Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

MAHALLİ VE MANEVİ HEYECAN KIRKPINAR (Halil Delice)

bymarti

New member
Local time
09:23
Katılım
4 Aralık 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
49
MAHALLİ VE MANEVİ HEYECAN KIRKPINAR (Halil Delice)

Yeryüzünü er meydanı bilenlerin, alperenlerin hatırasını yaşatan Kırkpınar 4 Temmuz’da başlayacak.
4 Temmuz (1898) “Türk gibi güçlü ve mert” sözünü Avrupa ve Amerika’ya ezberleten Koca Yusuf’un Atlas Okyanus’un sularında ebedi aleme göç ettiği tarihtir.
Her sene Kırkpınar’a farklı bir açıdan baktık. Bu sene de Kırkpınar’ı Koca Yusuf ve Milli Takımımızın hatırlattıkları açısından incelemek istiyoruz.
Bütün Türkler, bütün Müslümanlar ve bütün mazlumlar Milli Takımımızın başarısı karşısında niçin bizimle birlikte sevindiler.
Niçin olacak, Milli Takımımızın şahsında, zulme dur diyen, mazlumun yardımına koşan, sahip oldukları nimetleri Hakk’ın emaneti bilen alperenleri, Kırkpınar’ın doğmasına vesile olan akıncıları gördüler.
Mazlumlar, Alişlerini Kırkpınar’ın temsil ettiği manaya sahip çıkacak alperenleri bekliyor.
Kırkpınar’ın ne olduğunu anlamak için, doğduğu zamana, mekana, doğmasına sebep olan insanlara ve hadiselere bakmak lazımdır.

Doğduğu zaman; Osmanlı’nın Avrupa’yı bir daha çıkmamak üzere vatan tuttuğu zaman, doğduğu mekan, Osmanlı’nın o günkü serhat boyu, doğmasına sebep olanlarsa, gönül ile yüreği, güç ile bilgiyi kardeş kılan alperenlerdi.
Osmanlı hatırası Kırkpınar’ı anlatmaya nasıl doğduğuyla başlayalım.

GERÇEK EFSANE KIRKPINAR
Kırkpınar’ın doğuşuyla ilgili bilgiler efsanedir.
Ancak öyle bir efsanedir ki, tarih ve coğrafyayla, Türkoğlu’nun karakteriyle yüzde yüz uyuşan, gerçekle bu kadar iç içe olan başka bir efsane yoktur.
Kırkpınar’ın ilk doğuşu Sarı Saltuk’ladır. Sarı Saltuk kimdir?
Sarı Saltuk, Türk insanına Anadolu’yu ve Avrupa’yı hedef gösteren Türkistan’ın büyük evliyası Ahmet Yesevi Hazretlerinin talebesinin, talebesi bir alperendir.

Hocasının işaretiyle Türk oğluna Avrupa’yı vatan kılmak üzere, arkadaşlarıyla birlikte Anadolu’ya gelir. Burada Peygamber Efendimizi rüyasında görür.
Peygamber Efendimiz, rüyada Sarı Saltuk’a, “Edirne’yi fethet. Bu diyar, darünnasırdır (yardım diyarıdır), burasını küffar elinde komayın” der.
Bu işaret üzerine Sarı Saltuk ve beraberindekiler Çanakkale Boğazı’na ulaşırlar.
Ve Trakya’ya, (Rumeli’ne, Avrupa’ya) ayak basarlar. Tarihi 1263 idi.
Yani Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Süleyman’ın Rumeli’ye geçişinden 91 yıl önce, Sarı Saltuk ve arkadaşları Rumeli’ne geçtiler.
Yollarına devam ederek, Edirne’ye geldiler ve 1264 yılında Edirne’yi fethettiler.
Edirne’nin fethiyle birlikte burada Kırkpınar güreşlerini başlattılar. Edirne’yi terk ettikleri 1304 yılına kadar Kırkpınar güreşlerine devam ettiler.
Demek ki, Kırkpınar’ın asıl başlangıç tarihi, bugün kabul edilen başlangıç tarihinden 98 yıl öncedir. Sarı Saltuk, kendisi bir cihan pehlivanıydı, dünya şampiyonuydu.
Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Şehzade Cem’in Edirne Valiliği sırasında Ebul Hayr-i Rumi’ye Sarı Saltuk’un hayatını anlatan Saltukname isimli kitap hazırlatır
Sarı Saltuk’un asıl kabri, Romanya-Dobruca’daki Babadağ şehrindedir.
Kabir bugün ayaktadır, Türkiye tarafından tamir ettirilmiştir.
Sarı Saltuk, ölüm döşeğinde talebelerine;
“Evlatlarım, ben öldüğümde yedi tane tabut hazırlayın. Yedi millet, benim kendilerinden olduğumu söyleyerek cesedimi isterler, her isteyene verirsiniz” diye vasiyet eder.
Hakikaten de, Sarı Saltuk öldüğünde yedi millet gelir, kendilerine yedi tabut verilir. Her tabutun içinde Sarı Saltuk’un cesedi vardır.
Sarı Saltuk’un bizim bildiğimiz kabirleri;
Romanya-Babadağ, Bulgaristan Varna-Kaligra, Bosna-Blagay, Kosova-Prizren, Kırklareli-Babaeski, İznik, İstanbul-Rumeli Feneri, Niğde Bor ve Tokat Sarı Saltuk Köyü’ndedir. Ayrıca sayısız yerde de makamı vardır.

KIRK PINAR DOĞAR
Gelelim Kırkpınar’ın Osmanlı zamanında doğuşuna. 1350’li yıllardı.
Osmanlı’ya Anadolu dar geliyor, yeni ufuklar, Boğazı geçip Avrupa’ya kanat açmak için çırpınıyordu.
Orhan Gazi oğlu Şehzade Süleyman’ı Avrupa’ya (Rumeli’ne) geçmekle görevlendirdi.
Mevlana sevdalısı genç şehzade, kırk alperen arkadaşıyla, Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasındaki Çardak kasabasına geldi.
Bir mübarek gecede Salcı Baba’nın yaptığı sala bindiler. Deli Kızıl Sultan isimli bir meczup kendisini de almalarını ister. Kabul etmezler. Yola çıkarlar.
Gürültü üzerine döner bakarlar ki Deli, kucağını kumla doldurmuş saçıyor, saçtığı yerde kara yürüyor. Bakarlar ki, boğaz kapanacak, onu da sala alırlar ve Rumeli’ne geçerler. Tarihler 1354’ü göstermektedir.
Bu geçişi tarihçiler, Türk tarihinin en önemli üç hadisesinden biri olarak zikretmektedirler (Diğer ikisi, Türklerin Müslüman olması ve 1071 Malazgirt zaferidir.)
Şehzade Süleyman, bu geçiş sonrası atından düşerek, şehit olur. Alperenler tarafından Gelibolu-Bolayır’a defnedilir, atı da hemen yanına. Bu, binlerce yıldır devam eden bir alp geleneğidir.
Akın başlamıştır, durmak yoktur. Şehzade Murat, bayrağı yere düşmeden ağabeyinin elinden alır. Trakya içlerine ağabey yadigarı alperenlerle akmaya devam eder.
Akıncı, alperen, her an savaşa hazır kimse demektir. Güreş de savaşa en güzel hazırlık vasıtasıdır. Kırk yiğit fırsat buldukça birbirleriyle güreşmektedirler.
38’i güreşlerini ayırmıştır. Ancak iki yiğit bir türlü yenişemezler. Yolları Edirne yakınlarına, Arda nehri boylarına, bu güzel nehir kenarındaki, Simovina yakınındaki çayırlığa düşer.
Yine güreşirler. Ama iki can yiğit yine yenişemezler. Pes etmeyi de birbirlerine ihanet görürler.
Güreş, savaşa hazırlık olduğundan, ustalık, kuvvet, maharet gibi sahip bulundukları bütün güçleri kullanırlar.
Akşam olmuştur, güreşleri hâlâ devam etmektedir. Gönülceğizleri, bu kadar yükü kaldıramaz. Emanetleri, sahibine teslim ederler. Şehit olmuşlar, çalışmakla kazanılabilecek en yüksek dereceye kavuşmuşlardır.
Bugün bazılarının zannettiği gibi birbirlerine üstünlük kurmaya çalışırken ölmemişlerdi. Bu şekilde öldüklerini söylemek, onları birbirlerinin katilleri olarak kabul etmektir.
Onların niyeti, savaşa hazırlıktı. Savaşa hazırlık da savaş gibidir. Bu esnada ölenler de tıpkı savaşta ölmüş gibi şehittirler.
Şehzade Murat ve can yoldaşları iki şehidi canlarını teslim ettikleri yere defnederler ve Avrupa içlerine sefere devam ederler.
Günler sonra bir Fatiha okumak için arkadaşlarını defnettikleri mübarek mekâna uğrarlar. Bir de bakarlar ki, bu mekanda, kırk tane pınar doğmuş, Arda’ya doğru akıp gitmekte.
Bunu, arkadaşlarının Allah rızasına, Kırklar derecesine kavuştuğunun işareti sayarlar. Buraya “Kırklar Pınarı” derler, söylene söylene “Kırkpınar” olur.
 

bymarti

New member
Local time
09:23
Katılım
4 Aralık 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
49
1361 yılında Edirne fethedilir. Edirne’yi fetheden ordunun başında, Murat Hüdâvendigar vardır, babası Orhan Gazi vefat etmiş, padişah olmuştur.

Padişah ve alperenler, bugün Selimiye Camisi’nin bulunduğu yere gelirler, ellerini ve gönüllerini kaldırırlar.
“Ya Rabbi, Peygamber Efendimizin fethedilmesini istediği, Sarı Saltuk’un hatırası bu güzel belde, kıyamete kadar Türkoğlu’nun elinde kalsın, bu beldede evliya, alperen, yiğit kulların hiç eksik olmasın, burada bir mabedin inşa edilsin ki, eşi benzeri bulunmasın”
diye dua ederler, gökteki melekler ve gaziler “amin” derler.
Böyle bir dua ve böyle bir “amin” Hak dergâhında reddedilmez.
O günden bugüne Edirne’de evliyalar, yiğit insanlar eksik olmaz, senede bir yiğitler er meydanında harman olur, Türkoğlu’nun kızıl elmasına işaret eden Selimiye Camii buraya inşa edilir.
Edirne, inşallah kıyamete kadar da elimizde kalacaktır.
Kırkpınar’ın Edirne’de doğması da son derece manidardır. Edirne, o gün için Osmanlı’nın serhatidir, sınır boyudur.
Osmanlı Viyana’ya kadar uzanmış ama sonunda Edirne’ye kadar çekilmiş, 550 yıl sonra Edirne yine serhat boyu olmuştur.
Ecdadımız sanki bu günleri o günden görmüşler, sınırımızın tekrar Edirne’den başlayacağını bilmişler, Selimiye Camisi’ni ve Kırkpınar’ı, Sarı Saltuk hatırası bu güzel şehre münasip görmüşlerdi ki, hatırlattıkları mana hiç bir zaman unutulmasın, serhat boylarını, vatan, sahip olunan güzellikleri savunmak için daima güçlü olunsun...
Kırkpınar efsanesi, tarihi ve coğrafi gerçeklerle tamamen uyum içinde ve binlerce yılda oluşan milli vicdandan doğan bir efsanedir.
Efsanenin geçtiği coğrafyaya ve efsanede ismi geçenlere bir bakalım.

O MEKANLARI GÖRDÜM
Salcı Baba’nın kabri, bugün Çardak’ta salların yapıldığı söylenen yerde harap vaziyette hâlâ ayaktadır.
Deli Kızıl Sultan’ın kum saçarak meydana getirdiği yol, bugün de, Çardak’tan Çanakkale Boğazı’nın içine doğru uzanmaktadır. Osmanlılar zamanından beri her yıl, bu kumlarda 26 Ağustos’ta Kum Günü yapılmakta, bu kum şifalı kabul edilmekte ve yağlı güreşler organize edilmektedir.
Prof. Dr. Ömer Lütfü Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri “ kitabında, Deli Kızıl Sultan’ın Yunanistan’ın Dimetoka şehrinde türbe ve dergahının bulunduğunu yazmaktadır.
2002 yılında Yunanistan’a yaptığımız seyahatte Deli Kızıl Sultan’ın dergah ve türbesinin ayakta olduğunu gördüm.
Efsanede ismi geçen Kırkpınar çayırı, bugün Yunanistan topraklarında, Simovina Köyü yakınındadır. 1913 yılına kadar güreşler burada yapılırdı.
1901 tarihli Edirne Salnamesi’nde, Selim’in Mezarı’ndan ve Kırkpınar Çeşmesi’nden bahsedilmektedir.
Hangi Selim? Kırkpınar’ın doğmasına sebep olan iki alperenden biri olan Selim.
Hangi Çeşme? Kırkpınar’ın doğmasına sebep olan iki şehidin gömüldüğü mezar başında, kırk pınardan meydana gelen çeşme.
2002 yılında bütün bunları yerinde görmek kısmet oldu.
Hangi efsane bunlardan daha sağlam temellere, gerçeklere sahiptir. Kırkpınar efsanesi, tarihi ve coğrafi gerçeklerle doğrulanmaktadır.
En önemlisi de, bu efsane, yüzlerce yıldır, en güzel gerçek olarak Türk milletinin gönlünde, maşeri vicdanında yer bulmuştur.
Kırkpınar’ın doğmasına vesile olan Sarı Saltuk, Şehzade Süleyman ve kırk arkadaşı alperendi.
Alperenler kimdir ve alperenlerin kızıl elması Kırkpınar nedir?
Alp, kuvvet, cesaret, fedakârlık, dayanıklılıkta ve her türlü silahları kullanmakta eşsiz, geçilmez, yiğit kişi demektir.
Eren ise, Allahü Teala’ya yakın, nefsi isteklerinden vazgeçmiş, İslam ahlakının en güzeline kavuşmuş, başkalarının huzuru ve ebedi saadeti için yaşayan, her hareketiyle alemlerin efendisi hazreti Peygamberimize benzemeğe çalışan, evliya, hakiki insan demektir.
Alplik ve erenliğin bir kişide birleşmesiyle alperen denilen, insanlığın zirvesi, gönül ve yüreği kaynaştıran, tarihin yazmağa doyamadığı güneşler doğar.

Onlar, barışta karıncayı ezdiklerinde oturup ağlayan, ancak savaşta düğüne gidercesine ölüme, şehitliğe giden, binlerce kişiye bedel olan yiğitlerdi.
Alpler, Türk milletiyle birlikte tarih sahnesine çıkmışlardır.
Türk destanlarına göre alpler, dünyanın yaradılışıyla birlikte doğmuşlardır.
Türk milletinin İslamiyet’i kabulüyle birlikte alpler, alperen olmuşlardır.

ALPERENLERE DUYULAN HASRET
Türkler için alplik en büyük şerefti. Alp için atı çok önemliydi. Alp atının ismiyle anılırdı. Kıratlı Cotay Alp gibi.
At, hayatta ve ölümünden sonra alpin arkadaşı sayılırdı. Bu sebepten, alplerin hemen yanına en çok sevdiği atı gömülürdü.
Kırkpınar’ın doğmasına vesile olan Şehzade Süleyman’ın Gelibolu Bolayır’daki türbesinin hemen yanında atı da gömülüdür.
Alp öyle meziyetlere sahipti ki, bir alp, ordu, devlet kurucusu demekti. Göktürk, Gazne ve Timur imparatorlukları, Kölemen, Anadolu Selçuklu Devleti, Eyyübi, Tulunoğulları Devletleri bir alpin kurduğu devletlerdi.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin silah arkadaşları; Turgut Alp, Saltuk Alp, Aykut Alp gibi alplerdi.
Aşık Paşa (1272-1332), eserinde, alpliğin şartını 9 olarak anlatmakta, iman, akıl, cesaret ve nefsini yenmekle birlikte, iyi bir at ve silahın, alpliğin temel şartı olduğunu yazmaktadır.
Osmanlı ve Selçuklu Türklerinin ataları Oğuz Türkleri (Türkmenler) hakkında bu anlattıklarımız zerre abartma yoktur, tarihi hakikattir.
1876 yılında, Güney Türkistan’da Seyhun kenarındaki Türkmenleri ziyaret eden Amerikalı gazeteci Henry Mac Gahan, “Türkmenler, insanların en cesurları, en mert, en kahraman ve misafirperverleridir.
Kadınları da ihtiyaç olduğunda erkekleri gibi korkusuzca savaşırlar. Savaşta, bir Türkmen en az beş düşmana bedeldir”
diye yazmaktadır.
Günümüzde bunalan Türk Milleti ve Kırkpınar er maydanı, nice kızıl elmaları hedeflemiş alperenlerini beklemekte, bu bekleyişle Milli Takım’ın galibiyetiyle Mohaç Meydan Savaşını kazanmış gibi sevinmektedir.
Edirne’yi fetheden alperenler, bugünkü Selimiye Camisi’nin bulunduğu tepeye gelip, “Ya Rabbi! Burada öyle bir cami inşa edilsin ki dünyada eşi benzeri olmasın. Bu belde, Kıyamete kadar Türk ve Müslüman kalsın. Bu diyarda alperen kulların hiç eksik olmasın” diye dua etmişler.
Biz, bu duanın kabul olduğuna ve Türk milletinin bağrından nice alperenlerin doğacağına inanıyoruz.
Milli Takımımızın galibiyetiyle akıl almaz şekilde seviniş, alperenlere duyulan hasretin neticesidir.
 

lececafe

Co Admin
Local time
09:23
Katılım
23 Aralık 2005
Mesajlar
5,461
Tepkime puanı
10
Puanları
0
Yaş
48
bilgiler için teşekkürler
 

bymarti

New member
Local time
09:23
Katılım
4 Aralık 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
49
Yağlı güreşte, Batılının hiç tanımadığı, bizlerin de unuttuğu güzelliklerden bahsetmek istiyoruz.

Yağlı güreş için pehlivanlar, er meydanına, Kıbleye karşı durduktan sonra, “Allah Allah” nidaları, dua ve Hazreti Muhammed’e salavatlarla salınır.
Pehlivanlar, niçin bu şekilde er meydanına gönderilir?
Türk askeri, cenge de bu şekilde gönderilir de onun için.
Kırkpınar güreşleri, barış zamanında harbe hazırlığı, sahip bulunulan maddi-manevi değerlere sahip çıkmak için, madden ve manen güçlü olmayı sembolize ettiği için, cenkteki bütün özellikler, yağlı güreşte de vardır.
Asker, savaşta, mehter marşlarıyla, yağlı güreşçilerse, davul zurnanın vurduğu kahramanlık türküleriyle coşmaktadırlar.
Türkün hayatında, davul zurna üç yerde çalınır: Düğün, savaş ve güreşte.
Savaş, sahip olunan güzelliklerin düşmana karşı savunulmasıdır.
Güreşse, nefis, şeytan ve kötü arkadaşla (çevreyle) savaşa hazırlıktır.
Düğün ise, aile, şeref ve namusa sahip çıkmaya, bunlar için her türlü fedakârlığı yapmağa işaret eder.
Osmanlılar zamanında ve Cumhuriyet’in başlarında Kırkpınar, Hıdrellez günü başlardı.
Nasıl Türk orduları sefere baharda çıkıyorlarsa, pehlivanlar da baharın müjdecisi Hıdrellez günü er meydanına çıkıyorlardı.
Yağlı güreşte asıl olan ustalık, bilgi, kuvvet, cesaret ve metanettir. Kilo ve yaş sınırlaması yoktur.
Bileği ve yüreği güçlü, 50 kiloluk 60 yaşındaki ihtiyar hak etmişse başta güreşebilir.
Geleneksel yağlı güreşte, zaman sınırlaması yoktur. Bugün, güreşleri, planlanan zamanda bitirebilmek için zaman sınırlaması getirilmiştir.
Ağa, güreşçilerin ve misafirlerin ev sahibidir, Kırkpınar’ın gerçek reisidir, ancak bugün ağanın görevi yalnızca semboliktir.
Türk yağlı güreş geleneğinde, bir pehlivan bütün rakiplerini yendikten sonra, kispetini, Kâbe’ye astırırdı. Bu, “Güreşte rakiplerimi yendim, ancak senin nimetlerine şükretmekten aciz bir kulunum” demektir.
Yağlı güreşte, güç ve oyun olarak birbirlerine eşit pehlivanlar, birbirlerinin güreş hayatlarını söndürmemek için “Kardeş Pehlivan” ilan edilir ve bir daha ciddi güreş tutmazlardı.
Türk güreş tarihinin en meşhur kardeş pehlivanları Adalı Halil ve Kurtdereli Mehmet pehlivanlardır.
Peşrev, yağlı güreşçilerin, güreşe başlamadan önce ısınmak için yaptıkları, yağlı güreşin manasını anlatan birçok güzellikler gizli ısınma hareketleridir.
Yağlı güreşte, peşrev başlı başına bir destandır.
Peşrev, Türk oğlunun vatan tutmak için Türkistan’dan Anadolu’ya oradan da Avrupa’ya akışının ifadesidir, Türk oğlunun tarih macerasını anlatır.
Peşrev, Türk oğlunun sembolleri, ‘ok, yay, at, kurt ve kartal’ın figürleriyle donatılmıştır.

EY PEHLİVAN GURURLANMA
Peşrevdeki güzellikler, ciltler dolusu kitapla anlatılmaz. Biz kısaca vermeğe çalışalım.
Peşrevin başlangıcında, pehlivanlar diz çöküp, sağ elini toprağa dokundurduktan sonra, üç defa, dizine, dudağına ve başına götürürler.
Bu, “Ey pehlivan, gücün, ustalığınla mağrur olma, topraktan geldin, yine toprak olacaksın, sahip bulunduğun nimetlerin hesabını vereceksin, gücün, malın fazlalığı, mesuliyeti fazlalaştırır” manasındadır.
En zor şey; güçlü, galipken adaletli olmak, yani adalet karşısında boynunu bükmek, mağlubiyeti kabul etmek, zulüm etmemektir.
Nitekim 2002 yılında 11 Eylül sonrası Afganistan, Çeçenistan, ve Doğu Türkistan’daki, daha sonra Irak ve Filistin’deki gelişmeler, günümüzdeki güçlülerin, adil olamadıklarını, kuvvetlerini zulüm yolunda kullandıklarını göstermiştir.
Olimpiyatlar, tam olarak insanı ilahlaştırmanın, insan bedenini putlaştırmanın, ruhu, ruhi güzellikleri inkârın arenasıdır. Günümüz Batı medeniyetindeki insanlık anlayışının aynasıdır.
Olimpiyatlar, dünden bugüne, milyarlar arasından daha çok zıplayanı, daha çok güçlüyü, daha çok koşanı, mızrağı, gülleyi daha uzağa fırlatanı seçme, bunları allayıp pullama, efsane olarak pazarlama organizasyonlarıdır.
Ne yazık ki, daha çok zıplayan, daha çok konuşan değere bindikçe, daha merhametli, daha adaletli, daha çok yardımsever, daha bilgili, daha insanlar, gönül ve bileği kaynaştıranlar enayi gibi görüldü.
Kırkpınar’ın doğmasına vesile olan bizim kültürümüzde, inancımızdaysa esas, “insanın putlaştırılmasının, ilahlaştırılmasının her anlamda önüne geçilmesi, onun yüce Yaradan’ın aciz bir kulu olduğunun” kesinkes belirtilmesidir.

BUĞDAY BAŞAĞI GİBİ
Kırkpınar geleneğinde güç, kuvvet, ustalık, pehlivanlık, mal, evlat, zenginlik çoğaldıkça, mesuliyet de büyür.
Bunlara sahip olanlar, “Bütün iyilikler, güzellikler, Allahü Tealadandır, bu nimetlere nasıl şükrederim?” endişesine düşerler,
bunlara şükredebilmek için, bu nimetlerle bütün canlılara faydalı olabilmek için gayret ederler, nimete kavuştukça, benim deyip başını dikmezler,
tam tersi “Rabbim, senin ihsanların, nimetlerin üzerimde ne kadar çok” deyip buğday başağı gibi boyun bükerler.
Güreşçiler, peşrev esnasında, eliyle rakibinin paçasına dokunurlar, ellerini dudaklarına, sonra da başına götürürler.
Bu, “Ben pehlivanlıkta, senin ayağının tozu olamam” demektir.
İkinci manasıysa, rakibinin en büyük silahı olan paçalarının sağlam bağlanıp bağlanmadığını kontrol etmektir.
Bu nasıl spordur ki, rakibinin en önemli silahının çalışıp çalışmadığını kontrol ediyor.
Rakipler, birbirlerinin sırtlarını sıvazlarlar, bu; hem rakibinin iyi yağlanıp yağlanmadığını kontrol etmek hem de helalleşmektir.
Kispet, 40 parçadan yapılır, bu kırklara, evliyalara işarettir.
Kispetin kasnak sicimine üç düğüm atılır.
Birinci düğüm, Allah’a kulluğa, ikinci düğüm Hazreti Muhammed’e ümmet olmağa, üçüncü düğüm de pirin, ustanın hakkına işarettir.
Paça bendi, üç kat sarılır, bunlar tasavvuftaki; şeriat, tarikat ve hakikat üçlüsüne işaret eder.
Kısacası, Osmanlılar zamanında kurulan Güreş Tekkelerinde, (Spor Akademilerinde), tasavvuf, Ahilik terbiyesi ve eğitimi aynen geçerliydi.
 

bymarti

New member
Local time
09:23
Katılım
4 Aralık 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
49
Kispet, iki rekat namaz kıldıktan sonra abdestli olarak sırtında yere kadar uzanan beyaz gömlek varken giyilir.
Bu şekilde, hem pehlivanın avret yerleri gözükmemiş olur hem de pehlivan, şehitlerin yadigarı bir sporu yaptığını hatırlar.
Beyaz gömlek, şehidin kefenine işarettir. Ancak günümüzde pehlivanlar buna dikkat etmemekte, avret yerleri meydanda giyinmektedir.
Önceden, ilk defa kispet giyilişinde Kispet Giyme Töreni yapılırdı.
Kispet giyen, ateşten gömlek giymiş sayılırdı, artık o pehlivan, kispetin hakkını vermeye, tam bir alperen gibi davranmaya, haktan, adaletten, ahlakın en güzelinden ayrılmamaya mahkumdu, eğer ayrılırsa güreşten men edilirdi.
Osmanlılar zamanında, güreşçiler, Trakya Fatihi Paşayiğit’in kabrini ziyaret ettikten sonra, Macar kralının kızı ve akıncı beyi Serdar Ali Bey’in hanımı Mehtap Hatun’un mezarını ziyaret ederlerdi.
Mehtap Hatun’un kabrini ziyaretin manası neydi? Bu, Avrupa’yı vatan tutuşun, gönülleri fethin işareti miydi?
Kırkpınar, önceki bölümde anlatmağa çalıştığımız alperenlerin, kızıl elması, ulaşmak için her türlü fedakarlığı göze aldıkları hedefleriydi.
Kızıl elma, Türk oğlunun, can ve mal her türlü fedakarlığı göze alarak ulaşmak istediği hedefiydi.
Türkoğlu’nun ilk büyük kızıl elması, İstanbul, sonraki de Avrupa’ydı, her Türkün en büyük kızıl elmasıysa şehit olmaktı.
İşte Kırkpınar, anlatmaya çalıştığımız alperenlerin, kızıl elması, ulaşmak için her türlü fedakarlığı göze aldıkları hedefleriydi.
Kızıl elma, Türk oğlunun, can ve mal her türlü fedakarlığı göze alarak ulaşmak istediği hedefiydi.
Kırkpınar yağlı güreşleri, karakucak güreşlerinin yağlı yapılanıdır. Her iki güreşte, boy (kategori) ve güreş şekli birbirinin aynıdır.
Kırkpınar yağlı güreşleriyle Türkiye’nin dört bir tarafında yapılan yağlı güreşleri teknik özellikleri aynıdır.
Güreşlerin yapılışı bakımından Kırkpınar’a has özellikler yoktur.

AYAK, ORTA, BAŞ
Yağlı güreşte, insan vücudundan ilham alınarak üç ana boy; ayak, orta ve baş vardır.
Bu üç ana boy, güreşçi katılımına göre dokuz boya kadar çıkabilir.
Günümüz Kırkpınar yağlı güreşlerinde şu boylar vardır:
1-Minik boy (12 yaşından küçükler, katılıma göre Minik1, Minik2 diye ikiye ayrılır)
2-Teşvik boyu (12-15 yaş arası)
3-Deste Küçük Boy (15-18 arası, azami 65 kilogram)
4-Deste Orta Boy (15-18 yaş arası, azami 75 kilo, bir yıl önce alt boyda birinci olanlar)
5-Deste Büyük Boy (18 yaşını doldurmuş olanlar, deste orta boyda bir yıl önce birinci olanlar, azami 80 kg.)
6-Küçük Orta Küçük Boy (Deste büyük boyda birinci olanlar, azami 85 kg.)
7-Küçük Orta Büyük Boy (Küçük orta küçük boyda birini olanlar, azami 90 kg.)
8-Büyük Orta Boy (Küçük Orta Büyük Boyda birinci ve ikinci olanlar)
9-Başaltı (Önceki seni Büyük Orta Boyda birinci ve ikinci olanlar)
10-Baş Boyu (Bir yıl önce başaltında birinci olanlar, 90 kg üzeri olup da minderde Avrupa, Dünya ve Olimpiyat şampiyonu olan, geleneksel organizasyonlarda baş boyda birinci olanlar)
Günümüzde Kırkpınar dahil yağlı güreşler, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü tarafından çıkarılan Yağlı Güreş Müsabaka Yönetmenliği’ne göre düzenlenir.
Yağlı Güreş, organizasyonları Güreş Federasyonuna bağlı Yağlı Güreş Komitesi tarafından yürütülür.
Hakem, cazgır, davul ve zurnacılar bunlara bağlı olarak çalışır.
Güreşler, kura usulüne göre yapılır, yenilen elenir.
Geleneksel yağlı güreşlerde zaman sınırlaması yoktu, güreşlerin ertesi güne kaldığı da olurdu.
Ancak, güreşlerin planlanan gün ve saatte bitirilebilmesi için zaman sınırlaması getirilmiştir.

YAĞLI GÜREŞ MAGAZİNLEŞTİ
Büyük ortaya kadar (büyük orta hariç) güreş süresi 30 dakikadır. Büyük ortadan yukarı 35 dakikadır.
Eğer bu süreler içinde yenişme olmazsa 10 dakika puanlama güreşi yapılmaktadır.
Yağlı güreşin en önemli oyunları kispet üzerinde alınır. Bunun için paçaları sıkı bağlamak çok önemlidir.
En önemli oyunları, künde, elense, tırpan, yanbaş, kılçık, kazık, sarma, kurt kapanı, boyunduruk, çaprazdır.
Rakibi paçaları bırakınca boyunduruğu boşaltmak gerekir. Elleri ensede birleştirerek alınan çift sarma, kurt kapanı oyununun devamlı uygulanması yasaktır.
Eskiden küçük organizasyonlarda cazgır, hakemlik görevi de yapmaktaydı. Günümüzde her organizasyonda hem kule, hem de meydan hakemleri görev yapmaktadır.
Yenik sayılma, göbeğin gökyüzünü görmesi ile olur. Buna göbeğin yıldız görmesi denir. Omuzların yere değmesi şart değildir.
Rakibini yerden kaldırarak üç adım yürümek veya kendi ekseni etrafında daire çizmek de yeniş için yeterlidir.
Önceden yaş sınırlaması yoktu. Günümüzde pehlivanlar kırk yaşına kadar yağlı güreş yapabilir. Bu yaştan sonra güreş yapabilmeleri için bir önceki sene ilk on altıya girmeleri gerekmektedir.
Başta Kırkpınar birincisi olanlara yaş sınırlaması yoktur.
Zamanın değişmesi, görsel medyanın çeşitlenmesi ve her yere girmesi, eğlence sektörünün çok gelişmesi, yağlı güreşi de etkiliyor.
Bunun yanında yağlı güreşi yapanların, yağlı güreşi idare edenlerin, yağlı güreşin tarihi, kültürel, manevi yönünden haberdar olmamaları, yağlı güreşi köklerinden kopma aşamasına getirmiştir.
Bir vatan ediniş destanı olan, Türk’ün dünya görüşünü, hayata bakışını canlandıran, alperenler hatırası olan yağlı güreş, tamamen gösteri, eğlence vasıtası olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Yağlı güreşin geçim kaynağı, para kazanma vasıtası haline gelmesi, pehlivanları televizyonlardaki talk show’lara, otellerde animasyonlara düşürmüştür.
Yağlı güreşin, Kırkpınar’ın temsil ettikleri, anlattıkları, peşrevin söyledikleri, davul-zurnanın niçin vurduğu artık kimsenin umurunda değil. Şekil içinde mana tamamen kayboldu.
Yağlı güreş, Kırkpınar magazinleştirildi. Ancak, “Parmak nereye gider”, “Gay’ler güreşebilir mi, ağa olabilir mi?” gibi magazin, belden aşağı konularda gündeme geliyor.
Yağlı güreşin, Kırkpınar’ın neyi temsil ettiği, neyi anlattığı, tarihi, kültürel özellikleri bilinmiyor.
 

bymarti

New member
Local time
09:23
Katılım
4 Aralık 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
49
647 (2007 dahil) yıllık Kırkpınar tarihinde, 26 yıl üst üste başpehlivanlık birinciliğini kazanan ve Sultan Abdülaziz Han’ın da başpehlivanı olan Aliço, kırılması imkansız bir rekorun sahibidir.
Onu 18 yıl ile çırağı Adalı Halil takip etmektedir.
Gerçi hem Aliço’nun hem de Adalı Halil’in birincilikleri kesin ve kitabi değildir.
Her ikisinin de güreş yaptığı devirler dikkate alındığında (Aliço: 1865-95, Adali Halil: 1890-1910) gerek savaşlar gerekse o zamanlarda yaşayan pehlivanlar sebebiyle kesintisiz bu kadar sene birinci olmaları imkansız gibi gözükmektedir.

Kırkpınar Ermeydanı’ndan nice yiğitler geçmiştir. Bunlardan isimleri günümüze ulaşan Cumhuriyet öncesi başpehlivanlar şunlardır:
Sarı Saltuk, Tazdaz Ali, Şeyh Cemaleddin, Er Sultan, Bursalı Şüca, Demir Hasan (Baba), Turgut Reis, İpçi Hüseyin, Avcı Pehlivan, Çoban Hacı Veli, Akçakocalı Ali, Aliço, Arnavutoğlu, Koca Yusuf, Adalı Halil, Kurtdereli Mehmet , Katrancı, Hergeleci İbrahim, Makarnacı Hüseyin, Şamdancıbaşı Kara İbrahim, Yozgatlı Kel Hasan, Yörük Ali, Filiz Nurullah, Filibeli Kara Osman, Kara Ahmet, Kızılcıklı Mahmut, Tekirdağlı Sarı Hafız, Bursalı Rüstem, Şumnulu Mestan, Kazıkçı Karabekir, Kavasoğlu İbrahim, Hamlacı Kaysıoğlu, Sarı Hüseyin, Karagöz Pomak Ali, Deli Murat, Filipeli Kara Ahmet, Hasahırlı Abdurrahman, Çorumlu Zeynel, Pomak Osman, Mümin Hoca, Koç Mehmet, Kara Murat, Silivrili Molla İzzet, Çatalcalı Nakkaş Eyüp, Çömlekköylü Kara Emin, Kayıkçıoğlu Ahmet, Geredeli Hikmet ve isimlerini burada sayamadığımız niceleri...

Cumhuriyet öncesi başpehlivanlar bunlardan ibaret değildir, ancak isimleri günümüze ulaşan bunlardır, bu saydıklarımız başpehlivandır, ancak büyük kısmı başpehlivanlı birincisi değildirler.

TAŞÇI YAŞARKEN EFSANE OLDU
Cumhuriyet döneminde en fazla başpehlivan birinciliğini, 9’ar defa ile Tekirdağlı Hüseyin ve Ahmet Taşçı kazanmışlardır.
Cumhuriyet döneminin üç ve üçten fazla şampiyonluğa ulaşan diğer pehlivanları şunlardır:
İbrahim Karabacak 4, İrfan Atan 4, Bandırmalı Ali Acar (Kara Ali) 3, Ordulu Mustafa Bük 3 (altın kemerli), Karamürselli Aydın Demir 3 (altın kemerli), Denizlili Hüseyin Çokal 3 (altın kemerli), Sındırgılı Mehmet Ali Yağcı 3.
Ahmet Taşçı, Cumhuriyet döneminde kırılması zor bir rekorun sahibi.
İlk defa 1988’de başta güreşti. İlk yıl ve 2003, 2005 ve 2006, 2007 yılı hariç geçen 20 senede 9’u birincilik, 5’i ikincilik, 1’i üçüncülük olmak üzere tam 15 defa kürsüye çıktı. Kısacası Ahmet Taşçı, artık Koca Yusuf, Aliço, Adalı Halil, Mümin Hoca, Kurtdereli Mehmet Pehlivan ve Tekirdağlı Hüseyin Pehlivanlar gibi yaşarken efsane oldu.
Ahmet Taşçı, bu sene de güreşeceğini söylemiştir. Yeni yönetmelikte Kırkpınar baş pehlivan birincileri için yaş sınırı kaldı.
Bu da 55 yaşına kadar Ahmet Taşçı’yı Kırkpınar ermeydanında göreceğiz demektir.
Ahmet Taşçı’dan sonra meydanlarda en iddialı pehlivan şu anda Recep Kara. Kara, 2004 ve 2007’de birinci, 2006’da ikinci oldu. 26 yaş, 1.85 boy ve 120 kilo ile ikinci Ahmet Taşçı olmağa adaydır.
Şu anda güreşen pehlivanlar içinde, Ahmet Taşçı’dan sonra birden fazla Kırkpınar birincisi olan pehlivandır.
Cumhuriyet dönemi Kırkpınar Şampiyonları
1924, Arnavut Benli Abdullah
1925, Geçginli Yusuf
1926, Edirneli Kara Emin
1927, Manisalı Rıfat
1928, Mandıralı Kayıkçıoğlu Ahmet
1929, Gostivarlı Mülayim
1930, 1931, 1932 Bandırmalı Ali Acar (Kara Ali)
1934’te beraberlik dolayısıyla birinci yoktur.
1933, 1935, 36, 37, 38, 39, 40, 41, 42 Tekirdağlı Hüseyin
1943, 45 Babaeskili İbrahim Erdi
1944, 1950 Hayrabolulu Süleyman
1946, 1949 Sındırgılı Şerif
1947 Düzceli Çolak İsmail - Hayrabolulu Süleyman ile berabere
1948 Kulelili Mustafa
1951, 1953, 1955, 1958 Adapazarlı İrfan Atan
1952 Tarzan Mehmet
1954, 1956, 1959, 1960 Samsunlu İbrahim Karabacak
1957 Bandırmalı Hasan Acar
1961, 1962, 1964 Sındırgılı Mehmet Ali Yağcı
1963 Adapazarlı Sezai Kanmaz
1965, 1974 İzmirli Kara Ali (Çelik)
1966, 1967, 1968 Ordulu Mustafa Bük (altın kemerli),
1969 Babaeskili Nazmi Uzun
1970 Kara Ali ve Aydın Demir yenişemediler
1971 Denizlili Hasan Şahin
1972, 1981 Akhisarlı Mustafa Yıldız
1973 Ordulu Davut Yılmaz
1975 yarıda kaldı, sonuç alınamadı.
1976, 1977, 1978 Karamürselli Aydın Demir (altın kemerli)
1979, 1985 Sabri Acar
1980 Mehmet Güçlü
1982, 1983, 1984 Denizlili Hüseyin Çokal (altın kemerli)
1986 Balıkesirli İbrahim Gümüş
1987 Hataylı Recep Kılıç
1988 Antalyalı Recep Gürbüz
1989 Balıkesirli Saffet Kayalı
1990, 91, 92, 93, 95, 96, 97, 99, 2000 Karamürselli Ahmet Taşçı (iki altın kemer),
1994, 1998 Antalyalı Cengiz Elbeye
2001 Vedat Ergin
2002 Hasan Tuna ( Savaş Yıldırım, dopingli çıkınca, ikinci Hasan Tuna, şampiyon ilan edildi.)
2003, Kenan Şimşek
2004, 2007 Recep Kara
2005 Şaban Yılmaz
2006 Osman Aynur

-BİTTİ-
 

bymarti

New member
Local time
09:23
Katılım
4 Aralık 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
49
Güçlüyken adil olmak

3 Temmuz Perşembe günü Trakya Üniversitesi tarafından düzenlenen sempozyumda,
“Türkün Dünya Görüşünün Aynası Peşrev” konulu tebliği sunduk.
Bu tebliğde çok şeyler anlattık, hem de bu güne kadar söylenmemiş şeyleri. İnşallah bunları haber haline getireceğiz.
Kırkpınar’da yeni uygulamaya konulan “kura ile galibi belirleme” kuralını bundan sonraki yazımızda inceleyeceğiz.
Bugün, peşrevde çok güzel dile getirilen günümüz insanlığının en büyük derdi “Güçlüyken adil olmak” konusuna temas etmek istiyoruz.
En zor şey güçlüyken adil olmak, var iken dağıtabilmektir.
Ecdat bunu çok iyi bildiğinden, bir vatan ediniş destanı olan Kırkpınar yağlı güreşlerinin en önemli öğesi olan peşrevde bu gerçeği dile getirmiş.
Pehlivanlar cazgırın duasını bitirip, “Hep birlikte şu aslanlara diyelim maşallah” demesiyle,
kartalın kanat çırpmasını, kurdun hedefe atılmasını, okun yeni ufuklara uçmasını, kır atın şahlanmasını andırır şekilde, peşreve, çırpınmağa başlarlar.
Bu esnada gözleri sağ baştaki pehlivandadır. Ondan işaret gelince üç adım geri, daha sonra üç adım ileri yürürler ve sağ dizi üzerine çökerler.

Üç adım geri gitmek, Hak, adalet, aşk karşısında boynumuz kıldan ince;
üç adım ileri gitmek de, hedefimiz, amacımız, şehitlik, hakkın rızası, insanların duası manasındadır.
Daha sonra da sağ elini toprağa dokundurduktan sonra üç defa, dizine, dudaklarına ve başına götürürler.
Bu, “Ey pehlivan, gücün ve ustalığınla mağrur olma... Topraktan geldin, yine toprak olacaksın... Sahip bulunduğun nimetlerin hesabını vereceksin...
Gücün, ustalığın, malın, rütben, sende emanettir, sana ihsandır. Bunlar mesuliyet demektir...
Sahip olduğun bu üstünlükleri hak yolunda kullanıp kullanmadığının hesabını vereceksin”
anlamındadır.
İşte günümüz insanının en büyük açmazı budur. Gücü, kuvveti, malı, makamı, bilgiyi, hesabı verilecek emanet bilmemesidir.
Eğer bütün bunlar, emanet bilinmezse, gidiş kendini dev aynasında görmeğe, zulmün en karanlığına düşmeğedir.
Ecdadımız, buğday başağı gibi ol demiş. Yani gücün, malın, bilgin artıkça, boynun dikilmesin, tam tersi olgunlaşan buğday başağı gibi bükülsün, ‘sahip olduğum bu nimetlerin şükrünü nasıl yerine getiririm’ endişesiyle.
Önceki Kırkpınarlarda galip gelen pehlivanlar bırakın çılgınlar gibi yerinde oynamayı, çok büyük suç işlemiş gibi kıpkırmızı kesilip boynunu büküp, mahcup bir şekilde meydanı terk ederlermiş.
Şimdiki pehlivanım diye ortaya çıkanlar bırakın peşrevin söylediklerini bilmeyi, doğru dürüst bir peşrev bile yapmaktan âcizler.
Güreşçilerin hiç olmazsa peşrevi gereği gibi yapmaları konusunda titiz olmalıyız. Umulur ki şekilden manaya yol bulunur.
Güçlüyken adil olmak çok zordur. Bunu sağlamak için kişinin ya gönül gözünün açılması, ya da gücü kontrol eden idare ve idareyi denetleyen yargının olması gerekir.
Günümüzde bütün bunlar gücün kontrolüne girince; mazlumlar, güçsüzler zulüm altında inler olmuş.
İşte bu çok güç işi, güçlüyken adil olmayı, insanlığın son sığınağı Osmanlı gerçekleştirmiş.
Ve bu gerçek, dünyadaki bütün mazlumları, milli takımımızın galibiyetine sevindirmiştir.
Onlar, milli takımımızda güçlüyken adil olan ecdadımızı, topraktan gelip yine toprak olacak, sahip olduğun üstünlüklerin hesabını vereceksin diyen Kırkpınar geleneğini görmüşlerdir.
Kırkpınar alperenlerini, insanlık güçlüyken adil olanları, toprak rahmeti bekliyor.
 

bymarti

New member
Local time
09:23
Katılım
4 Aralık 2006
Mesajlar
34
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
49
Kim hatırlar Koca Yusuf’u

Dün, 4 Temmuz’du. Kırkpınar güreşlerinin birinci günüydü.
Yapılan törenler, atılan nutuklar sonrası 647. Kırkpınar güreşleri, hile-hurda bilmeyen, altının kokusunu almayan küçük boy pehlivanların erler meydanına çıkmalarıyla başladı.
Bu sene, Kırkpınar güreşlerinin başlangıç günü, çok anlamlı bir günle bir araya geldi.

Kırkpınar’ın birinci günü olan 4 Temmuz aynı zamanda efsanevi güreşçi Koca Yusuf’un ölüm yıldönümüydü.
Koca Yusuf, geride nice mertlik, yiğitlik abidesi hatıralar bırakarak, 4 Temmuz 1898’de Atlas Okyanusu’nun sularına karıştı, ebediyet alemine göç etti.
Evet, Kırkpınar konuşmalarla başladı, her zaman olduğu gibi ama konuşanlardan kimse Koca Yusuf’u hatırlamadı. Hatırlayanların da sesi çıkmadı.
Koca Yusuf ki, hem Avrupa’ya hem de Amerika’ya “Türk gibi güçlü” sözünü, mertliği öğretti.
Hem gücü, hem güreşi, hem de karakteri, mertliğiyle gönülleri fethetti.
Yetkililer, Koca Yusuf’u hatırlamazken milletimiz ‘Yalnızca Güle Yenilen’ bu alpereni gönlünün en nadide köşesinde yaşatmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde çekilen bütün bu sıkıntıların temelinde tavan ile taban arasındaki bu uyumsuzluk yatmaktadır.
Taban, 2006 yılında doğan erkek çocuklarına en fazla Yusuf ismini koyarken, tavan Koca Yusuf’u hatırlamamaktadır.
Taban, “Cihanı Titreten Türk Koca Yusuf-Yalnızca Güle Yenildi” kitabımızı dört defa okurken, tavan bu kitaptan habersizdir.
Tavan ile tabanın Ergenekon’a bakışları, Ergenekon’u duyuşları çok farklı.

Yalnızca Türk insanı değil, bütün mazlumlar, Koca Yusufların, Alişlerin hasretindedir.
Milli takımımızın galibiyetiyle yalnız Türkiye’nin değil, Afrika’dan Asya’ya, Amerika’ya bir çok milletin sevinmesinin arkasında Alişlere, Koca Yusuflara, güçlüyken adil olanlara, galibiyette mağlubiyeti tadanlara, yalnızca güle yenilenlere olan hasret yatmaktadır.
İnsanımızın “Görmedin mi Alişimi Tuna Boylarında” feryadına cevap geldiğinde, tavan ile taban Ergenekon’u aynı göz ve gönülle gördüğünde Koca Yusuflar unutulmayacak, Kırkpınarlar, alperenlerin hatırasına uygun yapılacak, bütün dünyadaki mazlumların feryadı dinecektir.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst