur. Bilgi-amel tevhidi bütünlüğünün sonucudur Hakikat ise torun olarak varılacak zirve noktasıdır. Her kapının on makamı vardır. (Şeriatın namaz, oruç, hac, zekat vs. gibi; tarikatın tövbe, inâbe, mücahede, hırka giyme vs. gibi). Dört kapının ayrı ayrı on makamı, toplam kırk makam eder.
Bu dört kapının bir başka ifade ediliş tarzı vardır: Şeriat farz, tarikat vâcib, marifet sünnet, hakikat nafiledir.

DER YÜZE: Farsça, dilencilik demektir. Kapı kapı dolaşıp dilenmek, sadaka toplamak. Hacı Bayram-ı Velî'nin yaşadığı devirde bir yardım sandığı kurduğu, bu sandığın gelirini, bizzat kendisinin mübarek aylarda tabii ve kös çalarak Ankara esnafından sadaka, zekat şeklinde dükkan dükkan dolaşarak sağladığını kaynaklar zikreder. Bunun için kullanılan "derviz: kapı tutan veya kapı döğen" tabiri, saçı sakalı uzun, üstü başı derbeder, kapı kapı dolaşıp para toplayan dervişler için kullanılır ki, bunlar toplama esnasında şiir ve ilahiler okurlardı.

DÖRTLER : Hiyeraşik veliler silsilesi içinde Rical-i llâhiyye denilen 4 Allah dostundan teşekkül etmiş gruba, "dörtler" denir. Bunlar gökte ma'lum, yerde meçhuldür. Zira halleri ruhanî, kalbleri semavîdir.

DÖRT KAPI SELAMI : Bektaşî tabiri olup bu selam şöyleydi. "Esselam ey nur-ı şeriat erenleri, Esselam ey pir-i hakikat erenleri, Esselam ey marifet erenleri, Esselam ey nur-ı hakikat erenleri."

DUVAZDE İMAM : Bkz. Oniki imam.

DUA: Arapça isteme, yalvarma, niyaz gibi manaları olan bir kelime, ihtiyaçların anahtarı, darda kalanların rahatladığı yer, muhtaçların sığınağı. Hal (dil değil) duasının kabul şansının çok fazla olduğu kaydedilir. Bazı meşayıh-ı kiram, en üstün duanın, rızâ ve sükût olduğunu söylerken, bir kısmı da, duayı bizzat ibadet olarak değerlendirir ve şu hadisi delil getirirler: "dua, ibadetin özüdür". Bu durumda yapılması yapamamasından daha iyidir. Ayrıca dua, Hakk'ın hakkıdır derler. Zira, onda kulluk zilletini ortaya çıkarma vardır. Bir grup grup sûfiler, Allah'ın takdir ettiğine rıza gösterip sükût etmenin daha evlâ olduğu görüşündedirler. Avamın duası dil ile, âriflerinki kalp iledir.

DUACI : Eskiden esnaf teşkilatındaki reislerden biri de, "duacı" idi. Fütüvvet teşkilatı, varlığını sürdürdüğü dönemlerde duacı, şeyhin huzurunda yapılan merasimde uzun dualar okurdu.

DUA-HÂN: Farsça, dua okuyan demektir. Tekkelerde zikir sonlarında dua yapan görevlilere, "dua-hân" denirdi. Bu görevli için "dua-gû" (duacı) tabiri de kullanılırdı.

DUDMAN-I BEKTAŞİYYE: Bektaşî ocağı.

DÜR: Farsça, uzak demektir. İlâhî rahmetten kısmen veya tamamen mahrum kalan, tembelliği nedeniyle, manevî eğitim sonunda bir hâle veya makama ulaşamayan.

DURAK : Zikir sırasında ve birinci fasıldan sonra tek, yahut iki zâkirin okuduğu, taksime yakın, ağır bir bestenin adıdır. Durak denilmesinin nedeni, zikre ara verilmesinden dolayı idi. Durak, her makamdan bestelenirdi.

DÜŞ: Farsça, omuz ve dün demektir. Hakk'ın ululuk sıfatı.

DÜCÂNİYYE: Ahmed ed-Dücinî (ö. X/XI. yüzyılın ikinci yarısı) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.

DÜNYA: Arapça yakın, alçak gibi lügat anlamlarına karşılık, üzerinde yaşadığımız şu gezegenin adıdır. Tasavvufta, dünya çeşitli şekillerde tanımlanmıştır:"!- Seni Allah'dan alıkoyan herşey, 2- imtihan yeri, 3- Ahiretin tarlası, 4- Geçici, fani yer. Dünya ile ilgili olarak dervişler: "Yalan dünya", "yalancı dünya", "dünya malı dünyada kalır" demişlerdir. Dünya ayrıca cadı, yılan, zehir ve fahişeye benzetilmiştir.

DÜNYA KELAMI : Aşk, zevk ve tasavvufî konular dışındaki yeme, giyme, geçim, spor, borsa, sinema vs. gibi hususlarda konuşma.

DÜR: Arapça, inci. İtaat etmek, Hz. Peygamber (s), insan-ı kâmil, insan ruhu.

DÜRDİRİYYE-İ HALVETİYYE: Hafe-niyye-i Halvetiyye'nin kollarından olup Şeyh Şehâbeddin Ahmedü'd-Dürdirî (1127/1715-1201/1786) tarafından kurulmuştur.

DÜRRE-İ BEYZÂ: Arapça, beyaz inci demektir. Tasavvufta ilk akıl. Şu iki hadis bu anlamı verir: "Allah'ın ilk yarattığı şey, dürre-i beyzâdır", "Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır".

DÜRR-İ SÜHAN: Arapça-Farsça, söz incisi veya inci gibi söz demektir. Tasavvufta mükaşefe halleri, maddî, manevî, hissî, aklî, İlâhî sır ve ibadetler vs. gibi anlamlarda kullanılır.

DÜRR-İ YETİM: Arapça yetim incisi veya tek inci demektir. Tasavvufî olarak iki anlamda kullanılır: 1- Hz. Muhammed (s). Bilindiği gibi, babası Abdullah, onun ölümünden önce vefat etmiş ve doğumdan yetim kalmıştı. 2- İnsan-ı Kâmil.

Çün ol dürr-i yetimdir bî bahane
Hakk'ın fazlı erip geldi iyane.
Bu terim "dürdâne", "dürr-i yekta" olarak da kullanılır.

DÜŞ : Rüya demektir. Esma (Allah'ın isimleri) yoluyla manevî eğitimi gerçekleştirmeyi amaçlayan tasavvuf okullarında düş, dervişe bulunduğu makamı gösterir. Mesela bir derviş rüyasında dağlar görürse, artık onun kalp mertebesini elde ettiğini ve bir sonraki derse geçmesi gerektiğini gösterir. Bu rüyaları, dinleyen şeyh, müride Allah'ın hangi isimlerini vird olarak çekmesinin icab ettiğini bildirir. Ancak, tasavvufta genel olarak rüyaya itibar edilmez. Zira rüyanın Rahmanî veya şeytanî olup olmadığı ancak, konunun uzmanı kişilerce ayırdedilebilir. Tabire muhtaç rüyaların analiz ve yorumunu yapmak için, Hz. Yusuf'un manevî mirası olan muabbir (rüya yorumculuğu) ligin elde edilmesi gerekir. Rüya ile çok meşgul olan müridlere, olgun sufiler, mübtedi (manevi yolun çoluk çocuğu) gözüyle bakarlar.

Düşe düşüp aldanma
Kendin hayrete salma
Senden gayri ne vardır,
Tabire muhtaç ola.
Gaybî
İnsanın, rüyadaki hayalleri ilgi odağı haline getirecek yerde, şu üç boyutlu deterministik dünyada, maddî gözle, sebep sonucun sağlam verilerine dikkat kesilmesi, ayağını sağlamca yere basması gerekir.

Rüyayı bırak Rüyete bak!...
Ahmed Amîş Efendi el-Halvetî
(Fatih türbedarı, ölüm tarihi 1920)

DÜŞKÜN : Varlıktan yokluğa, sağlıklı iken hastalığa, kuvvetli iken zayıflığa düşen kişiler için kullanılan bir ifade. Bu ifadeyle alakalı bir takım atasözleri, kültür zenginliğimiz içindeki yerini hâlâ korumaktadır: "Düşmez kalkmaz bir Allah", "düşenin dostu olmaz", "hele bir yol düş de gör", "düşkünün elinden tut, ki Allah da senin elinden tutsun", "düşenin üstüne basılmaz". Bu terim, tasavvuf? açıdan şeriata uygun davranmayan kişi için kullanılır. Şeriata aykırı iş yapan mürid, mürşidi tarafından yoldan düşkün edilir. Düşkün'e, yol (tarikat] dan uzaklaştırıldığı için, "yolsuz" da denir. Düşme için "yolsuzluk etmek", "yolsuz olmak", tabirleri de kullanılır.

DÜŞÜNCESİZ SUFİYE SOHBET HARAM : Her konuda takvayı gözeten, hep iyiye yöneliş tefekkürünü taşıyan, edebli olan, müridin nasihatten ibret almaya kabiliyeti var demektir. Bu durumda olmayan kişi için, sohbet bir fayda sağlamaz. Böylesi için sohbet haramdır.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst