Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

CUMA SOHBETLERİ

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
DİNİ DOĞRU ANLAMAK, DOĞRU YAŞAMAK

İslâm, mana itibariyle selam, selamet kökünden olup, kulun Rabbine, Yaratanına teslim olması, emirlerine boyun eğmesi, emin bir şekilde selamete, kurtuluşa yürümesi, her şeye ve herkese güven vermesidir.

Mümin olabilmek için bütünüyle şirk ve şaibelerinden uzak durmak gerektiği gibi, ihlâsla kalbi Rabbü’l-Âlemin’e bağlamak gerekir. İbadetleri Rabbini görüyor veya Rabbi tarafından görülüyor olduğunu bilerek yerine getirmek, davranışlarını güzel ahlâk çerçevesinde ortaya koymak da, İslâm ruhunun kulun hayatına yansımalarındandır.


Fakat İslâm dinini sadece bir vicdanî, ahlâkî meseleymiş gibi göstermek doğru değildir. Böyle bir davranış ona saygısızlık olduğu gibi, gerçekten bir haddini bilmezliktir. Dini hayattan kopartıp, “Önemli olan kalptir, kişinin kalbine bakmak lazım...” diyenler, dinin amelî yönleriyle uğraşmayı aşırılık diye nitelendirenler, boş söz ve davranışlarıyla kendilerini aldatmakla kalmayıp, müminlere karşı da büyük bir saygısızlık yapmaktadırlar.

. . .

İslâm’ın, kişilerin kendi heva ve heveslerine göre yorumlanması onu din olmaktan çıkararak insanî/dünyevî bir sistem haline getirir. Oysaki mücella dinimiz İslâm, bunun tam aksine, insanları heva ve heveslerinin girdabından kurtarıp, Hakk’a ve hidayete bağlamak için gönderilmiş bir ilâhi kanunlar bütünüdür.

Din, şuur ve akıl sahiplerini muhatap alarak onları kendi irade, istek ve seçenekleriyle dünyada ve ahirette hayra yönlendirir. Buna uyanlara ebedi saadet bahşeder.

İslâm, yarattıklarını ezeli ve ebedi ilmiyle bilen Rabbimizin bir vahyi, kanunu olduğu için her zaman hayrı göstererek iyiye, güzele sevk eder. Güzel bir akıbet vaadiyle insanları heveslendirir, teşvik eder. Bunun yanında belli ölçüde kötü akıbet endişesiyle de uyarır ve temkinli, dikkatli olmaya çağırır. İslâm’ın bu telkin ve tavsiyeleri hep taze, kalıcı ve değişmezdir.

İnsanoğlu hayatını İslâm dinine göre yaşadığı müddetçe hem bu dünyanın meşru bütün nimetlerinden istifade eder, hem de ahirette akılların alamayacağı mükâfatlara ulaşır. Cenab-ı Mevlâ’nın nice teveccühlerine mazhar olur.

İnancı tam ve sağlam, ameli hak ölçülerine bağlı, kalbi her zaman Rabbiyle irtibatlı olan bir mümin, katiyen boş şeylerle uğraşmaz, asla hak ve hakikat çizgisinden ayrılmaz. Mahlukata karşı sevgi ve saygısı vardır, her türlü ilkellikten sakınır; düşünce ve davranışları cezbedici bir farklılığa sahiptir. İşte böyle bir hayat tarzı, hakkıyla yaşanılan İslâm dininin tezahürüdür.

. . .

Fahr-i Âlem s.a.v.’in insanlığa sunduğu bu din, yolların en mükemmeli ve Allah’a ulaştıran vesilelerin en güvenilir olanıdır. Dinimiz İslâm, gerçek yaşayanlarını, hakiki temsilcilerini bulduğu zaman herkesin koşarak sığındığı gölgelik olmuştur. Çelişkilerin, anlamsızlıkların, her türlü zulmün ateşinden koruyan bir gölgelik.

İslâm dini zamanımızda kendini tam ifade edemiyorsa, bunun sebebini önce onun düşmanlarının asırlardan beri devam eden kin, nefret ve öfkelerinde, sonra da İslâm temsilcilerinin cehalet, vurdumduymazlık, vefasızlık, gerçeği anlayamama ve aymazlığında aramak gerekir.

Fakat bu böyle devam etmeyecek, zamanı gelince şimdi bir avuç olan yürekten kendisine sahip çıkanlar, hayatlarını ona bağlayıp yolunda olmayı yaratılışlarının gayesi bilenler sayesinde muhakkak yeniden hayatın her zerresinde kendini ifade etme fırsatını bulacaktır. O zaman yine kendi üslubunu kendi sedasıyla seslendirecek, semavî ahengiyle her yerde ve her lahzada kendini hissettirecektir.

. . .

Anlaşmazlık ve ayrılıklara düşmemek için, İslâm’ı Rabbü’l-Âlemin’in gösterdiği esaslar doğrultusunda kabullenip yaşamak gerekmektedir. İmanın her zaman insana hayat verebilmesi için “amel-i salih”e ihtiyaç vardır. İman, salih amelle desteklendiği, mümin de ibadetle beslendiği nispette Mevlâsına yakın olur, yakınlığını muhafaza edebilir. İbadetle, salih amellerle beslenip desteklenmeyen bir iman, gücünü tam göstermeyeceği gibi; kulluğu, ubudiyeti olmayan bir müminin yıkılmadan kendisi olarak ayakta durabilmesi de çok zordur, hatta imkansızdır. Bundan dolayıdır ki mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim hemen her zaman imanın ardından amel-i salihi zikreder.

İslâm dini, can u gönülden ona inanıp yaşayan bağlıları için her zaman bir güç kaynağı olmuş, yaşantıları ölçüsünde onları hep mesrur etmiştir. Asr-ı Saadet’ten günümüze dek değişik zamanlarda onun sayesinde altın devirler yaşanmış, farklı medeniyetler kurulmuştur. Bunun yanında ona sırt çevrildiği ve onun hayattan uzaklaştırıldığı zaman dilimlerinde de felaketler ve yıkılışlar birbirini izlemiştir. İnsanlık onsuz bir türlü belini doğrultamamıştır.

Mümin, niyet ve düşüncesinde her lahza imanını salih amellerle besleme gayreti içinde olmalı, mümin olmanın hakkını vermeli ve bir an dahi kendisini gaflete bırakmamalıdır. Müminler bu ilâhi nizama sahip çıktıkları, yaşayıp yaşattıkları müddetçe imrenilen, âleme örnek bir insan modeli olacaklardır. Yaşadığımız perişanlık ve utanç verici durumdan ancak böyle çıkacağız.

Müslümanlara düşen vazife yeniden, kendi değerlerine, kendi benliklerine dönmeleri, kendileri olarak kalmaya azimli olmaları, kendi öz kaynaklarından beslenmeye gayret etmeleridir. Kaynaklarımız da bellidir: Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye...

Mümin bir kalpte hem iman hem de başka inanç ve telakkilerin bir arada bulunması mümkün değildir. İman hakiki manada bir kalbe girince bütün yanlış kabulleri siler götürür. İbadet onun her tarafına kendi rengini verir.

Ancak böyle bir irtibat sayesindedir kulun düşünce ve tavırlarında şaşmayan bir doğruluk, devamlı bir ihlâs hali, kalpten bir yardımlaşma ve dayanışma gayreti ve bir uhrevîlik ahlâkı ve nihayet Allah eri olma durumu belirir.

İşte bu ölçüde kulun iç âlemine işleyen iman, müminin her halinde kendini hissettirir. İşinde, ticaretinde, evinde... kısaca hayatının bütün merhalelerinde onun davranışlarını tesiri altına alır. İşte bu durum, “Görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan” zümrenin, evliyanın durumudur.

Rabbimizin tevfik ve inayeti ile...
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
HAYALDEN GERÇEĞE UYANIŞ

Büyüklerimiz gafletten büyük felaket yoktur demişlerdir. Öyle ki insan Rabbinin her an kendini gördüğünü unutursa, kolaylıkla yanlış yollara sapıp ahiretini heba edebilir. Bu yüzden gafletten kurtulmanın çarelerini aramak, kurtulmak için elimizden gelen gayreti göstermek çok mühim bir vazifedir.


Müminin selameti açısından asrımızdaki fitneler büyük tehlike arz ediyor. Nereye gitsek, kimle karşılaşsak kendimizi emin hissedemiyoruz. Günah işlemek öyle kolay ve hızlı oldu ki, korunabilmek için büyük dikkate ihtiyacımız var. Gafletsiz nefes alabileceğimiz temiz bir çevreyi eskisinden bin kat daha fazla arıyoruz.

Şükürler olsun ki, gafletten bunaldığımız zaman koşup huzuruna varabileceğimiz, kalp kalbe verebileceğimiz maneviyat sultanları kıyamete kadar var. Onların yolumuza ışık tutan rehberliği de olmasa, zifiri karanlıkta, dört bir yanımızı sarmış tehlikenin ortasında nefessiz kalacağız.

Özellikle bu zamanda tek başına gafletten kurtulmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bir rehberin kafilesinde yol almak bu vahşetten selametle çıkmak için güvenilir bir yoldur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere “görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan” mana dostları, başta gaflet olmak üzere kalbin manevi hastalıklarını tedavi ederler. Bizlere ışık tutarak önümüzü aydınlatır, selametle Allah’a ulaştırırlar. Cenab-ı Hak: “Bana yönelen kimsenin yoluna uy.” (Lokman, 15) buyurmuştur.

Onlarla kalben irtibat insanı gafletten korur. İnsan ekşi bir limonu yediğini hayal etse hakikatte de ağzı sulanır. Cenab-ı Mevlâ’nın kemal sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir Hak dostu ile hayali de olsa irtibatlı olmak, ondaki güzellikleri ayna gibi kalbimize yansıtır. Gönlü Allah sevgisiyle doldurur. Kendileriyle sohbet edebileceğimiz, Allah yolunun inceliklerini öğrenebileceğimiz, muhabbetleriyle kalbimizi nurlandıraca­ğımız, yanlışa saptığımız zaman bizi ikaz edecek, bize Rabbimizi hatırlatacak dostlara ihtiyacımız var.

Her ne kadar gaflete dalmış olursak olalım, tevbe edip Allah yoluna girebiliriz. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “Günahtan tevbe eden bir kimse hiç günah işlememiş gibi olur.” Mümin her yerde, her zaman tevbe edebilir, etmelidir de... Allah dostlarının şahitliğinde tevbe etmek de hakiki bir dönüşe vesile olur. Hayatımızda yeni ve temiz bir sayfa açılır. Çünkü onlar kendileri için tevbe ettikleri gibi, bizim için de istiğfar ederler. Nazarlarıyla da kalbimizde ilâhi muhabbetin yerleşmesine vesile olurlar.

Ayrıca günlük hayatımızda gözümüze ilişen haramlardan ve sair günahlardan dolayı hemen vakit geçirmeden oracıkta tevbe etmelidir. Gaflete yol açabilecek en ufak meselelerde dahi uyanık olmalıdır. Aksi takdirde kalp tekrar gaflete alışkanlık kazanır. Nihayet üst üste gelen günahlarla gücünü yitirip yıkılır da, Allah ile irtibatı kesilir. Eğer nuru tamamen yok olur ve zifiri karanlığa gömülürse -Allah korusun- inkâra düşmesinden korkulur.

Kalpteki kasvetin gitmesi için ölümü anmak da iyi bir yoldur. “Rabıta-i mevt” adı verilen ölüm düşüncesi; uzun emelin, dünyada ebedi kalacakmış gibi hayallere dalmanın önüne geçer ve hayatımıza istikamet verir. Dünyanın süsü ve eğlencelerine olan muhabbeti keser, nefsani arzuları frenler ve hayatı şuurlu olarak yaşamaya vesile olur. Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir zat dahi parmağına taktığı yüzüğe: “Ölüm sana nasihat olarak yeter” diye yazdırmıştı. Kim bilir günde kaç defa o yazıya bakıyor ve hayatına istikamet veriyordu. Şu an bulunduğumuz yer burası olabilir ama biraz sonra başka bir alemde gözümüzü açmayacağımızın bir garantisi yok. Biz beklemesek bile ecel aniden gelir.

Bir yandan günahlarımız, sorumluluklarımız ve Rabbimize karşı hesap verme endişesiyle ölüm düşüncesi belimizi bükerken, öte yandan korku-ümit dengesi içinde ebedi saadete açılan bir kapı olarak da bizi heyecanlandırır. Ancak dünya muhabbeti onarılamayacak ölçüde kalbimizi tahrip ettiyse ölüm de kâr etmez, ölüp gidenler de... Bu ciddi bir tehlikenin işaretidir.

Bu tür bir tehlikeye düşmemek için zikrullaha sarılmak gerekir. Zikir, insanı Allah’a yaklaştıran, gafleti dağıtan bir ibadettir. Kelime manası itibariyle nisyanın yani Allah’ı unutmanın ve O’ndan gafil olmanın zıddıdır. Allah’ı anmak, hatırlamak manasına gelmektedir.

Ayet-i Kerime’de “Elbette Allah’ı zikretmek, en büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyurulmaktadır. Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak gibi ibadetlerin her biri birer zikirdir. Şuurlu bir şekilde ifa edildiği zaman kalpteki gaflet bulutlarını dağıtır, günahları eritir ve insanın Allah katındaki değerini artırır.

Tasavvuf büyüklerimizin bildirdikleri usullerle bir rehber eşliğinde zikir dersi alıp buna devam etmek de kalbin selamete ermesi için büyük bir vesiledir. Gece-gündüz, otururken, yatarken, uyurken, uyanıkken gönül Allah ile olur. “Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân, 191). Böylece yirmi dört saatin her anı Allah’ın zikriyle dolu geçer. Manevi kalbimiz düştüğü kötü halden çıkıp Allah’a yönelir. Allah’ın emirlerine itaati artar. Dünya hayatına ibret nazarıyla bakar. Sevmesi, kızması, oturması, kalkması Allah için olur. Nihayet zikir insanın bütün varlığını kaplar. Bundan sonra dünyanın insanı gaflete düşürmesi kolay olmaz. Namaz, oruç, Kur’an okumak gibi bütün ibadetler gerçek manasını bulur.

Zaten dünyanın insanı aldatan sahte yüzüne rağmen onca sıkıntısı, belası, felaketi de ortadadır. Böyle zamanlarda insan acizliğini kavrar, vicdanının sesini duymaya başlar, gafletini anlar. Çaresiz anlarda kendini Allah’a daha yakın hisseder, samimi bir şekilde O’na yönelir.

Allah Tealâ, “Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe, 126) buyurmaktadır. Böylesine bir gaflet bir mümine asla yakışmaz. Bir rüya kadar kısa olan dünya hayatımızın bir bölümü zaten geçip gitmiştir. Kalan zamanın çoğu da uykuyla ve günlük işlerle geçecektir. Geriye kalan zamanı hayırlı işlerle değerlendirip geçmiş günahları silmek için gayret etmelidir.

Bugün bizi yoldan çıkaran hiçbir şey mahşer günü bizim yanımızda, lehimizde olmayacaktır. Ruhumuzu kabzedecek meleğe karşı duramayacaktır. O mahşer kalabalığının içinde kendi derdimize düşüp, yalnız olarak hesabımızı vereceğiz. “Bunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir.” (Meryem, 95)

Cehennemin dehşeti, cennetin güzelliği bilinmektedir. Dünyada küçük bir acıya dayanamazken, ahirette nasıl dayanabiliriz? Bunu iyi düşünmelidir. Ahiret de, azap da gerçektir. Şakaya gelir bir konu değildir. Cennet ise, her türlü güzelliğin yaşandığı ebedi saadet yurdudur. “İman edip de iyi işler yapan kimselere gelince, yarın onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, ebedi olarak oralarda kalacaklar. Bu Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan başka doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 122)

Allah Tealâ her an ve her yerdedir, her şeyi görmekte ve bilmektedir. Ondan gizli hiçbir şey yok. Melekler de bizi görmekte ve bütün yaptıklarımızı kaydetmektedir. Peki biz onlardan hiç utanmaz mıyız? İnsanların gözünde hor, hakir düşmek, çirkin görünmek bile bizi büyük üzüntüye sevkederken, onlardan ve tabii ki bizim tek sahibimiz olan Rabbimiz’den hiç utanmayacak mıyız?

O halde gönül gözünü açıp yüzümüzü gerçeğe, kendi gerçeğimize döndürmemiz lazım. Kurtulmak için uyanmak şarttır.

Rabbimizin tevfik ve inayeti ile...
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
hayırlı cumalar olsun herkese...
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
ORUCUN HİKMETLERİNDEN BİR DEMET

Her ibadetin yerine getirilmesinde sayısız hikmetler ve bilemediğimiz nice yararlar bulunmaktadır. Ancak kula gereken, ibadeti hikmet ve faydaları için değil, sırf Allah'ın emrini yerine getirmek ve ibadet maksadıyla yapmaktır. Zira bir işten maksat ne ise hüküm ona göre verilir. Faydası sonsuz olan ve büyük hikmetler barındıran ibadetlerden biri de oruçtur.


Kelime olarak “imsak”, yani “kendisini tutmak” anlamına gelen oruç (savm); müslüman, âkil ve baliğ olan kimselerin ibadet niyetiyle, tan yeri ağarmasından başlayarak, güneş batıncaya kadar yiyip içmekten, cinsî ilişkiden ve bu ilişkiye davet eden her türlü davranıştan kendisini tutması demektir.

Oruç Allah'ın bir emri olup, farziyeti Kitap, Sünnet ve İcma ile sabittir. Kur'an-ı Kerim'deki: “...oruç sizden önceki ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” “…sizden her kim bu aya (Ramazan'a) yetişirse onun orucunu tutsun”, ayetleri ile Hz. Peygamber s.a.v.'in; “İslâm beş esas üzerine bina kılınmıştır. (Bunlar) Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şahadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir”, şeklindeki hadisi, şartlarına haiz olan müslümanlar tarafından orucun mutlaka yerine getirilmesi gereken bir ibadet olduğuna açıkça işaret etmektedir. Ayrıca Ramazan orucu Hz. Peygamber s.a.v.'den asrımıza kadar tevatür yoluyla sabit olmuş ve günümüzde de olduğu gibi her dönemde bütün müslümanlar bu oruç farizasını ittifakla yerine getirmişlerdir.

Manevi hikmetler

Oruç ruhu takviye eder. Kur'an-ı Kerim'de de ifade edildiği gibi, insan ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Maddi olan varlığı insanı iyi ve güzele yönlendirdiği gibi, zaman zaman onu azgınlığa ve Yüce Allah'ın yapılmamasını emrettiği hususlara da sevk edebilir. İşte tam bu sırada oruç devreye girer ve insanı manen takviye ederek, yasak olan fiilleri işlememesi konusunda ona yardımcı olur. İnsanın manevi yaşantısı ve iradesi ne kadar kuvvetli olursa, Allah'a olan yakınlığı da o nispette artar.

Takvayı gerçekleştirme konusunda en büyük yardımcılardan biri şüphesiz oruçtur. Takva Allah'tan nasıl korkulması gerekiyorsa öylece korkmak ve her fiil, söz ve harekette murakabe yapmaktır. Oruç tutan kişi, Allah'ın emrine boyun eğerek, belirli bir zaman diliminde yemeyi, içmeyi vs. bırakmak suretiyle takvaya (Allah katında manen yükselme amacına) yönelir.

Oruç iradeyi kuvvetlendirir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en büyük özellik akıldır. Aklı sayesinde insan istediğini yapabilir. Bazı insanlar akıllarının kendilerine gösterdiği hakikatlerin farkına varamayarak, zararlı veya faydalı olmasına bakmaksızın hayatlarını hep başkalarını taklit ederek geçirirler. Bu nedenle oruç insan için şahsi iradeyi terbiyede etkili olur. Oruç, insanı kurtuluşa götüren muayyen bir yola, muntazam bir hayat tarzına yöneltir. Bu gerçeği gören günümüzün alimleri, iradeyi terbiye etmek ve özünde bulunan güzellikleri ortaya çıkarmak için oruç tutmayı tavsiye etmektedirler.

İnsanın belirli dönemlerde ve bilhassa gençlik çağında, İslâm'ın hoş görmediği yollara düşmekten korunması için iradesini kuvvetlendirmesi gerekir. İnsan iradesini sağlamlaştırmanın ve kötü yollara düşmekten korumanın en güzel yollardan birinin de oruç tutmak olduğu gerçeği, Hz. Peygamber s.a.v.'in; “Ey gençler topluluğu! ...sizden evlenmeye kimin gücü yetmiyorsa o oruç tutsun. Çünkü oruç onun için koruyucu bir kalkandır.” hadisinden açıkça ortaya çıkmaktadır.

Oruç sabrı öğretir. Nefsin sınırsız istekleri vardır. Onun her isteğini yerine getirmek mümkün değildir. Nefsin uygun olmayan telkinlerine dur diyebilmenin yollarından biri de şüphesiz sabırdır. Oruç tutan insan, nefsinin bazı isteklerine gem vurarak en güzel sabır örneklerinden birini vermektedir. Bunun içindir ki, oruç tutmanın farz olduğu Ramazan ayı “sabır ayı” olarak bilinir. Hz. Peygamber s.a.v.; “Sabır (Ramazan) ayının orucuyla, her aydan tutulan üç gün oruç, göğsün hararetini (nefsin azgın isteklerini) yok eder.” Başka bir hadiste de; “Her şeyin bir zekâtı vardır. Vücudun zekâtı da oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır.” buyurmuşlardır.

Oruç nefsi terbiye eder. Diğer yaratıklardan hayvanlarda bulunan şehevî kuvvet, yırtıcı mahlukatta bulunan gadabî kuvvet, meleklerde bulunan ruhanî kuvvet, insanda da bulunur. İnsan oruç tutmak suretiyle, şehevî ve gadabî kuvvetlerin istek ve arzularına boyun eğmeyerek ruhani kuvvete yönelirse, o zaman adeta melekleşir ve Hz. Peygamber'in müjdelediği sabrın yarısına erişmiş olur. İslâm'da tembellik ve teslimiyetçilik hoş görülmemiştir. Karşılaşılan her türlü engel ve zorlukların aşılabilmesi için öncelikle oruçla sabır ve iradenin kuvvetlendirilmesi tavsiye edilmiştir. Zira oruçla nefsini terbiye edemeyen, bir günlük açlığa sabredemeyen kişi, şehevî arzuları kamçılayan nefsin esiri olur. Nefsinin peşine düşen bir kişinin ise sonu hüsran ve pişmanlıktır.

Oruç, insana Allah'ın bahşettiği nimetlerin kıymetini fark ettirir. İnsana nimetler devamlı verildikçe, onlara ve onları verene karşı saygı duygusu azalır. Nimetin kıymeti ancak olmadığı zaman bilinir. Acıyı tatmayan tatlının, zifiri karanlıkta kalmayan gündüzün kıymetini bilemez. Oruçta fakiri gözetme, yeme, içme ve doymanın kıymetini bilme vardır. Aç kalanların durumunu hatırlamak, orucun içtimai sırlarından biridir. Oruç tutana bu durumda olanların halini hatırlatmak için ne beliğ bir hutbeye, ne de fasih bir lisana ihtiyaç vardır. Zira oruçlu, bağırsaklarındaki patırtı ve midesinin sesiyle ister istemez aç olanı hatırlar.

Oruç, tok olana aç olanın halini öğretir, yardıma teşvik eder. Sayısız nimetler içinde bulunan bir kişi aç olanın, ıssız bucaksız bir çölde kalıp da susuzluktan dudakları çatlamayan bir kişi de susuz olanın halini nereden bilsin? Her istediklerine ulaşabilen kişiler, bütün insanların da kendileri gibi büyük nimetler ve rahatlık içinde olduğunu zannederler. Bir lokmaya muhtaç olan, çöplüklerden günlük ihtiyacını karışlamaya çalışan insanların varlığından habersiz olarak veya böyle kişileri hiç kâle almaksızın dünyanın her türlü nimetinden en güzel şekilde yararlanmaya devam ederler.

İnsanların içinde bulunduğu acı gerçeği ortaya koymak, bir ay gibi kısa bir süre de olsa aynı hisleri yaşatmak ve açlıktan nefesleri kokan insanların varlığını ve onların çektikleri ızdırabı hatırlatmak maksadıyla Yüce Allah oruç tutmayı emretti. Aç ve susuz kalmayı belirli bir zaman dilimi için zaruri kıldı. Ta ki zengin muhtaca yardım etsin. Kendisi sayısız nimetlere sahipken aç olanın halini bilsin de, hiç olmazsa ona ölmeyecek kadar da olsa yardım elini uzatsın ve Allah'ın kendisine bahşettiklerden bir kısmını böyle kişilerle paylaşsın. Zengin hatırlasın ki, etrafında aç insanlar, hayâlarından dolayı kimseye hallerini arz edemeyen, sokaklara çıkıp el açamayan muhtaç eller var. O fakirlerin halini anlasın da zenginin kalbi yumuşasın ve böylece muhtaç olanlara yardım elini uzatsın.

Hz. Peygamber s.a.v.'in; “Merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” “Yeryüzünde olanlara merhamet ediniz ki, gökyüzünde olanlar da size merhamet etsin.” hadislerinde de belirtildiği gibi, Cenab-ı Allah ancak rahmet edene merhamet eder.

Hz. Yusuf'un yeryüzünün bütün hazinlerine sahip olduğu halde çok oruç tuttuğu, kendisine niçin çok oruç tuttuğu sorulduğunda; “iyice doyduğum zaman fakirin aç kaldığını unutmaktan korktuğum için” diye cevap verdiği rivayet edilmektedir.

Oruç, teslimiyet ve itaati öğretir. Zira oruçta mutlak olarak kainatın yegane sahibi olan Allah'a teslimiyet ve hakkıyla O'na ibadet vardır. Bu bütün oruçlularda müşterek olarak bulunan bir hikmettir. İbadetlerin kabul edilebilmesi ve gerçek manada kulluk yapılabilmesi ancak Allah'a mutlak bir teslimiyetle mümkündür.

Bakara Suresi'nin 285. ayetinde de belirtildiği üzere, gerçek müminler Allah'ın emir ve yasakları kendilerine bildirilince, hiç tereddüt etmeksizin hemen onu kabul ederler. Onlar sadece Yüce Allah'tan af dilerler. Çünkü onlar sonunda dönüşün ancak ve ancak Allah'a olduğunu bilirler.

Allah'a kulluk ve teslimiyet gerçek anlamda oruçla ortaya çıkar. Oruçlu acıkır ve susar. Önünde bütün nimetler bulunduğu halde, sadece Allah'ın emrine uyarak ve O'nun rızasını umarak sabreder. Bunun içindir ki Cenab-ı Allah: “İnsanoğlunun bütün amelleri kendisi içindir. Ancak oruç hariç.” buyurmuştur.

Zahiri hikmetler

Oruçta sıhhati koruma vardır. Hz. Peygamber s.a.v.; “Oruç tutun ki, sıhhat bulasınız” buyurmuştur. Orucun insan sağlığı üzerindeki müspet etkileri bugün tıbbi otoriteler tarafından da kabul edilmektedir. Bunun içindir ki oruç tıp sahasında bir çok vakalarda tedavi vasıtası olarak kullanılmakta ve hatırı sayılır bir yeri bulunmaktadır.

Sahasında uzmanlaşmış doktorların belirttiği gibi; insanın sağlıklı olmasının en belirgin örneği kendi midesidir. Bu nedenle mide şifanın evi konumundadır. Sağlığı koruyucu önlem olarak önce mideden başlamak gerekir. Bütün hastalıkların temelinde fazla gıda alma ve aşırı beslenme yatmaktadır. Mideyi fazla doldurmamak, gereğinden fazla yemek yiyerek bünyenin çalışmasını zorlaştırmamak lazımdır. Oruç, metabolizmayı düzene koymak için kaçırılmaz bir fırsattır. Ramazan ayı boyunca tutulan oruç sayesinde sindirim sistemi dinlenir, tazelenir ve hastalıklı olan yerleri iyileşerek yepyeni olur.

Zararı faydasından çok olmakla birlikte, insanların çoğunluğu devamlı olarak ihtiyacından fazla yemeyi adet haline getirmiştir. Bu nedenle oruç tutan kişiler az yemek suretiyle midelerinin fazla yorulmamasını ve sağlıklı kalmasını sağlamış olurlar.

Diğer yönden oruç tutacak olan kişinin imsak vaktinden önce kalkarak, az da olsa bir şeyler yemesi tavsiye olunmuş ve bu yemekte bolluk ve sayısız hikmetlerin bulunduğu hususu Hz. Peygamber s.a.v. tarafından bizlere bildirilmiştir. İslâm alimleri sahur yemenin müstehap olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca sahur, Hz. Peygamber s.a.v'in ifadesiyle, hıristiyanların orucuyla müslümanların orucunun arasını ayıran bir fasıldır. Zira hıristiyanlar sahura kalkmazlar.

Nasıl ki sahur yemede büyük hikmetler varsa, iftar açmada da sayısız hikmet ve faydalar bulunmaktadır. Sahuru geciktirmek gerektiği halde, Hz. Peygamber s.a.v.'in; “İnsanlar iftarı acele yapmaya devam ettikleri müddetçe hayırla yaşamada daimdirler.” hadisinden de anlaşılacağı üzere, iftarda acele etmek ve bir an evvel hurma, zeytin, su vs. ile orucu açmak gerekir. Bunda da sayısız hikmetlerin olduğunu bildiren çok sayıda hadis-i şerif bulunmaktadır.

Diğer yönden oruç tutan dilini daima zikirle, kalbini de tefekkürle meşgul etmeli ve bilhassa iftarını açarken çokça dua etmelidir. Çünkü iftar açarken oruçlunun yaptığı duanın reddedilmeyeceğini bize Hz. Peygamber s.a.v. müjdelemektedir. Bu hususta en meşhur dua: “Allahım! Senin rızan için oruç tuttum. Sana iman ettim ve işimi sana havale ettim ve senin rızkınla iftar ettim” şeklinde yapılan duadır.

Buraya kadar izaha çalıştığımız gibi, gerçekten oruç hem maddi hem de manevi bir tedavi vasıtasıdır. Kurumuş kalpler oruçla yeşerir. Susamış gönüller oruçla hayat bulur. Öyleyse bize düşen, Yüce Allah'ın emrine uyarak manen ve madden hakkıyla orucumuzu tutmak, oruç vesilesiyle Rabbimiz'in bize bahşedeceği bildiğimiz ve bilemediğimiz nice nimetlere kavuşmak için gerekli gayreti göstermektir.
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
TERAVİH NAMAZI

Soru: Teravih namazı kaç rek‘attır?

Cevap:Teravih namazı yirmi rek‘attır.
------------------------------------------
Soru: Teravih namazının hükmü nedir?

Cevap: Teravih namazı hem erkekler hem de kadınlar için müekked bir sünnettir. Bu namazın camide cemaatle kılınması ise sünnet-i kifayedir. Bir mahallede veya bir köyde hiç kimse teravih namazını cemaatle kılmayıp da herkes tek başına kılmış olsa herkes sorumlu olur. Çünkü teravih namazı İslâmî bir şiardır.
------------------------------------------


Soru: Teravih namazı ne vakit kılınır?

Cevap: Teravih namazı, ramazan ayına mahsus olup yatsı namazından sonra vitirden önce kılınır. Yatsıdan önce kılınması caiz değildir. Teravih namazı fecre kadar kılınabilir. Vaktinde kılınmayan teravih namazı sonradan kaza edilmez.
------------------------------------------
Soru: Teravih namazı, vaktin sünneti mi yoksa orucun sünneti midir?

Cevap: Teravih namazı, orucun değil vaktin sünnetidir. Onun için hasta ve yolcu gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar ve akşam üzeri hayız ve nifastan temizlenen kadınlar için de teravih namazını kılmak sünnettir.
------------------------------------------
Soru: Teravih namazında kaç rek‘atta bir selam verilir?

Cevap: Teravih namazında iki rek‘atta bir selam vermek sünnettir. Dört rek‘atta bir de selam verilebilir. (Şafiîlere göre her iki rek‘atta bir selâm verilir. Dört rek‘atta bir selâm vermek caiz değildir (Muğni, 1/127; Bacurî, 1/140).) Sekizde onda veya yirmi rek‘atta bir selam vererek bitirmek caiz ise de, tenzihen mekruhtur.
------------------------------------------
Soru: Teravih namazı nasıl kılınır?
Cevap: Teravih namazı iki rek‘atta bir selam verilince tam akşam namazının iki rek‘at sünneti, dört rek‘atta bir selam verilince de tam yatsı namazının dört rek‘at sünneti gibi kılınır.
------------------------------------------
Soru: Teravih namazına nasıl niyet edilir? Cevap: Kalben niyet etmek yeterlidir. Ayrıca dil ile de söylenmesi iyidir. “Niyet ettim teravih namazına“ diye söylenir.
------------------------------------------
Soru: Bu namaza niçin teravih denmiştir?

Cevap: Yirmi rek‘at olan teravih namazının her dört rek‘atın sonunda bir miktar oturularak istirahat edildiği için bu dört rek‘ata “terviha“, hepsine de çoğul olarak teravih denmiştir.
------------------------------------------
Soru: İmam, yatsı namazını kıldırıp teravihe başladığı sırada camiye giden kimse ne yapar?

Cevap: Bu durumda camiye giden kimse önce yatsı namazını kendi başına kılar, sonra teravih için imama uyar. Noksan kalan rek‘atları da sonra kendi başına tamamlar. (Şaiîlere göre kişi bu duramda farza niyet edip imama uyar, önce farz namazı kılar, sonra teravih namazına devam eder. Kalan rek‘atları da kendi başına tamamlar.)
------------------------------------------
Soru: Yatsı namazını cemaatle kılmayan imam ve cemaatin teravih namazını cemaatle kılmaları caiz midir?

Cevap: Hayır, bu durumda teravih namazını cemaatle kılmaları caiz değildir. Çünkü teravihin cemaati farzın cemaatine bağlıdır.
------------------------------------------
Soru: Bütün teravih için birden niyet etmek yeterli midir?

Cevap: Evet, teravihin hepsine birden niyet etmek yeterlidir. Çünkü yirmi rek‘attan ibaret olan teravih namazı bir namaz hükmündedir. Fakat her namazdan sonra niyetin yenilenmesi efdaldir. (Şafiîlere göre her selâmdan sonra yeniden niyet etmek şarttır (Envar, 1/80).)
------------------------------------------
Soru: Bir kimse teravih namazını değil de yatsı namazını abdestsiz olarak kılmış olduğunu sonradan anlamış olsa teravih namazını da yeniden kılması gerekir mi?

Cevap: Evet, bu durumda teravih namazını da iade etmek gerekir. Çünkü teravih namazı yatsı namazına tabidir.
------------------------------------------
Soru: Kişi teravih namazının ikinci rek‘atında oturmayıp dört rek‘at sonunda selam verirse kaç rek‘at kılmış sayılır?

Cevap: İki rek‘at kılmış sayılır. Eğer ikinci rek‘attan sonra oturmadan üçüncü rek‘ata kalkarsa tahiyyata oturmadığı, kıyamda aklına gelirse oturur ve selâm verir. Üçüncü rek‘atın secdesini yaptıktan sonra hatırlarsa bir rekât daha ilâve ederek selâm verir ve bu namaz iki rekât yerine geçer. (Reddu‘l-Muhtar, 2/43; Tahtavî, s. 333.)
------------------------------------------
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
ORUCU BOZUP YALNIZ KAZA GEREKTİREN ŞEYLER

Soru: Orucu bozup sadece kaza gerektiren şeyler nelerdir?

Cevap: Orucu bozup sadece kaza gerektiren şeylerin başlıcaları şunlardır:


1- Çiğ pirinç, sadece un veya hamur yemek,
2- Bir defada çok miktarda tuz yemek,
3- Kağıt ve pamuk gibi yenmesi adet olmayan bir şeyi yemek.
4- Taş ve demir gibi bir şeyi yutmak,
5- Arkadan şırınga yaptırmak,
6- Burna ilaç akıtmak,
7- Kulağa yağ damlatmak,
8- Boğaza kaçan kar veya yağmuru istemeyerek yutmak,(56 -Şafiilere göre bozulmaz. Çünkü bunda kasıt yoktur.)
9- Sahurda dişler arasında kalan nohut büyüklüğünde bir şey yutmak,
10- İmsak vakti geçtiği halde daha vakit vardır zannederek yiyip içmek,
11- Güneş batmadığı halde battı zannederek iftar etmek,
12- İsteyerek ağız dolusu kusmak,
13- Kendinden gelen ağız dolusu kusuntuyu geri çevirip yutmak,
14- Kendi isteğiyle içine veya genzine duman çekmek,
15- Öpmek veya dokunmak sonucu boşalmak,
16- El ile boşalmak (İstimna)
17- Fitil kullanmak,
18- Ramazan orucuna niyet etmeksizin yiyip içmek,
19- Su veya yağ ile ıslanmış armağı ön veya arkaya sokmak,
20- Geceleyin niyetlenen mukim bir kimsenin sabahladıktan sonra sefere çıkıp orucunu bozması.
21- Uykuda iken bir şeyi yiyip içmek,(57-Şafiilere göre bozulmaz. (Nihaye, 3/172).)
22- Misafir iken oruca başlayıp mukim durumuna geldikten sonra yiyip içmek.
23- Zorlama ile orucu bozmak,(58-Şafiilere göre bozulmaz (Tufhe, 3/408))
24- Hastalık ve yolculuk gibi bir mazeret sonucu iftar etmek,
25- Geceleyin oruca niyet etmeyip gündüz niyet ettikten sonra orucu bozmak,
26- Ramazan orucu dışında nafile veya vacip bir orucu bozmak.
27- Hata ile bir şeyi yiyip içmek,(59-Şafiilere göre bozulmaz.)
28- Sevmediği bir kimsenin tükrüğünü yutmak.(60-Reddu’l Muhtar, 2/401; el-Fıkhu ale’l-Mezâhibil-Erbaa.)
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
HAYALDEN GERÇEĞE UYANIŞ

Büyüklerimiz gafletten büyük felaket yoktur demişlerdir. Öyle ki insan Rabbinin her an kendini gördüğünü unutursa, kolaylıkla yanlış yollara sapıp ahiretini heba edebilir. Bu yüzden gafletten kurtulmanın çarelerini aramak, kurtulmak için elimizden gelen gayreti göstermek çok mühim bir vazifedir.


Müminin selameti açısından asrımızdaki fitneler büyük tehlike arz ediyor. Nereye gitsek, kimle karşılaşsak kendimizi emin hissedemiyoruz. Günah işlemek öyle kolay ve hızlı oldu ki, korunabilmek için büyük dikkate ihtiyacımız var. Gafletsiz nefes alabileceğimiz temiz bir çevreyi eskisinden bin kat daha fazla arıyoruz.

Şükürler olsun ki, gafletten bunaldığımız zaman koşup huzuruna varabileceğimiz, kalp kalbe verebileceğimiz maneviyat sultanları kıyamete kadar var. Onların yolumuza ışık tutan rehberliği de olmasa, zifiri karanlıkta, dört bir yanımızı sarmış tehlikenin ortasında nefessiz kalacağız.

Özellikle bu zamanda tek başına gafletten kurtulmak neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bir rehberin kafilesinde yol almak bu vahşetten selametle çıkmak için güvenilir bir yoldur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere “görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan” mana dostları, başta gaflet olmak üzere kalbin manevi hastalıklarını tedavi ederler. Bizlere ışık tutarak önümüzü aydınlatır, selametle Allah’a ulaştırırlar. Cenab-ı Hak: “Bana yönelen kimsenin yoluna uy.” (Lokman, 15) buyurmuştur.

Onlarla kalben irtibat insanı gafletten korur. İnsan ekşi bir limonu yediğini hayal etse hakikatte de ağzı sulanır. Cenab-ı Mevlâ’nın kemal sıfatlarının üzerinde tecelli ettiği bir Hak dostu ile hayali de olsa irtibatlı olmak, ondaki güzellikleri ayna gibi kalbimize yansıtır. Gönlü Allah sevgisiyle doldurur. Kendileriyle sohbet edebileceğimiz, Allah yolunun inceliklerini öğrenebileceğimiz, muhabbetleriyle kalbimizi nurlandıraca­ğımız, yanlışa saptığımız zaman bizi ikaz edecek, bize Rabbimizi hatırlatacak dostlara ihtiyacımız var.

Her ne kadar gaflete dalmış olursak olalım, tevbe edip Allah yoluna girebiliriz. Hadis-i şerifte buyrulduğu gibi “Günahtan tevbe eden bir kimse hiç günah işlememiş gibi olur.” Mümin her yerde, her zaman tevbe edebilir, etmelidir de... Allah dostlarının şahitliğinde tevbe etmek de hakiki bir dönüşe vesile olur. Hayatımızda yeni ve temiz bir sayfa açılır. Çünkü onlar kendileri için tevbe ettikleri gibi, bizim için de istiğfar ederler. Nazarlarıyla da kalbimizde ilâhi muhabbetin yerleşmesine vesile olurlar.

Ayrıca günlük hayatımızda gözümüze ilişen haramlardan ve sair günahlardan dolayı hemen vakit geçirmeden oracıkta tevbe etmelidir. Gaflete yol açabilecek en ufak meselelerde dahi uyanık olmalıdır. Aksi takdirde kalp tekrar gaflete alışkanlık kazanır. Nihayet üst üste gelen günahlarla gücünü yitirip yıkılır da, Allah ile irtibatı kesilir. Eğer nuru tamamen yok olur ve zifiri karanlığa gömülürse -Allah korusun- inkâra düşmesinden korkulur.

Kalpteki kasvetin gitmesi için ölümü anmak da iyi bir yoldur. “Rabıta-i mevt” adı verilen ölüm düşüncesi; uzun emelin, dünyada ebedi kalacakmış gibi hayallere dalmanın önüne geçer ve hayatımıza istikamet verir. Dünyanın süsü ve eğlencelerine olan muhabbeti keser, nefsani arzuları frenler ve hayatı şuurlu olarak yaşamaya vesile olur. Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir zat dahi parmağına taktığı yüzüğe: “Ölüm sana nasihat olarak yeter” diye yazdırmıştı. Kim bilir günde kaç defa o yazıya bakıyor ve hayatına istikamet veriyordu. Şu an bulunduğumuz yer burası olabilir ama biraz sonra başka bir alemde gözümüzü açmayacağımızın bir garantisi yok. Biz beklemesek bile ecel aniden gelir.

Bir yandan günahlarımız, sorumluluklarımız ve Rabbimize karşı hesap verme endişesiyle ölüm düşüncesi belimizi bükerken, öte yandan korku-ümit dengesi içinde ebedi saadete açılan bir kapı olarak da bizi heyecanlandırır. Ancak dünya muhabbeti onarılamayacak ölçüde kalbimizi tahrip ettiyse ölüm de kâr etmez, ölüp gidenler de... Bu ciddi bir tehlikenin işaretidir.

Bu tür bir tehlikeye düşmemek için zikrullaha sarılmak gerekir. Zikir, insanı Allah’a yaklaştıran, gafleti dağıtan bir ibadettir. Kelime manası itibariyle nisyanın yani Allah’ı unutmanın ve O’ndan gafil olmanın zıddıdır. Allah’ı anmak, hatırlamak manasına gelmektedir.

Ayet-i Kerime’de “Elbette Allah’ı zikretmek, en büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyurulmaktadır. Namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak gibi ibadetlerin her biri birer zikirdir. Şuurlu bir şekilde ifa edildiği zaman kalpteki gaflet bulutlarını dağıtır, günahları eritir ve insanın Allah katındaki değerini artırır.

Tasavvuf büyüklerimizin bildirdikleri usullerle bir rehber eşliğinde zikir dersi alıp buna devam etmek de kalbin selamete ermesi için büyük bir vesiledir. Gece-gündüz, otururken, yatarken, uyurken, uyanıkken gönül Allah ile olur. “Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i İmrân, 191). Böylece yirmi dört saatin her anı Allah’ın zikriyle dolu geçer. Manevi kalbimiz düştüğü kötü halden çıkıp Allah’a yönelir. Allah’ın emirlerine itaati artar. Dünya hayatına ibret nazarıyla bakar. Sevmesi, kızması, oturması, kalkması Allah için olur. Nihayet zikir insanın bütün varlığını kaplar. Bundan sonra dünyanın insanı gaflete düşürmesi kolay olmaz. Namaz, oruç, Kur’an okumak gibi bütün ibadetler gerçek manasını bulur.

Zaten dünyanın insanı aldatan sahte yüzüne rağmen onca sıkıntısı, belası, felaketi de ortadadır. Böyle zamanlarda insan acizliğini kavrar, vicdanının sesini duymaya başlar, gafletini anlar. Çaresiz anlarda kendini Allah’a daha yakın hisseder, samimi bir şekilde O’na yönelir.

Allah Tealâ, “Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe, 126) buyurmaktadır. Böylesine bir gaflet bir mümine asla yakışmaz. Bir rüya kadar kısa olan dünya hayatımızın bir bölümü zaten geçip gitmiştir. Kalan zamanın çoğu da uykuyla ve günlük işlerle geçecektir. Geriye kalan zamanı hayırlı işlerle değerlendirip geçmiş günahları silmek için gayret etmelidir.

Bugün bizi yoldan çıkaran hiçbir şey mahşer günü bizim yanımızda, lehimizde olmayacaktır. Ruhumuzu kabzedecek meleğe karşı duramayacaktır. O mahşer kalabalığının içinde kendi derdimize düşüp, yalnız olarak hesabımızı vereceğiz. “Bunların hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna tek başına (yapayalnız) gelecektir.” (Meryem, 95)

Cehennemin dehşeti, cennetin güzelliği bilinmektedir. Dünyada küçük bir acıya dayanamazken, ahirette nasıl dayanabiliriz? Bunu iyi düşünmelidir. Ahiret de, azap da gerçektir. Şakaya gelir bir konu değildir. Cennet ise, her türlü güzelliğin yaşandığı ebedi saadet yurdudur. “İman edip de iyi işler yapan kimselere gelince, yarın onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız, ebedi olarak oralarda kalacaklar. Bu Allah’ın gerçek vaadidir. Allah’tan başka doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 122)

Allah Tealâ her an ve her yerdedir, her şeyi görmekte ve bilmektedir. Ondan gizli hiçbir şey yok. Melekler de bizi görmekte ve bütün yaptıklarımızı kaydetmektedir. Peki biz onlardan hiç utanmaz mıyız? İnsanların gözünde hor, hakir düşmek, çirkin görünmek bile bizi büyük üzüntüye sevkederken, onlardan ve tabii ki bizim tek sahibimiz olan Rabbimiz’den hiç utanmayacak mıyız?

O halde gönül gözünü açıp yüzümüzü gerçeğe, kendi gerçeğimize döndürmemiz lazım. Kurtulmak için uyanmak şarttır.

Rabbimizin tevfik ve inayeti ile...
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Günaha Girmenin Sebebi Bilmemek mi?

Rabbimiz Teâla, Adem [A.S]'a insanoğlunun yeryüzünde kullanacağı bütün lisanları öğretmiştir. Şeftaliye kokuyu, koyuna sütü, arıya bal vermesini öğreten Allahu Teâla'nın, bir nebisine bütün lisanları bildirmesi, yeryüzünde bulunan ilimleri öğretmesi, Allah'ın azametine göre bir sineğin gözü, bir devenin tırnağı gibi küçük bir mesele ama insanoğluna göre büyük meseledir.

Yoksa bazı filozofların dediği gibi İlk insan cahildi, bir şey bilmezdi' demek doğru değildir, ilk insan Adem [A.S] İlimsiz değildi, [hâşâ] vahşi hayvan gibi hiç değildi. Bu anlayış batı felsefesine aittir.

Rabbimiz Teâla, Adem (A.S)'a Arapça, Farsça, İbranice gibi dünyada kullanılan ana dilleri, fizikî, kimyevî, tıbbî, astronomi ile teknolojik bilgilerin ihtiva ettiği bütün bilgileri, bunlarla ilgili her ilim dalını öğretmiştir. Terzilik, kunduracılık, dokumacılık, marangozluk...

Böylelikle Allahu Teâla Adem (AS)'a adeta:

'Evlatlarına söyle!..

Sana her türlü sanatı öğrettim, isterseniz, bunlarla dünyayı mamur edin, kıyamete kadar insanlığa ne gerekirse, o teknolojiyi gerçekleştirin. Bununla beraber sana, dini de öğretiyorum.

Ama sen dini, şer'i hükümleri yanlış değerlendirip sadece dünyaya yönelme, dini kullanarak sadece dünyanı imar etme' demek istedi.

"Çünkü insanlar böyle bir babanın evladıdır. Onun hali-fesidirler. Onun için bu nimetin kıymetini bilmeli, bu kardeşliği takdir etmelidir. Hiçbir insan, bu alemde kendisi asalet davası ile yaşamaya çalışmamalı, büyük bir cemaat halinde kardeşlik içinde hayat sürmelidir.

Bu hayat içinde de kendi hükümlerini değil, Allahu Teâla'nın hükümlerini, kanunlarını tatbik etmelidir, işte o zaman meleklerin kendilerine nasıl hizmet edeceklerini göreceklerdir." (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili. I, 319)

"Günaha girmek ardından da tövbe edebilmek Adem (A.S) ve diğer peygamberlere uymanın bir esasıdır. Evladın ecdadına uyması ne güzeldir!.. Ademoğlu'nun günahkâr olması şaşılacak bir iş değildir.

Babasının yolundan giden övülür. Zira babasına benzeyen haddi aşmış sayılmaz. Kusur işlemek babadan kalma bir mirastır.

Evlat babasına benzeyebilir. Ama bu benzeme her yönüyle olmalıdır. Baba vaktiyle kırdığını sardığı, yıktığını yaptığı gibi evlat da aynı şekilde yapmalıdır. Hatalarını telâfi etmelidir.

Nitekim Adem (A.S) günaha girdiğinde -ki nebiler aslında günahsızdır. Onların günahları asla bizim günahlarımıza benzemez ve buna zelle denir- tövbe etti ve pişmanlık ateşi ile yandı.

Ademoğlu kusur işlerken Adem (A.S)'a tabi oluyorsa, tövbe ederken de bir insan olarak onun gibi pişmanlık duymalıdır. Hata işlemek insanın yaratılışında vardır. Hatasız insan olmaz. Ademoğlu tövbekardır. Hiç günah işlememek meleklere mahsustur." (İmamı Gazâlî, ihya, IV, 8)

Rasulullah (s.a.v) efendimiz şöyle buyurur:

"Her Ademoğlu hata işler. Hata işleyenlerin en iyileri tövbekar olanlardır." (Tirmizî, Kıyame, 49; ibn Mace, Zühd, 30; Ahmed, el-Müsned, III, 198)

İlim denilen hakikat, alim denilen kemâlat işte bu noktada başladı. Gözle gördüğümüz şu dünyadaki yaratılmışlara eşya dersek, bu eşyayı anlayacak en kamil insan olarak Allahu Teâla Adem (A.S)'ı yarattı. Onu eşyaya esir olarak değil, hakim olarak var etti.

Adem (A.S)'ın en önemli sıfatı ilk insan olmasıdır. Peygamberlik sıfatı ondan sonra gelir. Burada önemli olan, onun insan olarak mükemmel oluşudur. Her insan bu mükemmellikte yaratılmıştır. Ne var ki Adem (A.S) peygamber seçilmiştir.

Adem (A.S) her türlü sanatı evlatlarına öğretti ama eşyaya rağbet etmedi, ilâhi sanatını dünyalık nimete dönüştürmedi. Allahu Teâla'nın emri onda üstün geldi. Şu halde buradan ortaya çıkan mesele nedir? Mesele şudur:

Önemli olan dinin kuvvetlenmesidir. Dünyevi hayatımızda, ilâhi hükümleri hakir görmemektir. Geçim derdini önemseyip dini ihmal etmemektir.

Eğer insanlık bir aile ise, bu ailenin babası senin, benim babam Adem (A.S) işte bunu gerçekleştirmiştir. Onun için bütün insanlık aleminin tarihi araştırılsa ortaya çıkacak olan netice şudur:

" Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler miras olarak ne dinar ne dirhem bırakırlar. Onlar miras olarak ilim bırakırlar. Kim ilim elde ederse, bol bir nasip elde etmiştir" (Ebu Davud, ilim, 1; Tirmizî, ilim, 19; İ.Mace, Mukaddime, 17) hadisinin sırrı gereğince Arif-i billah olan alimler ve velilerle dünya ve ahiret hayatının dengesi kurula gelmiştir. Nebiler, veliler, arifler, salihler, şehitler, binanın direkleri, sütunları gibi hep denge unsuru olmuşlardır.

Şu halde bir şeyler bilmiş olmak Allahu Teâla'nın bize ihsanıdır. Bu nimeti Rabbimiz Teâla, ilk insan Adem (A.S)'a vermiş; babamızdan da bize miras kalmıştır. Onun için bilmemiz gereken gerçek ilim Hakk'ı tanıtan, bilen ilimdir.

İmamı Gazâlî Hazretleri şöyle diyor:

" Bir insan, Allahu Teâla ilgili her meseleyi; zikir, ibadet, itaat, kalp temizliği, nefsin cefası ve hileleri, şeytanın aldatmacalarını sırf AllahuTeâla'ya yaklaşmak için bilirse, o insan hakikaten her şeyi bilmiş olur.

Eğer o insan, bunun zıddını yapmaya çalışırsa, dünyanın en münevver insanı, en büyük üstadı da olsa, o insan gerçekte hiçbir şey bilmemiş olur."

Allahu Teâla'yı bilen hakikatte her şeyi bilir. Çünkü Allah'a giden yolda, alıp verdiğimiz nefesler sayısı kadar yol vardır, insanoğlu, Allahu Teâla'nın sıfatlarından hangisine yapışırsa Allah'a ulaşmış olur. Bu yüzden Allah'ın, kullarına verdiği en büyük nimeti ilim olmuştur. Hiçbir peygamber dünyayı ihmal ederek ahirete yönelmemiştir.
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
ŞÜKÜR SECDESİ

Mal, evlat ve benzeri, sevindirici bir nimete kavuşul-duğu, ya da kaybolan bir mal bulunduğu, yahut bir felaketin atlatıldığı veya bir düşmanın tehlikesinden kurtulma haberi alındığı zamanlarda, Yüce Allah‘a şükür niyeti ile, Tilavet Secdesi‘ne benzer bir secde yapmaya, Şükür Secdesi denir. Bu gibi durumlarda Şükür Secdesi yapmak, müstehabtır.

Fakat, camilerde farz namazlardan sonra Şükür Secdesi yapmak mekruhtur. Çünkü bu durumda, cemaat tarafından Şükür Secdesinin, namazlardan bir bölüm olarak kabul edilmesi muhtemeldir. Ayrıca, farz namazlardan sonra nafile namazı kılmanın mekruh olduğu vakitlerde de Şükür Secdesi yapmak, mekruhtur.


İnsan her şeyi ile Allah‘a (c. c) aittir. Gördüğü ve yaşadığı her şey, Yüce Allah‘tandır. Musibeti veren de O, kaldırıp ferahlatan da O‘dur. İnsanın gördüğü her musibetin, mutlaka bir hikmeti, bir sebebi vardır.

Bunun için insan, musibetlerden dolayı feryat etmemeli, aksine hikmetlerini düşünerek sabretmelidir. Musibetlerden kurtulduğu zaman da, kendisini kurtaran Yüce Allah‘ına şükretmelidir.

Şükretmenin en güzel görüntüsü ise; kulun, Allah‘a (c.c) karşı secde halidir. Çünkü secde ile kul, kulluğunu anlar, en güzel biçimde kulluğunu ifade eder. Zira kulluğun, secde halinden daha güzel bir şekilde ifade edilmesi mümkün değildir.

Hayatın her safhasında müslüman, Allah‘a şükür gerektirecek bir çok nimetlerin içinde olduğunu hisseder. Bu sebeple müslüman, öncelikle müslüman olduğu için Allah‘a şükretmeli, sağlığı için şükretmeli, sahip olduğu nimetler ve imkanlar için şükretmeli, akılsız varlıklar seviyesinde olmadığı için ve saymakla bitmeyecek daha pek çok nimet için, her şeyi bahşeden Yüce Allah‘a şük-retmelidir. Ancak şükrün, mutlaka secde şeklinde olması da şart değildir.


ŞÜKÜR SECDESİNİN YAPILIŞ ŞEKLİ

Şükür secdesi, tıpkı Tilavet Secdesi gibi yapılır. Şükür secdesi için de abdestli olmak, kıbleye yönelmek ve niyet etmek gerekir. Sonra tekbir alınıp secdeye varılır. Üç teşbihten sonra tekrar tekbir ile kalkılır. Böylece Şükür secdesi yapılmış olur.

Şükür Secdesi‘nin, Tilavet Secdesi‘nden farklı bir tarafı varsa; o da Şükür Secdesi‘nin yalnız namaz dışında yapılışıdır. Yani, Şükür secdesi namaz içinde yapılmaz.
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
İLMİN ONURUNU KORUMAK

Kadı Şüreyh, bir mecliste iken, zamanın halifesi Mehdi‘nin oğlu çıkagelir. Koltuk yastığına dayanmış, ayaklarını uzatmış bir halde, âmirâne bir tavırla, Kadı Şü-reyh‘ten bir mesele sorar.

Kadı Şüreyh, Şehzadeye hiç aldırmaz. O, sorusunu tekrar eder. Yine cevap alamayınca, öfkelenir ve:


- Vay, sen beni küçük mü görüyorsun? der.

Kadı Şüreyh:

- Haşa! der. Ben Mü‘minlerin Emîrinin oğlunu küçük görmem.

Ancak, ilmin izzetini düşünürüm. Âlimin şerefine de hakaret ettirmem.

Bu cevap üzerine, Şehzade hatasını anlar. Derhal kendini toplar, o laubali tavrı terkeder. Ciddiyet ve saygı içinde, sorusunu tekrar sorar.

Kadı Şüreyh:

- İşte ilim böyle istenir, diyerek istenen cevabı verir.


*****


Gerçek âlimler, tarih boyunca herkese karşı ilmin onurunu korumuşlar; ilme ve âlime hakaretle muamele olunmasına hiçbir şekilde göz yummamışlardır.



İLİM Mİ İSTERSİN, AMEL Mİ?

İzzeddin bin Abdüsselam, gençliğinde, Şam‘daki Dımeşk Camii‘nin yanındaki odalardan birinde kalıyor, ilim öğrenmeye gayret ediyordu.

Bir gece rüyasında, bir zat, kendisine:

- Ya İzzeddin! Sen ilim mi istersin, amel mi istersin? diye sordu.

İzzeddin bin Abdüsselam da:

- Ben ilim isterim. Zira ilim beni amele götürür. Halbuki amel, kişiyi ilme götürmez... cevabını verdi.

Bu rüyadan sonra, İzzeddin bin Abdüsselam‘da, öyle bir ilim aşkı ve bilgi edinme şevki meydana geldi ki, kendini bütünüyle ilme verdi. Kısa zamanda pek çok kitap okudu. İlimde üstün bir paye sahibi oldu.
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
SARIKAMIŞ‘I BİLİR MİSİNİZ ?

Tarihimiz ihtişamlı zaferler kadar facialarla da dolu. Zaferlerimizle övündüğümüz kadar, yaşadığımız hezimetlerden de dersler çıkarmak zorundayız. Bunu yapmadığımız sürece tarih bizim için ne ölçüde anlamlı olabilir?

Facialardan söz ederken, Sarıkamış’ı özellikle dikkate almamız gerekir. Orada, hiç de uzak olmayan bir zamanda 100.000’e yakın yiğidimizi karlara gömdük. Üstelik tek kurşun atamadan... Üstelik sadece bir hayalperestin kişisel ihtirası uğruna...


anit2.gif

İhtiras... Bu kavramı iyi düşünmeliyiz. Kimi kendi ebediyyetini bu ateşle yakıp kül ederken, kimileri de koca memleketi harabeye döndürebiliyor.

Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa’nın şu ifadelerine bakın: “Beni Napolyon’a benzetmişlerdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.”

Tarih, 16 Aralık 1914. Soğuk bir kış günü. Talebesi öğretmenini azarlamaktadır: “Hatalı davrandınız! Başarılı olamadınız! Rus ordusu burada yok edilmeliydi. Şimdi hemen harekete geçip, Rus ordusunu Sarıkamış’ta yok edeceksiniz!”

Cephelerin ve harp okulunun emektar komutanı Hasan İzzet Paşa, küstahlaşan öğrencisine pervasızca cevap verir: “Olmaz! Havaları görüyorsunuz. Her yerde kar var. Karakış başlamıştır. Bu şartlar altında, bu mevsimde harekât bir faciaya dönüşebilir. Kış şiddetini kaybetsin, yollar açılsın, düşmana haddini bildiririz.”

Her verdiği emrin hemen yerine getirilmesine alışkın padişah damadı ve orduların başkomutan vekili 34 yaşındaki Enver Paşa, asabileşerek şu tehdidi savurur: “Eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim!”

Bir facianın eşiğinde, Hasan İzzet Paşa istifa ederek ordudaki görevinden ayrılır.

Çöl ateşinden Köprüköy ayazına

Çok geçmeden, tarihler 21 aralığı gösterirken, tarihe “Sarıkamış Faciası” olarak geçen harekât başlatılır. 125 bine yakın iman abidesi insan, kış kıyamette paltosuz, postalsız, gömlekle, çarıkla cehennemî tipinin ortasına sürülürler. O günlere şahit olan bir askerin mektubu, facianın küçük bir boyutunu günümüze şöyle taşır:

“Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklonulduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekraren takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumamandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile, Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin. Şafak söktüğünde 2059 rakımlı Kızkulağı Tepesi’nden Moskof obüs yağdırır ama şükrolsun, zafer bizim olacak. Gece bastırdığında, tepelerdeki Moskof ocaklarının ateşi gözlerimizdeki ayazı tandır közüne tebdil eyler. Başkumandan Paşa Hazretleri acele gelse ki, ateşe kavuşsak...”

Iğdırlı Ali Çavuş yazlık giysiler içerisinde titreye titreye bu mektubu yazıp İstanbul’dan gelecek olan kışlık giysileri beklerken, Karadeniz’de başka bir facia yaşanıyordu. Ruslar Osmanlı ordusuna erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan gemileri sulara gömmüşlerdi. Bu durumu askere bildirmeyen Enver Paşa, ihtiraslarına mağlup olarak bütün birliklere şu mesajı çeker:

“Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm Alemi’nin bütün ümidi sizsiniz.”

Böylece “Turan Fatihi”, “Sarıkamış Fatihi” olma uğruna, binlerce insan dehşetli bir can pazarına sürülür.


‘Üç beyinsizin uğruna üç milyon halk’

Koca bir cihan devleti olan Osmanlı, şahsi ihtiraslar uğruna böylesine yanlış kararlarla askeri harekâta girme aşamasına nasıl gelmişti?

Sultan Abdülhamid Han’ın bir entrika sonucunda darbe ile tahtından uzaklaştıran İttihatçılar, 1914 yazında Avrupa’da esmeye başlayan savaş rüzgarlarında Almanların yanında yer alırlar. Sultan Abdülhamit Han’ın Avrupa’da yıllarca emek vererek sağladığı dengeler bir anda alt üst olur ve İngiltere ve Fransa’nın sömürgecilik yarışından pay kapmak isteyen Almanya’nın aleti oluruz. Almanlar, Fransız ve İngilizlerin yanında yer alan Ruslara karşı Osmanlı askerini kullanarak batı cephesinde rahatlamanın plânlarını yapmaktadırlar. Bunun için Kayser’in “Alman ordusuna eklenen bir süngü” olarak tasvir ettiği Osmanlı neferleri kullanılır. Sömürgecilik yarışında hiçbir çıkarı olmayan Osmanlı, felaketlerle sonuçlanacak olan bir macereya sürüklenmektedir.

Darbe ile iktidara gelmiş, ayak oyunlarıyla rütbe almış ittihatçı subaylar, milletin geleceğini, refahını, kalkınmasını değil, gazete sayfalarına kahraman olarak geçmeyi düşünüyorlardı. Hiç yoktan girilen Birinci Cihan Harbinde, 1 Kasım 1914’te Kafkas Cephesi açılır ve Ruslar Doğu Anadolu’ya girerler.

enver.jpg


Devlet-i Ebed Müddet’ten Enverland’a

Başkumandan vekili Enver Paşa (başkumandan paşidahtır), padişah damadı olarak birçok yetkiyi elinde tutmaktadır. Padişahın bir çok şeyden haberi bile olmamaktadır. Enver Paşa, verdiği harekât emrinde hedef olarak Tahran ve Akşabat’ı gösterir. Tahran harekat merkezine 1350 km. Aşkabat ise 2000 km. uzaklıktadır.

Almanlar, Türkiye’ye giden trenlerin üzerine “Enverland’a (Enver’in Ülkesi’ne) gider” yazmaktadırlar. Kibir ve ihtiras demiştik ya! Paşa’nın şu ifadelerine bakın: “Beni Napolyon’a benzetmişlerrdi. Kabul etmem. Çünkü ben ikinci adam olamam.”

Etrafında bulunan subaylar da ihtiras ve hayalcilikte ondan geri kalmıyorlardı. Çetecilikleriyle meşhur Dr. Bahaeddin Şakir ve arkadaşları Erzurum’a gelirlerken, yol kavşaklarına “Turan’a buradan gidilir!” diye işaret levhaları koyuyorlardı. Alman Von der Goltz Paşa bunlar için şöyle demişti. “Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam vardır. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişlerdir ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır.”

Zararın asıl sorumlularından biri, ihtirasta Enver’den geri kalmayan Hafız Hakkı’ydı. Bu adam hiçbir arazi araştırması yapmadan Enver Paşa’nın ihtiraslarını kamçılayacak şu telgrafı çekmişti: “Dağlar üzerindeki yolları keşfettim. Bu mevsimde bu yollardan hareketin mümkün olduğuna inandım. Buradaki kolordu ve ordu komutanları yeterli ölçüde inançlı ve kararlı olmadıklarından böyle bir saldırıya samimiyetle taraftar olmuyorlar. Bu saldırı vazifesi rütbem düzeltilerek bana verilirse ben bu işi yaparım.”

Enver Paşa, Hocası Hasan İzzet Paşa’yı azlederek görevi sekiz gün önce yarbaylıktan albaylığa terfi eden Hafız Hakkı Paşa’ya verdi. Hafız Hakkı Paşa artık tümen komutanı olmuştu ama gözü ordu komutanlığındaydı.

Niçin olmasındı? Orduyu politikalarına alet eden bu darbecilerin başı Enver, 18 gün içinde yarbaylıktan paşalığa yükselmemiş miydi? Bunun yanı sıra harbiye nazırı (savunma bakanı) olmamış mıydı? Ondan neyi eksikti?

Politika ile rütbe alan bu komutanlar arazi ve yol incelemesini yanlış yapmış ve sonuçta “tekerlekli araçların geçmesine uygundur” raporu verilen yollardan askerler yaya zor geçmişlerdi. Tekerlekli araçlar ve kısıtlı mühimmat karlara saplanıp kalmış, tek tek birerli sıralarla yürüyen askerler, güçleri tükenmiş, hasta ve mecalsiz olarak Rusların karşısına dikilmişler çoğu kurşun bile atamadan donarak ölüp gitmişlerdi.

anit1.JPG


Kardan heykeller

22 aralıkta Enver Paşa’nın emriyle 120-125 bin civarında Osmanlı askeri dondurucu soğuğa rağmen yollara sürülmüştü. Bölge çoğu senenin dört ayı boyunca karlarla örtülüydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. Zemheriler diye bilinen en soğuk günlerdi. Sıfırın altında kırk dereceye düşen soğuk, düşmandan daha düşmandır. Yapılan harekât plânına göre 9. Kolordu Sarıkamış Dağları’nı, 10. Kolordu ise Allahuekber Dağları’nı aşarak Rusları Sarıkamış’ta kuşatıp imha edecekti.

Gündüz başlayan yürüyüşte çarıkları yumuşayan askerlerin çarıkları gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlar. Adım atmak neredeyse imkansızdır. Askerler olduğu yerde zıplar, atlar, kendini karların içine vurur ve ayaktan başlayan donma yavaş yavaş tüm vücuda yayılır. Düşeni kaldırmamak için emir vardır. Zaten kimsede de kimseyi kaldıracak güç kalmamıştır. Neferler ordunun işaret taşları gibi yollara dizilirler. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi yuvarlanmış, kimi bir ağacın gövdesine dayanmış kardan heykellere dönüşürler.

90.000 şehit. Tek kurşun atmadan...

O yıl kurtlar insan etine doyar. Birçok cesedin gözlerini kuşlar oymuştur. Arkadan gelenler, gördükleri korkunç manzara karşısında moralmen yıkılmaktadır. Ayrıca açlık da son haddine ulaşmıştır.

Onbeş saatlik yürüyüşün sonunda, 16.300 kişilik 30. tümenden geriye 1.400 asker kalır. Ölenler, düşmana karşı tek bir mermi atamamışlardır. Diğer birliklerin de bunlardan farkı yoktur. Kayıpların sayısı, en iyimser rakamla 70 bin kişidir. Bazı kaynaklarda bu sayı 90 bin kişiye kadar ulaşır. Sonuçta, sadece bir gecede binlerce asker beyaz karların üzerine cansız serpilmişti. Kalanlar ise açlıkla, bitlerle, tifüsle, soğukalgınlığı ve kangrenle uğraşıyorlardı.

Tarih ne böyle bir faciayı yazmış, ne de görmüştü. Oysa İstanbul’a çekilen telgraflarda inanılmaz ifadeler vardır: “Kafkasya dağları ve tepeleri beyaz bir örtüyle örtülüdür. Kar hemen hemen bir metreyi geçmiştir. Harekâttaki sessizlik bundandır. Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir.”

Enver Paşa inadından dönmedi. Son bir gayretle Sarıkamış’a yüklenmek istiyordu. Acımasız emrini verdi: “Saldırı sırasında her üst, bir adım geri atanı derhal tabancası ile öldürecektir.” Askerler, bu durum karşısında dillerinde kelime-i şehadet ile bir kere daha bile bile ölüme yürümeye başladı. Sonuçta Sarıkamış’a ancak bir avuç kahraman ulaşabildi. O da geçici bir süre için.

sarikamis.jpg


‘Onları teslim alamadım. Çünkü...’

Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, anılarında Sarıkamış’a kavuşan o bir avuç kahramanı şöyle anlatacaktır:

“İlk sırada diz çökmüş beş kahraman. Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı... Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları! Her biri birer fütuhat oku gibi çelik misal. Ya gözler?.. Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözler... Açık, vallahi apaçık!..

İkinci sırada öyle bir manzara ki, hiçbir heykeltraş benzerini yapmayı başaramamıştır. O ürkütücü ayaza rağmen, sağlarında fişekleri debelenerek üzerlerinden atmaya tenezzül etmemiş iki katırın yanında başları semaya dönük, altı masal güzeli Mehmed... Sandıkları bir avuçlamışlar ki, hayatı biz ancak böyle bir hırsla avuçlayıvermişizdir. Öylesine kaskatı kesilmişler.

Ve sağ başta binbaşı Mustafa Nihat. Ayakta... Yarabbi, bu bir ayakta duruştur ki, karşısında düşmanı da, kâfiri de, lanetlisi de Allah’ın huzurunda diz çöküş halinde gibi. Endamı, düşmanı dize getiren bir tekbir velvelesi gibi. Belinde, fişeklerinin yuvalarını tipi ile kapatmaya bütün gece düşen kar bile razı olmamış. Sol eli boynundaki dürbünü kavramış. Havada donmuş, Kale sancağı gibi... Diğer eli belli ki, semaya uzanıp rahmet dilerken öylesine taşlaşmış. Hayrettir, başı açık. Gür erkek kömür karası saçları beyaza bulanmış...”

Ve Moskova’daki askeri müzede sergilenen bu satırların sonu şöyle biter: “Allahuekber Dağları’ndaki Türk müfrezesini esir alamadım. Bizden çok evvel Allah’larına teslim olmuşlardı. 24.12.1914 Perşembe.”

Ve bitişimizin itirafını olayın baş sorumlularından Hafız Hakkı Paşa, başkumandan vekiline şu sözlerle özetler: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-ı küllisi mahvoldu.”

Enver Paşa hiçbir şey olmamış gibi İstanbul’a döner. Arkasında binlerce kefensiz kar çiçeği bırakarak... Basını ele geçirmiş bu darbeci güruh sıkı bir sansür uygulayarak halkın Sarıkamış cephesinde olup biteni öğrenmesine engel olurlar. Faciayla ilgili bilgiler Ruslar vasıtasıyla Avrupa ve Dünya’ya yayılır ama herşey için artık çok geçtir. Bir sohbet sırasında Harbiye Nezareti Ordu Daire Başkanı Behiç Bey’e bu facia için Enver Paşa şöyle der: “Bunlar nasıl olsa birgün ölecek değiller miydi!”

Birinci Cihan Harbi’nin alevleri, Sarıkamış’tan Çanakkale’ye, Galiçya’dan Trablusgarp’a kadar binlerce kilometre karede müslüman kanının ihtiraslar uğruna akmasına sebep olur. Ve Akif gözyaşları içinde şöyle inler:

“Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım,
Elemim bir yüreğin payı değil, paylaşalım.
Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor!”


İhtiras demiştik ya! Bazılarının ihtirası sadece kendilerini değil, milyonlarca vatan evladını ve tarihin gördüğü en ihtişamlı cihan devletlerinin birini yakabiliyor.
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
ÇIĞIR AÇMAK KOLAY MI?
tablo3.jpg
Yol, itaat ve sabırla gidilecek. Kâh mahzun olacak kalpler, kâh sevinçli coşkulu. Ve her hal bir imtihan olacak. Hudeybiye günündeki gibi. Orada ve ondan sonra kalbi dosdoğru, adımları kararlı olan kimileri çığırlar açacak, kolbaşı olacak. Nice sahabiler gibi.

Hudeybiye'de toplanan bazı müslümanlar, doğup büyüdükleri vatanları Mekke'yi bırakıp gitmişlerdi. Sadece dinlerini daha iyi yaşamak, daha iyi kulluk edebilmek için. Hicret...

Ama Mekke'ye dönecekleri günü de hasretle bekliyorlardı. Bir tarafta Mekke'de müşriklerin elinde esir kalan çaresiz müminler, diğer tarafta Medine'de Beytullah'a özlem duyanlar... O gün sanki bir vücut ikiye ayrılmış gibiydi.

Gönüller Sultanı Hz. Peygamber s.a.v. Medine'deydi. Mekke'de hakikat ışığına kör kalanlar:

- Muhammed hiçbir zaman Mekke'ye giremeyecek! diyorlardı.

Kainatın Efendisi s.a.v. ise Hz . Osman r.a.'ı Mekke'ye göndermiş:

-Mekke'de iman gizli kalmaz! diyordu.

Bir yürek devleti

Gönüller mahzundu. Ve o gün... Mekkeli veya Medineli olmanın anlamı çok büyüktü. Medineliler Gönüllerin Sultanı ile beraber, Mekkeliler ise O'ndan ayrıydı. Bu, sahabi olanın taşıyamayacağı ağırlıkta bir yüktü. Bu yükün bir nebze de olsa anlatımı Hz. Osman r.a.'ın ifadesiyle şöyleydi:

- Sahabe-i Kiram, içli içli o kadar çok ağlıyorlardı ki, neredeyse ağlamaktan ölüme yaklaşmışlardı.

Rasul'ün gözleri önünde, O'nun gönlü etrafında kenetlenen müslümanların en büyük derdi, Beytullah'ı tavaf edebilmekti. Medineli müminler şöyle diyordu:

- Ey Allah'ın Rasulü ! Osman'a ne mutlu! O Beytullah'a kavuştu, şu an Mekke'de...

Ancak Gönüller Sultanı Efendimiz s.a.v. onlara :

- Biz tavaf etmekten alıkonulmuşken, hiç sanmıyorum ki Osman, Beytullah'ı biz olmadan tavaf edebilsin, diyordu.

Ayakların titrediği, şeytanın ve nefsin sayısız desiseler soktuğu o gün, Hudeybiye Günü, sahabenin olaylar karşısında öylesine bir duruşu vardı ki, aynen şuna benziyordu:

“Öyle bir ekin ki, filizini çıkarmış, sonra da onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış da artık gövdesi üzerine doğrulmuştu.” (Fetih, 29)

İşte bu yürek devleti inananları kuvvetlendiriyordu.

Öpülesi eller kimin?

Hudeybiye'de Sahabe-i Kiram hurma ağaçlarının altında hasret bağının güllerini devrişiyorlardı. O vakit çıkarılan şayia yürekleri parçaladı:

“Mekke'ye gönderilen Osman öldürüldü!..”

Vücudun bir organı koparsa ne olurdu? Hem de Osman kendileri adına Mekke'ye gönderilmişken, bir de onu Alemlerin Sultanı elçi yapmışken?!. Etle tırnağı beraber yaratan Allah, Rasulü'ne insanı insan yapan sanatı öğretmişti. Şimdi o sanat icra edilecekti. Sanatkâr ise Sevgililer Sevgilisi idi.

Tüm gönüller O'nun etrafında toplanıverdi. Kimi ağaç dallarıyla Efendimiz s.a.v.'i gölgeliyor, kimi de -Hz. Ömer r.a. gibi- Kainatın Biriciği'nin elini kendi eliyle tutup destek veriyor, müminler biat ederken O'nu incitmesinler diye hassasiyet gösteriyorlardı.

Mekke müşrikleri ise Peygamberimiz'le bir an önce anlaşmayı hedefliyorlardı. Mekkeli müşriklere göre müslümanlar artık kaybetmek üzereydi. Belki de onlar Sahabe-i Kiram'ın toparlanmaması için bir ilm-i siyaset izliyorlardı. Oysa din Allah'ındı. O, şöyle buyuruyordu:

“Sen dışarıdan onları (müşrikleri) birlik içinde sanırsın. Halbuki onların kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr, 14)

İşte madde ve mananın karşı karşıya geldiği o an, Süheyl adında bir Mekkeli, Peygamberimiz'le anlaşmak üzere Medine'ye geldi. Müslümanların duruşu açık ve netti. Anlaşmak isteyenler ise Mekkeli müşriklerdi. Hedeflerini ise şöyle belirlemişlerdi:

- Medineli müminler Mekke'ye gelsinler. Orada üç gün kalsınlar. Ancak Kâbe'yi tavaf etmesinler!...

Böylece “Onlar bir oyun kurdular. Allah da onlara oyun kurdu. Allah, bütün hilekârlıkları hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmran, 54)

Ve... perdenin arkasını nübüvvet sırlarıyla gören Efendimiz s.a.v. şöyle buyurdu:

- Müşrikler barış yapmak istediklerinde hep bu adamı göndermişlerdir!...

Böylece Süheyl'in gelişinin aslında bir fetih başlangıcı olduğuna işaret ediyordu.

İmtihan ve sabır

Ve Hudeybiye anlaşması yapıldı. Anlaşma maddeleri, görünüşte müslümanların aleyhine işleyecek gibiydi. Bu nedenle Sahabe-i Kiram çok mahzun oldu. Boyunlarını büktüler. Ümitleri neydi, ne olmuştu? İnandıkları Rasul nelere imza atmıştı?!.

“Müminlere katılmak üzere, Mekke'den kim gelirse gelsin geriye iade edilecek, ancak müslümanlardan Mekkelilere katılan olursa, asla geriye verilmeyecek...”

Hz . Ömer r.a. dayanamamıştı:

- Ey Allah'ın Rasulü ! Bu maddeyi de mi kabul edeceksin? demişti.

Sevgili Peygamberimiz s.a.v. ise tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu:

- Evet, ama Allah bize bir yol açacaktır!..

O an zaman durmuş, gönüller yıpranmıştı belkide . Ama insan bu, su misali... Sular kendisine nasıl yol bulup gidiyorsa, kalpler de bir yol bulup gidecekti elbette. Ama gidilen yol önemliydi. O yol bazen ovayı, sarp geçitleri, bazen yaylaları, bazen meltem esintilerini ve bazen de fırtınaları andırır. İşte insanın gönlü bir yol bulup giderken kalp ak pak olsun diye “Allah, insana takvayı ve fitneyi ilham etmişti.”(Şems, 8).

Demek ki Allah, kendisine gönülden bağlananları olaylarla ayırdediyordu . İnsanoğlu olayların içinde takva ve fitnenin ne demek olduğu daha iyi kavrayabilecekti. Bu böyleydi. Ama kolay değildi.

İlâhi kader!.. O gün, baba ve oğul sebepler dünyasında bakın nasıl yol bulmuştu?..

Anlaşmanın imzalandığı sırada, Mekke'de esir kalan Ebu Cendel çıkageldi. Ayaklarına prangalar vurulmuştu, zincirlerini sürüklüyordu. Gönüller Sultanı s.av.'in huzuruna geldi. Babası Süheyl:

- Onun burada ne işi var? diyordu.

Hışımla oğlu Ebu Cendel'in boynundan tuttu. Yüzüne gözüne sopayla vurmaya başladı ve şöyle dedi:

- İşte Ey Muhammed! Yaptığımız anlaşma gereği bana vereceğin ilk kişi budur!

O an... belki de kalpler durdu, bakışlar donakaldı. Hiç kuşkusuz bu bir tesadüf değildi. Ebu Cendel :

- Ey Allah'ın Rasulü ! Ey müminler topluluğu! Sizler, bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi beni müşriklere teslim ediyorsunuz? Uğradığım işkenceleri görmüyor musunuz? Ben müslüman olarak aranıza katılmadım mı? diyordu.

Uzanan elleri, medet uman gözleri adeta yürekleri parçalıyordu. Feryatlarının ağlatmadığı tek sahabi kalmamıştı o gün, o an Hudeybiye'de... Ama Gönüller Sultanı s.a.v. ona şöyle diyordu:

- Ebu Cendel, sabret. Bizler verdiğimiz söze vefasızlık edemeyiz. Zira barış anlaşması yapmış bulunuyoruz.

Kalpler takvaya ulaşmazsa fitne, isyana giden bir yol bulurdu elbette. O günün takva sahipleri, ihtimal, Allah'a uzanan yolun zemininde bu tür olaylarla yetişiyordu. Hem Ebu Cendel'deki o iman, nice insanların gönüllerine doğan bir güneş olacaktı. Zaman bunu gösterecekti zira...

Ateş Çakmağı

Bu olaydan tam bir ay sonraydı...

İkindi namazının sonunda Mescid-i Nebi'de Efendimiz s.a.v. ve Sahabe-i Kiram oturuyordu. Mescide koşarak biri girdi. Mekkeli müşriklerden Kevser'di bu gelen. Ve:

- Ey Muhammed! Adamın Ebu Bâsir, Mekke'den kaçtı. Arkadaşımı öldürdü. Ben onun elinden zor kurtuldum. Yakalasaydı beni de öldürecekti, diyordu soluk soluğa...

Daha sözünü bitirmemişti ki Ebu Bâsir, mescidin önünde devesini çökertmiş, Rasulullah'ın huzuruna girivermişti. Şöyle diyordu :

- Ey Allah'ın Rasulü! Sen üzerine düşeni yaptın. Verdiğin sözü Hudeybiye'de tuttun. Beni onlara teslim ettin. Ben ise dinimden dönmedim ve onlara direndim. Ama Allah bugün beni onlardan kurtardı!

Gönül derdi dışa vuranın hali, insanlara tesir ediyordu anlaşılan. Ebu Bâsir de Ebu Cendel gibi iman dertlisiydi. Ebu Bâsir'deki bu iman güzelliği, o an sahabilere cesaret vermişti. Zira Efendimiz s.a.v. Ebu Bâsir'e :

- Ne müthiş adam! Adeta ateş çakmağı!.. Bir de yanında arkadaşları olsa yapamayacağı şey yok! buyurmuştu.

Böyle bir imandan o gün memnun olmayan tek kişi, olsa olsa Mekkeli müşrik Kevser olabilirdi.

Cemaatin imamı olabilmek

Aslında o an, Ebu Bâsir'in en zor zamanıydı. Zira onun yurdu ne Mekke ne de Medine'ydi artık. En çok sevdiği insandan müşriklerle yapılan anlaşma gereğince ayrı kalacaktı. Ona yine yol (hicret) görünmüştü. Bu yüzden Kızıldeniz kenarında “ Iss ” denilen yere gitti. Burası Mekkeli müşriklerin ticaret kervanlarının geçtiği bir yerdi. Ebu Bâsir, müslümanları ikiye bölen Mekke müşriklerinin plânlarını burada yok etmeye ahdetti...

Bu arada Ebu Cendel'in de gelişmelerden haberi olmuştu. Kıpır kıpır atan yüreği belki de bu günleri bekliyordu. Hemen bir yolunu buldu, o da Mekke'den kaçtı. Ebu Bâsir'in yanına geldi. Ebu Bâsir bir çığır açmıştı, kendine bir yol tutmuştu. Esaret altında Mekke'de yaşayan müslümanlar onun yanında bir araya gelmeye başladılar. Kısa sürede üçyüz kişi oldular.

Rasulullah s.a.v.'in vaktiyle söylediği, artık gerçek olmuştu. Artık sahabi Ebu Bâsir'in yanında arkadaşları da vardı. Ve bir plân yaptı. Bu bölgede Mekkeli müşrikleri çökertecek bir kuvvet olacaklardı. Hem Allah'ın Rasulü de onu övmüştü. Bu övgü aslında ona bir dua niteliği taşıyordu. Hasılı o, yaşadığı halin, meşrebinin imamıydı artık...

Sevgilinin mektubu

Ebu Bâsir ve arkadaşlarının bu birliktelikleri, Mekke müşriklerini iyice tedirgin etti. Ve aralarında yine Süheyl'in bulunduğu bir grup, Efendimiz s.a.v.'in yanına geldi:

- Aramızdaki akrabalık aşkına!.. Ebu Bâsir ve arkadaşlarına haber sal, bundan böyle onlardan kim Mekke'ye gelirse güven içinde kalacaktır.

Bunun anlamı, ihtimal, şu ayet mealinde gizlenmişti:

“Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de, O gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz.” (Âl-i İmran, 103)

Evet, Ebu Bâsir ve arkadaşları kendi başlarına ayrı bir hizip değildi. Rehber aynıydı: Rasulullah s.a.v... O'nun isteği her şeye değerdi. Efendimiz s.a.v., Ebu Bâsir'e artık memleketlerine, ailelerinin yanına dönebileceklerini bildiren bir mektup gönderdi.

Ne var ki Ebu Bâsir ağır hastaydı. Gelen mektubu eline aldı. Sanki Mekke ve Medine, Mescid-i Nebi, Hane-i Saadet gözlerinin önünde canlanıvermişti. Uğruna yıllarını verdiği Sevgili Peygamber, can dostu, biriciği artık onu davet ediyordu. Bir mektuba baktı, bir de etrafındakilere...En sevdiği insanın muhabbeti yüreğinde, mektubu ise ellerinde kalakaldı... Efendimiz s.a.v.'in, kendisini Mekke'ye, Medine'ye davet eden satırları gönlünde düğümlendi, düğümlendi... Ve ruhunu Allah'a teslim ediverdi...

Ebu Cendel ve arkadaşları cenaze namazını kıldılar ve oracığa defnettiler. Medine'ye dönenlerin sayısı ise sadece yetmiş kişiydi.

Açılan yollar İslâm'da, gönüller ise Rasulullah'ta bir kez daha buluşmuştu. Zira Sahabe-i Kiram her yerde, görüşlerin ve meşreplerin hidayet rehberleriydi.

Sahabe-i Kiramı görenler, Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbeller; İmam Şafiî, İmam Malik, Maturidî ve İmam Eş'arîler; Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylânî, İmam-ı Rabbanîler; İmamı Gazalî, Ahmed Yesevî, Mevlâna Celâleddin-i Rumîler; Şah-ı Nakşibend, Mevlâna Halid Bağdadîler; Şah-ı Hazne, Gavs-ı Kasrevîler, tüm veliler, alimler ve mürşid-i kâmiller...

Onlar, Asr-ı Saadet'ten günümüze gelen hayatı anlatan imamlardı.

Onlar, ilâhi nurla yıkanmış bir kültürün muhkem kaleleriydi.

Onlar, iman dolu gönüllerin sarsılmaz direkleriydi.

Ama onlar, yollarında, meşreplerinde asla tek başlarına değillerdi.
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Hayırlı cumalar, arakadaşlar.
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Resulullah Çanakkale’de
tablo3.jpg
Resûlullah Çanakkale'deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti

Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir.

Cemal Öğüt Hocaefendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider. Medine'de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür.

Cemal Öğüt Hocaefendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hocaefendiye yakınlıkduyar ve güzel bir dostluk kurulmuş olur.

Cemal Öğüt Hocaefendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hocaefendinin merakımı celbeder, bir gün sorar:

"Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:

"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hocaefendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Anlamadığı da zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir, ancak Cemal Öğüt Hocaefendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:

"Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."

1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır.

1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu.

Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:

"Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:

"Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur."

Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?

Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.

Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir:

"O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…"

Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve Allah'ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.


Yetiş ya Muhammed Kur-an’ın elden gidiyor!

Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim.

Alman Subay Sanders anlatıyor:

Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.

Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:

–Şu koşan asker ne diyor?

–Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.

Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu.

Yakaza kardeşimiz gönderdi
 

elmas

New member
Local time
01:32
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
ALLAH'A KULLUK VE GÜNAHLARIMIZ (Mübarek EROL)


Türlü yeteneklerle ve nice duygularla donatılan insanoğlunun, iyilik ve kötülük, sevap ve günah karşısında tavrı iradesine bırakılmakla beraber, iyi ve sevap olan işleri tercih etmesi, kötülüklerden ve günahlardan sakınması emredilmiştir.

İnsan, Alemlerin Rabbi'ne inancı, sağ duyusu, din ve hayâ duygusu ile kötülükleri emreden nefsi ve şeytanın fena telkinleri arasında mücadele halindedir. Rabbi'ne inancı sağlam olan ve hayâ duygusu yitirmeyen insan iyilik ve güzelliklere yönelir. Kötülük ve haramlardan uzak durur. İmanı zayıf, hayâ duygusu zedelenmiş, nefsine ve şeytana yenik düşmüş ise kötülük ve haramlara dalar. Şeytanın oyuncağı haline gelir. Allah'tan ve kullarından çekinmez, utanmaz, günahları açıkça işler.


Günah, kişinin inandıkları ile yaptıklarının çelişmesi ve çatışmasıdır. Rabbülalemin'e ve O'nun gönderdiği peygamberlerin ve kitapların doğru olduğuna inandığı halde, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde çizilen sınırlara riayet etmezse günah işlemiş olur. Mesela Kur'an-ı Kerim'de çok net biçimde içki haram kılınmış, ona yaklaşılmaması emredilmiştir. Bu yasağı çiğnemek günahtır, çiğneyen günahkârdır.

Yaradanımız , sahibimiz Rabbülalemin'dir . Sınırları belirleyen de O'dur . O'nun bize emirlerini ve yasaklarını tefekkür edince, bunların tamamının bizim yararımıza olduğu anlaşılır. Dü ş ünülürse , insanlığın bugün yüz yüze bulunduğu maddi-manevi krizlerin asıl kaynağının bu yararı göz ardı etmek, ilâhi sınırlara riayet etmemek olduğu anlaşılır.

Yaradılış programının ve kevnî nizamının dışına çıkmak olan günah, bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini vicdani azaplara, kalbî sıkıntılara boğmuş, bütün ruhî kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş demektir. Eğer işlediği günah her ne ise onda ısrarcı olur, işlemeye devam ederse, Allah korusun, artık ipi elden kaçırır, ne iradesi, ne günahlara karşı direnci ne de kendini yenilemeye mecali kalır.

Günahlar Hz. Adem a.s. zamanından günümüze kadar pek çok kavmin helakine sebep olmuştur. Bu kavimler kendilerine gönderilen peygamberlere karşı geldikçe, nefslerinin ve şeytanın peşine düştükçe ilâhi azap onları daha dünyada iken yakalamış, topyekûn yıkıma uğramışlardır. Bu, isyan edenler hakkında yüce Allah'ın bir kanunudur.

. . .

Habib-i Kibriya s.a.v. Efendimiz müminleri günahlara karşı sürekli olarak ve ısrarla uyarmış, Cenab -ı Hakk'ın emir ve yasaklarına titiz olunmasını istemiştir.

Zira günahlar kulun helâkine, sapıtmasına, Rabbi'nin taatinden ve hidayetinden uzaklaşmasına sebep olur. Günahlarla insan ilâhi dostluktan uzaklaşır, şeytana ve onun insan suretindeki yardımcılarına dostluk peyda olur.

Günahları terk etmek, salih amel ve hayırlı işler yapmakla da, insan Cenab -ı Hakk'ın dostlarından ve kurtuluşa erenlerden olur ki, böyleleri için korku ve hüzün yoktur.

. . .

Her kişi kendi anlayı ş ına , yaşayışına ve temayülüne göre günah işler. Zahirde haram ve helal, dinin belirlediği sınırlar herkes için aynı olmakla birlikte, kişinin kendi iç ve dış şartlarına göre günahın çeşidi ve yoğunluğu değişebilir. Mesela ticaret yapanla memurun yüz yüze bulunduğu günah çeşitleri farklıdır. Bu yüzden insan kendi durumunu göz önüne alarak neyin günah olduğunu, bu günahlardan hangisiyle temas halinde bulunduğunu bilmesi gerekir.

Herkes her an günah işleyebilir. Makamı ne olursa olsun, hiçbir Allah dostu bu hususta kendisini emniyette hissetmemiştir. Rabbimiz'in azametinden hep korkmuşlardır. Veliler günah işleyebilir. Sadece peygamberler masumdurlar, günah işlemezler. Veli bir kul ile sıradan bir insanın bu husustaki farkı, velinin işlediği günahda ısrar etmemesi ve hemen Cenab -ı Hak'tan af dilemesidir.

Yaşadığımız bu devirde nice günah şeyler var ki, sosyal hayatımızda onlarla iç içe yaşıyoruz. Bunun neticesi olarak hayır ile şerri, günah ile sevabı, iyi ile kötüyü ayırt edemiyoruz. Daha doğrusu, günah işleri ve yanlışı kanıksıyoruz, sanki normalmiş, meşru imiş gibi algılıyoruz.

Bu noktada mutlaka hatırlamak gerekir, ölçümüz müberra dinimizin ortaya koyduğu ölçülerdir. Öyle olmalıdır. Bu ölçülerin çevremizde uygulanabilir olmayışı, hak ve hakikatin bu devirde artık yaşanmadığını göstermez. Dinimizin hükümleri her zaman uygulanabilir durumdadır. Sadece nisbî olarak gereği gibi uygulayanların sayısı azdır ama asla yok değildir. O halde Sırat-ı Müstakim üzere yaşama hususunda yaşanılan zaman, ortam vs. mazeret değildir. Herkes yapmaya gücü yettiklerinden sorumludur. Uzak durabileceği günahı işlemenin ne mazereti olabilir?

Kaldı ki, Allah'ın hükümlerini tanıyan, bilen ve nefsinde uygulayan kişiler, Arif-i Billah zatlar her devirde vardır ve günahlardan kaçınma hususunda onlardan istifade edilebilir. Zira velilerle beraber olmak istikamet kazandırır. Hayrı ve şerri öğretir, sevabı sevdirir, gönülleri günahtan soğutur.

Onların insanın günahlar karşısındaki durumu hakkında ulaştıkları neticelerden biri şudur: “Dünya lezzetleri ilâhi rahmeti kazandırmaz, zamanla insan bu lezzetlere alışkanlık kazanır.”

Bu ifade şöyle izah edilebilir: Sigara içmeye başlayan çoğu insan; “bir tane içmekle ne olacak” diye başlar. Önceleri hiç fark etmez ama zamanla sigaranın tiryakisi olur. Bırakmak istese de bırakamaz hale gelir. İşte, dünya lezzetleri mübah olsa bile, zamanla insanı farklı mecralara sürükleyebilir. Mesela şüpheli işlere ve haramlara alıştırabllir . Namazı terkettirebilir , orucu, zekâtı basit bir amel gibi gösterebilir. Haramı helal, helali haram olarak sunabilir. Böylece birer günaha dönüşen bu durum, ibadetlerde tembelliğe götürür.

. . .

Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve bütün arifler, insanın günaha girmesinin sebebi olarak nefs ve şeytanın aldatmacalarına dikkat çekmişlerdir. Allah dostları da günahları fark ederek tevbe etme zeminini hazırlamışlardır.

Günahlardan uzaklaşmanın önemli bir yolu, kötü arkadaşı ve çevreyi terk etmektir. Kötü arkadaşını terkedemeyen , alışkanlık haline gelen bir menhiyatı da bırakamaz. Bu durumun sonuçları konusunda şöyle ikaz ediliyoruz: “Tabiatlaşan günahlar kişinin kalbine nifak tohumlarını eker. Bu yüzden kişi ibadetin lezzetini alamaz. Her günah manevi kalpte bir yara açar, o yaralar nifak olur. O zaman ibadetin lezzeti yok olur.”

Mümin, gözlerini, kulaklarını, ellerini, bütün uzuvlarını haramdan ve kötü arkadaştan korumalıdır. Her daim hayırlı ve iyi olanı yapmalıdır. Niyeti buna göre olmalıdır.

Nasıl ki bir çocuk önce anne sütüyle beslenir, yavaş yavaş mama, daha sonra katı yiyecekler verilir, işte bunun gibi, insan hayra ve sevaba da, şerre ve günaha da alışkanlık kazanır. Bu, nefsi terbiye etme meselesidir.

Nefse nasıl muamele edilirse ona göre karşılık verir. Zira eğitilmeye, terbiye edilmeye açıktır. Bu terbiyenin bir an önce gerçekleşmesi ve beklenen sonucun alınması için kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır. Aksi halde kişi günahlardan vazgeçmez. Tevbesi sadece dil ile olur. Mürşid -i kâmiller ise nasuh tevbe telkin ederler, tevbe kapısının açık olduğunun idrakine vardırırlar.

Günahların çok olması ümitsizliğe düşürmemelidir. Bir kişinin günahları denizlerin kumları adedince olsa bile, samimi olarak tevbe ettiği zaman affedilir. Burada önemli olan samimi olmaktır. İnsanoğlu hatasız değildir. Rabbimiz Tealâ her türlü hatamızla bizleri huzuruna kabul eder. Yeter ki kibirli olmayalım, acizliğimizi bilelim. Zayıflığın idrak ve itirafı bize atamız Hz. Adem a.s.' ın hediyesi; kibir ve enaniyet ise şeytanın kalıntısıdır.

Kulluğumuzu yerine getirirken amellerimize güvenmememiz lazım. Zira Rabbimiz'in rahmeti olmazsa yapılan hiçbir işin faydası olmaz. Önemli olan O'nun rahmetine talip olmaktır. Hiçbir kul “artık bu amellerimle cennete girebilirim” diyemeyeceği gibi, ne kadar büyük günah işlerse işlesin, “ben çok günahkârım, Rabbim beni affetmez” de diyemez.

Günah işleyebilecek özellikte yaratıldık. Ama günahta ısrarcı olmamak, tevbe etmek emredildi. Hedefimiz günahsızlık sıfatı değildir. Zira bu mümkün olmaz. Hedefimiz, her daim Rabbimiz'le irtibatlı olmak, her adımda O'nu dikkate alarak hareket etmek, tevbe ve salih amelle O'na yakınlaşmak ve O'nun rızasına ulaşmaktır.

Rabbimiz'in tevfik ve inayeti ile…
 

MeKa

Banned
Local time
01:32
Katılım
13 Mart 2006
Mesajlar
0
Tepkime puanı
36
Puanları
0
Konum
AINIKIAIRIA
ALLAH'A KULLUK VE GÜNAHLARIMIZ (Mübarek EROL)...Teşekkürler Elmas
 

fenerbahçe-şampiyon

Banned
Local time
01:32
Katılım
4 Ocak 2008
Mesajlar
2
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Resulullah Çanakkale’de
tablo3.jpg
Resûlullah Çanakkale'deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti

Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir.

Cemal Öğüt Hocaefendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider. Medine'de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür.

Cemal Öğüt Hocaefendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hocaefendiye yakınlıkduyar ve güzel bir dostluk kurulmuş olur.

Cemal Öğüt Hocaefendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hocaefendinin merakımı celbeder, bir gün sorar:

"Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:

"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hocaefendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Anlamadığı da zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir, ancak Cemal Öğüt Hocaefendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:

"Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."

1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır.

1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu.

Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:

"Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:

"Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur."

Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?

Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.

Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir:

"O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…"

Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve Allah'ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.


Yetiş ya Muhammed Kur-an’ın elden gidiyor!

Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim.

Alman Subay Sanders anlatıyor:

Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.

Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:

–Şu koşan asker ne diyor?

–Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.

Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu.
 

fenerbahçe-şampiyon

Banned
Local time
01:32
Katılım
4 Ocak 2008
Mesajlar
2
Tepkime puanı
3
Puanları
0
AYVA YAPRAĞI
tablo3.jpg
Bir cami avlusunda rastlamıştım ona.

Köşede bir bankta oturuyordu. Dalgın, yere konan kuşları izliyordu. Esmer, uzun boylu, zayıftı. Yüzü solgun. Karnı aç gibiydi, öyle düşündüm.

Yaklaştığımı görünce toparlandı. Selam verdim, aleykümselam dedi. Yanına oturdum. Uzun zamandır tanışıyoruz gibi baktık birbirimize. Konuştuk, konuştuk...

Böyle kendi halinde, yüzüne kim bilir hangi yaşanmışların gölgesi düşmüş insanlar beni niye cezbeder, bilmiyorum. Bir saat konuştuk, belki iki saat. Kalktık. Birlikte amaçsızca yürürken, önünden geçtiğimiz börekçinin ca-mekânına takıldı gözüm. Kolundan hafifçe tuttum. Hadi girelim, dedim.

Okumak için gelmiş Azeri bir gençti. İyi bir okulu vardı. Zeki biriydi, bunu belli ediyordu. Geldiği ilk ay

Kurtuluş Parkı’nda yatıp kalkmış. Bu sefalet ve yalnızlık derinleştirmiş onu. İbadet etmeye başlamış. Bir gün küçük bir mahalle camisine namaza gidince cemaat onu sahiplenmiş. Yatıp kalkabileceği bir yer vermişler. Çok sevinmiş, şükretmiş. Ama yine de bir başına, beş parasız çok günler geçirmiş. Şimdi de durumu üç aşağı beş yukarı aynı imiş. Fakat hiç şikayetçi gözükmüyordu. Bütün bunları göze alarak yola çıktığından belki. Sabır kelimesini ne çok kullanıyordu.

Ayrıldık. Eve doğru giderken, bir daha karşılaşır mıyız diye düşünmüştüm. Boşuna endişelenmişim. Sonraları, ilk kez rastlaştığımız o cami avlusunda sık sık görüşür olduk.

Bir beklentisi olmamasına rağmen bana değer verdiğini hissediyordum. Bu yüzden arada bir kaldığı yere de uğramaya başladım. Bazen, hiç umulmadık anlarda karşılaştığımız da oluyordu. Özellikle metro treninde. Sessiz, başını cama yaslamış, elleri kenetli, gözleri yere çakılı... Muhtemelen açlıktan bitkin, solgun...

Azeri arkadaşın sıkıntılarına bir çözüm bulamamak beni üzüyordu. Ama elimden ne gelirdi ki?

Gel zaman, git zaman yollarımız ayrıldı. Ben artık İstanbul’daydım. O ise Ankara’da, düşe kalka yoluna devam ediyordu. Ankara’ya gittikçe ona uğruyordum, görüşüyorduk.

Yine bir gidişimde, bir otele yerleştiğini söyledi, çok sevindim. Okuldan arta kalan zamanlarında otelde çalışıyor, sıcak yemeğe, az da olsa paraya kavuşuyormuş.

Soğuk, ıslak bir İstanbul akşamıydı. Telefon çaldı. Oydu. Sesi titriyordu, belli ki ağlıyordu:

- N’ettim ben bu insanlara? Bir kap aşı çok gördüler!..

Hikâye şuymuş: Hemen karşılarındaki otelin sahibi, bunun çalıştığı oteli şikayet etmiş. İzinsiz yabancı işçi çalıştırıyor diye. Rakipler ya... Polis, maliyeci filan gelmiş. Oteli bir süre için mühürlemişler. Bizim Azeri arkadaş, nâ-çar yine açıkta kalmış. Ne diyebilirdim, ne yapabilirdim?

Ankara’dayım. Aklımda o var. Yıl oldu, görüşemedik. İkinci gün, o hep karşılaştığımız camiye gittim. Oradaydı. Ne güzel, oradaydı! Sarıldık, kucaklaştık. Birlikte ikindi namazını kıldık.

Okulu bitirmiş. Notları çok iyiymiş. Amerika’daki bir üniversiteden teklif gelmiş, gidecekmiş. Fakat geldiğinden bugüne kadar, tam dört buçuk yıldır memleketine gitmemiş, gidememiş. Hâlâ beş parasız.

- Nerede kalıyorsun, diye sordum.

- Gel gidelim, dedi.

Gittik. Müteahhide verildiğinden olsa gerek, çoğu yıkık bir gecekondu mahallesi. Birinin önünde durduk. Çamur sıvalı, baştan beri harabe, iki göz bir gecekondu. Ama şirin bir bahçesi var.

Tam kapıyı açacakken birden döndü, duvarın dibindeki ayva ağacını gösterdi.

- Abi şu ayva ağacını görüyor musun, dedi. Soran gözlerle baktığımı görünce devam etti:

- Bu mübarek bir ağaç. Evde çay olmadığı zaman bu ayvanın yapraklarından çay yapıp içiyorum. Bu sabah da öyle yaptım.

Şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. Sabah içtiğim çayın, ham bir ayva gibi boğazıma takıldığını hissettim.

Girdik. Yerde içleri palan dolu eski minderler vardı, onlara oturduk. Oda rutubet kokuyordu.

Biraz sonra, bahsettiği ayva yaprağı çayından getirdi. Küçük bir yudum aldım ve ona baktım. Sessizce besmele çekip çayı yudumlayışını, gözlerini kapayışını ve o an yüzüne yayılan ifadeyi izledim. Şimdi neredeydi kim bilir. Belki memleketindeydi. Belki anasının dizinin dibinde, belki babasının tam karşısında. Elimdeki bardağa baktım, hakikaten mübarek bir şeydi şu ayva yaprağı çayı. Besmele çektim, bir yudum daha içtim.
 

MüDüR

Administrator
Local time
00:32
Katılım
4 Mart 2006
Mesajlar
8,652
Tepkime puanı
12
Puanları
0
hayırlı cumalar arkadaşlar...
67678868yv6.gif
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst