Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

pişman olmıycaksınız okuyun sonuna kadar

melek_19

Guest
Local time
00:30
Katılım
11 Nisan 2006
Mesajlar
5
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
37
:lovely: ’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı

İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’

Jacgues Deval



Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen
çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir
başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış
dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş
türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya
dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri,
hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir
sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını
çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve
engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar
barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan,
en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri
kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular,
rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci
verirmiş insanlara.



İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz
adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani
doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge
ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine
getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız
saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu
yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği,
yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu,
temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.



Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında
koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller
pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen
rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş
sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey
öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur
uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür,
kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz
sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların
dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi
geçinmelerini öğütlermış.



İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış
çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı
içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk
yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının
başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her
canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.



Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin
suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını
sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi
yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık
acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç
bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık
duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da,
yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı
gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır
uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı
neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.



Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş:
görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç
mi hiç bilmezmiş.



Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz
ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu
ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel
çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak
derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği
gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış
kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak
lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar
arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar.
Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz
değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların
ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.



Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü
alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde
tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda
savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.



Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini
başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in
özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman
özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna
öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer
buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış,
bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle
eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.



Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların,
çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak
yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır
ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu
için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız
kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?



Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere
konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe
suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak
diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu
haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.



Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de
köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler
vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş Deniz’im,
yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu
yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz
acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı
duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini,
sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini
soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.



Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların
melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi
Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız
senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar,
uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.



Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına
kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş.
Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne etse önüne
geçemezmiş.



Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu
niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için
yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu
nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç
duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler
üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını
eliştirmeye çalışırmış.



Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin
yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de
herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış.
Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek
gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı
çocuğu olarak görürlermiş.



Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar
edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek
aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden
sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş.
Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla
geçirir olmuş.



Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu
insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına
kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…



Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel
güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi?
Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı?
Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz
dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve estetikten uzak, çirkin
apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama
yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.



Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde
kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve
dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip,
kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu
yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî. Günlerce gazetelere ilanlar
verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış.
Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi
verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat
bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi
yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını
yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç
vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine
günler, haftalar, aylar
geçmiş ama yakalayamamışlar.



Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada
pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi
patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli
görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer
ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler
düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.



Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel
çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler
düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun
demişler.



Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş,
kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim
adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.



İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış.
Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve
“kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş,
özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…



Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği
sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş
Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli
hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük
gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e
üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok
acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara
da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.



Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve
dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir
pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi
değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;



“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul
varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç
etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O
devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler
varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü
babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba
karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik
oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda
bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler
ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba
şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye
yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi
dendiğine
bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz
kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime
kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel
yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş.
Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü,
bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….



İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi
böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de
ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden
çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin,
ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık
ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç
anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya
bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak
halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu
bükük’’…



Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış
boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş,
ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince
bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna babasının üzgün,
perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in
ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu
fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.



Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis
otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e.
Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün
bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz
susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç
acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.”
Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarınada fisıldaşıp,
konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve
ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara
yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler
gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama
nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp
da Deniz’ i
özgürlüğüne kavuşturamamışlar.



Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel
ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ
demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar.
Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş
açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap
taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli
etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle
uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler
okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz
de kuşları……



İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren
çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların
yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..
 
F

fa77

Guest
inanmıyacaksın amasonuna kadar okudum :) kuşlar bir sabah birde akşam ötermiş he öğlen öten kuş görürsem ne olacak :D
 

melek_19

Guest
Local time
00:30
Katılım
11 Nisan 2006
Mesajlar
5
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Yaş
37
vallahi bilemiycem öğlen ötenin demekki hikayeden haberi yok....
 
F

fiesta73

Guest
mavi panter' Alıntı:
inanmıyacaksın amasonuna kadar okudum :) kuşlar bir sabah birde akşam ötermiş he öğlen öten kuş görürsem ne olacak :D
Sana inanmayıpda kime inanacağız. :smiles17: Gelelim "öğlen öten kuş görürsem ne olacak" sözüne. Bir şey olacağı yok demek ki öğlen öten kuşlar senin gibi bu yazıyı sonuna kadar okumamış da ondan haberleri yok.:puah: :puah: :puah:
 
F

fa77

Guest
fiesta73' Alıntı:
Sana inanmayıpda kime inanacağız. :smiles17: Gelelim "öğlen öten kuş görürsem ne olacak" sözüne. Bir şey olacağı yok demek ki öğlen öten kuşlar senin gibi bu yazıyı sonuna kadar okumamış da ondan haberleri yok.:puah: :puah: :puah:


:007: :ah: :007: :pepper:

:puah: :puah: :puah: :puah:
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst