Neler yeni

Welcome to SATBİL FORUM PAYLAŞIM

Join us now to get access to all our features. Once registered and logged in, you will be able to create topics, post replies to existing threads, give reputation to your fellow members, get your own private messenger, and so, so much more. It's also quick and totally free, so what are you waiting for?

Bir Satbil Forum Efsanesi

Satbil Reklam Alanı

Satbil Forum Reklam

CUMA SOHBETLERİ

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Kadir gecesinin gizliliği

Genel bir kabul olarak her yıl ramazan ayının 27’nci gecesi kadir gecesi olarak düşünülse de, bin aydan hayırlı bu kutlu gecenin ne zaman olduğu kesin belli değildir. Bu konuda bazı alimlerimiz 45’e ulaşan farklı görüşten söz ederler.

Kadir gecesinin ne zaman olduğuna dair görüşlerden bir kısmı şöyledir:

- Kadir Gecesi bütün sene içinde bir gecedir, yıldan yıla zamanı değişebilir.

- Ramazan ayı içinde bir gecedir, fakat her yıl ramazan içinde farklı gecelere gelebilir.

- Ramazanın son yarısındadır.

- Ramazanın son onundadır.

- Ramazanın son yedisindedir.

- Ramazanın 17’nci gecesidir.

- Ramazanın 19’uncu gecesidir.

- Ramazanın 21’inci gecesidir.

- Ramazanın 23’üncü gecesidir.

- Ramazanın 27’inci gecesidir.

Bütün bu ihtimaller içinde en muteber olanı ise, kadir gecesinin ramazanın son onunda, tek gecelerde ve büyük ihtimalle 27’nci gece olmasıdır.

Kur’an-ı Kerim’in Peygamber A.S.’a indirilişinin başlangıcı, ramazanın 17’nci gecesinde olmuştur. Demek ki o yıl kadir gecesi, 17 ramazana rastlamıştı.

Aslında kadir gecesinin, Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz’e tamamen gizli kaldığı da düşünülemez. Ancak fazla açıklanmasına izinli olmadığından, kesinlik ifade etmeyen, teşvik ve ümit veren açıklamalarla yetinmiştir.

İmam-ı Azam Rh.A. Hazretleri’nin kanaatine göre de, kadir gecesi yıl içinde farklı aylar ve gecelerde dönmektedir. Çoğunlukla ramazanın son onunda ve muhtemelen 27’inci gecesinde olsa da böyledir. Hadis-i şeriflerde ümit ve tavsiye olarak işaret edilen kadir geceleri, Rasulullah A.S.’ın yaşadığı farklı yıllara mahsus olmalıdır.

Kadir gecesinin belirtileri

Kadir gecesinin bazı alâmetlerinden söz edilmiştir. O gecenin sabahında güneşin parıltısız olarak, yani çevresinde ışık hüzmeleri görünmeden ve gözü rahatsız etmeden dolunay gibi doğup yükselmesi, o gece havanın nisbeten ılıman olması gibi. Ayrıca, karanlık yerlerden dahi nurlar parladığını farketmek, o gece yapılan duaların kabul olduğuna şahit olmak gibi haller de bu belirtilere dahil edilmiştir.

Bu gecenin özel alâmetlerini farketmek, elbette herkes için mümkün değildir. Ancak ilâhi lütuf ve manevi keşifle birşeyler görülüp sezilebilir. Bununla beraber, o gece olağanüstü şeyler görüp ibadetten uzak kalmaktansa, hiçbir şey görmediği halde dua ve ibadet halinde olmak elbette daha iyidir.

Kadir gecesini iyilik ve ibadetle ihya ederek araştırmak müstehap olduğu gibi, o geceyi zamanında farkeden kimsenin bu müşahedesini fazla açığa vurmadan gizlemesi, Allah’a şükür ve duada bulunması da müstehaptır.

Kadir gecesini takib eden gündüz de, cuma gecesi ve gününde olduğu gibi hayır ve ihya bakımından o geceye dahil sayılır.

Kadir gecesinin ihyası

Bu geceyi ihya etmekten maksat, bir saat dahi olsa gecenin bir kısmının ibadetle, canlı ve uyanık geçirilmesidir. Kur’an ve hadis okuma, dua ve tevbe, tesbihat ve salâvat, dini sohbetler, gece namazı ve kaza namazları başta olmak üzere, Allah rızası için daha başka iyilik ve güzelliklerle, bu mübarek geceden mümkün mertebe faydalanmaya çalışmalıdır. Bu gece, duaların pek makbul oduğu bir gecedir.

Kadir gecesi ümidi ve niyetiyle geceyi ihya eden, o geceye denk gelmese bile elbette bol sevaba kavuşur.

Bu geceye mahsus, özel bir namaz ve ibadet şekli yoktur. Kadir gecesi namazı olarak, yatsıdan sonra bir nafile namaz kılınması öteden beri hoş görülmüş bir adet ise de, güvenilir kaynaklarada bu konuda bilgi mevcut değildir. Öyleyse herkes istediği gibi nafile namaz kılabilir. Kaza namazı borcu olanın ise, bolca kaza namazı kılması daha uygundur. Ramazanın son on gecesi, kadir gecesine rastlama ümidiyle ayrı bir öneme sahiptir ve ibadetlerle ihyası müstehaptır.

Kadir gecesi, akşam ve yatsı namazlarını cemaatle kılmakla veya yatsı ve teravihin kılınmasıyla kısmen ihya edilmiş olur. Yatsı ve sabah namazının cemaatle kılınması da böyledir. Tabii ki gecenin çoğunu veya tamamını ibadetle ihya etmek çok daha güzeldir.

Hanımların namazları vaktinde kılıp, gecenin diğer amel ve adabını kollamakla; namaz kılma imkanı olmayan mazeretli kimselerin de ibadet niyetiyle dini eserler okuma, dinleme, tefekkür, dua, zikir ve tevbe gibi hallerle gecenin hakkını verip, hissedar olmaları mümkündür.

Kadir gecesindeki sevaplar, bu gece açıktan bilinmese de bin aylık sevaba denktir. Ancak açıkça bilinseydi, bu gecenin günahları da bin aylık olurdu. Şu halde bundaki gizlilik büyük bir nimettir.
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
BENİ KÖLE EDER

Emirü'l-mü'minîn Osman bin Affan, bir gün, kölesine bir miktar para vermiş ve şöyle buyurmuştu:

- Eğer bu parayı Ebu Zerr'e götürüp ona kabul ettirebilirsen, seni azad ederim.

Köle, kendisine verilen parayı Ebu Zerr'e götürüp vermek istemişti. Fakat o, hayat prensibi gereği kabul etmemişti. Bunun üzerine köle:

- Efendim, ne olur, bu parayı kabul ediniz. Çünkü bu takdirde ben, hürriyetime kavuşacağım.

Ebu Zerr, köleye şu cevabı vermişti:

- Bu parayı kabul etmem belki sizi hürriyetinize kavuşturabilir, ama bu takdirde beni köle eder.
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
ACI BİR İBRET VESİKASI

Canakkalede çarpışıyorduk Siperlerda bulunduğumuz sıralarda düşman tarafindan bir askerin sicrayarak bize doğru yaklaşmakla olduğunu gördük. Korkusuz bir delikanlıydı bu. Bizim erattan onu görenler arka arkaya ateş ediyor, takat bu askerin bize yaklasmasina engel olamiyorlardi. Düşmanımız anlasilan bize sokularak el bombası atatakti.

Hemen silahimi doğrultarak nisan aidim ve ateş ettim. Vurularak yere düştü ve bir müddet çirpindiktan sonra hareketsiz kaldı. Ölmüş olduğunu gördüm. Fransiz üniformali zenci bir askerdi bu. Üzerini yokaldim, ic cebinde bir şişkinlik vardi. Elimi üniformasindan içeri sokarak onu aldigimda donakaldim. O değil de ben vurulmuştum sanki. Elimde tuttuğum sey sözde düşmanım olan o zencinin kanlariyla islanmis bir kuran kerimdi. Ah o sömürgeci ingilizler, ah o Fransizlar.Evet tüylerimiz ürpererek okuduğumuz bu hadise Çanakkale gazilerinden Mülazim Ahmet Halit Üngör'ün 15 nisan 1915 tarihli bir hatirasidir. Ve islam düsmanlarinin gerçek yüzlerini ortaya koyan aci bir vesikadir.
 

yalcin

New member
Local time
11:30
Katılım
21 Ocak 2006
Mesajlar
1
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Trafik kurallarına uymak vaciptir

Ülkemizde pek çok trafik kazası meydana gelmekte ve her sene binlerce insanımız bu kazalarda hayatını kaybetmektedir. Trafik kazalarının bu denli fazla olmasının maddî-manevî pek çok sebebi var: Eğitimsizlik, ceza sisteminin yetersizliği, altyapı eksikliği, alkol, uykusuzluk, aşırı hız, sorumsuzluk, günah ve hata inancının olmayışı ve macera hissi.. gibi şeyler bunların başında gelir.

Trafik kurallarına uymak bir vatandaş olarak, ondan önce de bir Müslüman olarak bizim görevlerimizdendir. Hatta meseleye fıkhî açıdan yaklaşacak olursak, trafik kurallarına uymanın vâcip olduğunu bile söylemek mümkündür. Çünkü bu kurallar, uzun deneme ve araştırmalar sonucu elde edilen, üzerinde neredeyse bütün dünyanın ittifak ettiği 'iki kere iki dört eder' katiyetinde olmasa da yine de bir kesinlik ifade eden kurallardır. Meselâ, trafik kurallarına sebep olan âmillerin başında aşırı hız gelmektedir. Bu açıdan şehir içi ve şehir dışında belirtilen hız limitlerine uymanın vâcip olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla, hız limiti aşılıp bunun sonucunda ölümlü bir kaza meydana gelmişse bu kaza, cinâyet hükmünde değerlendirilebilir. İslam fıkhında buna şibh-i amd/kasta benzeyen öldürme denir




Meselenin maddî boyutunun yanında bir de manevî boyutu vardır. Yolculuklarda kul hakkına riayet de oldukça önemlidir. Eğer araba kullanmak durumunda kalsaydım, herhalde kimsenin şeridini ihlal etmez ve yolda yan yana yürüdüğümüz insanları değişik şekillerde taciz etmezdim. Çünkü bu ciddi bir kul hakkı ihlalidir. Şeridini ihlal ettiğiniz, önüne geçip yolunu aldığınız insanın yetişmesi gereken önemli bir toplantısı, ya da acilen hastaneye yetiştirmesi gereken bir hastası olabilir. Bütün bunlar olmasa bile yine de birinin hakkı olan yolda önüne geçmek kul hakkını ihlaldir. Yani şerit ihlali kul hakkı ihlalidir. Ayrıca, yolculuklara sevap kazanma niyeti ile çıkılsa dahi; gösteriş içinde yolculuğa çıkma, koltuğa kurulma ve hız limitini aşma gibi şeyler Allah'ın sevmediği ve mümine yakışmayan tavırlardır. Cihan fethetmeye gidilse bile, şevk ü târâb içinde değil, 'Allah'ın rızasına muvâfık mı?' diye hüzün içerisinde, riyâ, gurur ve bencillikten uzak olma mülahazalarıyla gidilmelidir. Mümin, temkîn ve dikkat insanıdır. Kulluk yolunun, gâfilâne hallere, çalıma, gurura ve gösterişe tahammülü yoktur. Ne var ki zamanımızdaki trafik kazalarını görünce, hak ve hakikat adına söylenen şeylerin fayda vermediği, şeytanın sözünün daha fazla dinlendiği görülmektedir
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Sİİrtlİ Haci İdrİs Anlatiyor 016

İş yerine acil bir telefon gelmiş.
Şefim "Hemen eve git!" dedi.
Eve varınca birde ne göreyim

Çocuklar evdeki sobanın içine şişleri sokup kızdırmışlar,
Nihat da oyun esnasında elindeki kızgın şişi Bahaddin'in gözüne batırmış.
Hemen hastaneye koştum.

Göz doktoru Cengiz Bey telaşla,
"biz buna bir şey yapamayız, Sen bunu derhal Diyarbakır'a götür, diğer gözünü kurtarsınlar!"
deyip gözünü bantladı.

Hemen bir araba ile Diyarbakır'a gittim.
Fakat çocuğun feryadı hiç durmuyordu.

Geç vakitte Diyarbakır'a ulaştık.
Doktorların mesaisi bittiği için bir otelde yatıp sabah tekrar hastaneye gitmeyi düşündüm.

Lakin hiçbir otel bizi kabul etmedi, çünkü çocuğun ağlaması hiç durmuyordu.
"Müşteriler rahatsız olur" deyip almadılar bizi!
Çocuğun ağlaması içimi parçalıyordu ama elden gelen bir şey yok!
Dr. Ahmet Beyin evine gitmekten başka çarem kalmadığını düşündüm.
Eve yaklaştığımızda yanımdakine:
"Sen burada çocukla kal, ben bi bakayım durum müsait mi?
Müsait değilse geri döneriz. Kimseyi rahatsız etmeyelim." dedim.

Gittim ve kapıya tıkladım.
Kapıyı Ahmet Bey açtı, usulca: "Buyur İdris! Hayırdır?" dedi.
Ben de ona "Diyarbakır'a gelmişken bi ziyaret edeyim seni, diye düşündüm." dedim.
Dr.Ahmet Bey bana: "Seyda (Muhammed Raşid k.s.a ) evimde misafir, istirahat ediyor." dedi.
Ben "Tamam, rahatsız etmeyeyim kendisini" deyip ayrılacakken,
Seyda Hz.leri sesimi duymuş olacak ki seslendi:

"Ahmet, o İdris'in sesi değil mi? Gelsin hele!" dedi.
Emin olun sessiz konuşuyorduk, nasıl duydu bilmiyorum!
Biz emir üzerine yukarı çıktık,

dedi "Hayırdır İdris bu saatte niye gelmişsin?"
Dedim "Kurban, çocuğu Diyarbakır'a sevk ettiler."
"Hayırdır ne olmuş?"
"Kurban, gözüne ağabeyi şiş batırmış." dedim.
Dedi " İdris hele çocuk nerededir? Getir de bakayım ben."
O anda içime bir ferahlık geldi. Dışarı çıkıp çocuğu kucağıma aldım, Seyda'ya getirdim.
"Ver bakayım!" diyerek, bağdaş kurarak oturduğu yerden çocuğu kucağına aldı.
Gözündeki bantı açtı.

Gülümseyerek "Bunda bir şey yok be İdris! Siz Siirtliler ne kadar korkaksınız!" dedi.
Döndü Ahmet Bey'e "Hele o göze sürülen merhemden var mı sende Ahmet?" dedi.
Gelen teramisin isimli merhemi çocuğun gözüne sürdü.
Çocuğun sesi birdenbire kesildi.
"Şöyle yatır!" dedi. Kanepeye yatırdım.
Seydamız "Bu akşam siz de burada kalın! Bak çocuk uyudu." dedi tebessümle.
Saatler geçiyor, çocuk mışıl mışıl uyuyordu.
Doğrusu çok merak ediyordum."Yoksa çocuk öldü de onun için mi sesi çıkmıyor?" diyordum.
Hatta bir ara nefesini bile dinledim, baktım uyuyor.

Herkes uyudu, ben uyuyamadım. Birkaç saat sonra çocuğu banyoya götürdüm.
Güya çocuğun çiş yapıp yapmadığına bakacaktım. Yavaşça uyandırdım.

Usulca "Bahaddin oğlum nasılsın?" dedim.
O da uykulu uykulu "İyiyim baba." dedi.

"Şimdi ben senin gözünü açacağım, ne görüyorsan söyle."
"Tamam baba." dedi.

Ben de bandajı kaldırdım, parmağımla iki yaptım. Baktı, "İki baba" dedi...
Derin bir "ohh" çektim.
Sabah olunca kahvaltı yaparken aklıma geldi.
Hastahaneye gitmezsem cezalı duruma düşecektim.
Durumu izah edince, 'gidebilirsin' emri ile hastahaneye gittim.

Evrakı doktora verince bir telaş bir koşuşturma başladı.
Çocuğu hemen benim elimden kaptılar, ben de hiç bir şey diyemedim o anda.

Derhal "Ameliyathaneyi hazırlayın!" diye emir verildi.
Çok geçmeden doktor tekrar görüldü.
Bana doğru hışımla geliyor, bir yandanda ağzına gelen bütün küfürleri sayıyordu.
"Bu doktora diplomayı verenin de, doktor diyeninde! .............
Bu çocuğun gözü benim gözümden daha sağlam yahu!
Utanmıyor musunuz, kaytarmak için ufacık çocuğu kullanıyorsunuz!" diye, bana bir güzel çıkıştı.
Bir teramisin de o yazdı.
Siirt'e döndükten kısa süre sonra Dr. Cengiz Bey'e gittim.
Giderken de tekrar badajı çocuğun gözüne taktım.

Doktor bey çocuğun gözündeki bantı açtı.
Kekelemeye başladı, bayılacak gibi oldu ve oradaki bir sandalyeye oturdu.
"Bu çocuk, o çocuk değil, ya da tıp dışında bir şey kullanmışsınız.
Allah rızası için söyle, vallahi bu doktor işi değil!" deyip yalvarmaya başladı.
Ben de içimden kıs kıs gülüyordum.
Baktım niyeti iyidir, ona bütün olayı anlattım. "Tamam şimdi oldu." dedi.
"Hacı, beni de o zata götürür müsün?" dedi. "Hay hay" dedim.
Baktım, önlüğünü filan çıkardı, yola düşecek. Dedim "Şimdi mi?"
"Evet" dedi, "Hadi gidelim."
Sabah olması için zor ikna ettim.
Sabah ezanı okundu. Namazımı yeni kılmıştım. Baktım kapı güm güm vuruluyor.
Gelmiş. İçimden "Neyse" dedim, "Hayırlısıyla çıkalım artık"
Hemen yola çıktık.

Doktor çok hoş bir sofi oldu.
Daha sonra, çok istediği halde bir türlü yapılmayan tayini de çıktı.
Çünkü dua almıştı.

Allah razı olsun saadatlardan ....
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Edep, Güzellikleri Hayata Hâkim Kılmaktır

Edep, en genel mânasıyla sevilen şey, övülmeye lâyık iş; nefsi gerektiği biçimde terbiye ederek güzel ahlâkla süslemek, güzelleştirmektir.
Edebin rabbânî âlimler tarafından yapılan tarifi ise, kişinin kendisinden yüksekte bulunanın haline göz dikmemesi, kendisinden aşağıda bulunanı da hakir görmemesidir.
İnsanoğlunu alâ-yı illiyyîn mertebesine çıkaran şey, kâinatın özeti olması hasebiyle kendi varlığında saklı olan zıtlıklar dünyasında iyi ve güzel adına verdiği mücadelesidir.

Eğer insanın içinde saklı bu hayır ve şer zıtlığı olmasaydı; sadece iyiye, güzele ve hayra yönelik tarafı kalsaydı, o zaman insan olma mânasını yitirir, imtihanının sırrı ortadan kalkardı. Bu durumda sadece hayırlı ve iyi olanı yapar, melek olurdu. Oysa yüce rabbimiz, insanoğlundan çok önceleri melekleri zaten yaratmıştı.
Bunun tam aksi düşünülürse, o zaman da sadece kötü ve şer olanı yapardı; şeytanlaşır, şeytan olurdu. Oysa, rabbimiz şeytanları da insanoğlundan tamamen ayrı yaratmıştır.
Öyleyse, melekler ve şeytanlar var oldukları halde biz insanoğlunu var eden kudret, bizdeki iyi ve kötünün aynı anda bulunuşundan bir şeyler murat etmektedir.
Evet, insanoğlu en yüce olanla, en süfli olanı içinde barındıran ilginç bir varlıktır. Hatta bu iki zıt özelliğin amansız bir çatışma içinde bulunduğu muharebe alanı gibidir.
İşte insanın kendi varlığında cereyan eden bu mücadelenin, Rabbü’l-âlemin’in tesbit ettiği hudutları çiğnemeden ve Fahr-i Âlem Efendimiz’in (s.a.v) kâmil ahlâkı model alınarak sürdürülmesi gerekir. Bu tarz uygulamaya “edep” denir.
Cenâb-ı Rabbü’l-âlemin, bu edebi onda görmek için insanoğlunu yaratmış ve yeryüzünde hayat sahibi kılmıştır. En kâmil edep sahipleri olan peygamberleri de bu maksada rehberlik etmeleri için göndermiştir. Bu sebeple insanlık tarihi boyunca ilâhî edebin çiğnendiği, yok edildiği toplumları uyarmak için daima peygamberler gönderilmiştir.

“Celâlim hakkı için, biz her ümmete Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının diye bir peygamber gönderdik” âyet-i kerimesi bu hakikate işaret eder.
Peygamberler, insanın kötüye ve şerre yönelik nefsanî özelliklerinin hâkim olduğu durumlarda, yani ilâhî edebin tehlikeye düştüğü dönemlerde müdahale eden Hak rehberleridir.
Geçmiş kavimler ve devirler bir tarafa, hak-bâtıl mücadelesi sürekli bir şekilde bütün insanların iç âlemlerinde sürüp gitmektedir. Ne var ki, bunun farkına varıp hassasiyet kazanmak, pek az bahtiyarlara nasip olur. Zira bu hassasiyet, derin bir iç muhasebeyi ve kontrolü lüzumlu kılar.
Peygamberler, bu kontrol ve muhasebeyi en güzel anlamda tesis etmiş ulvî şahsiyetlerdir. Son peygamber Fahr-i Âlem Efendimiz’de (s.a.v) ise bu kontrol zirveye ulaşmıştır.
Allah dostlarının yolundaki, kapılarındaki eğitim ve disiplin, işte bu kontrol ve iç muhasebenin oluşması, belirginleşmesi ve netleşmesi içindir. Bu, edebi elde etme eğitim ve disiplinidir.
Habîb-i Kibriyâ (s.a.v), adına edep dediği böyle bir kontrolü, insandaki ilâhî dengeyi kurmanın, güzelliği çirkinliğe galip getirmenin ve böylece onu ilâhî huzura tertemiz çıkarmanın en kısa yolu olarak göstermektedir.
Yüce rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de, “Göz ne kaydı, ne de haddini aştı” buyurmuştur. Bu âyet-i celilede huzurun edeplerini korumanın zaruretine işaret vardır.
Diğer bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur:

“Ey iman edenler! Kendinizi ve aile halkınızı öyle bir ateşten koruyun ki, yakacağı insanlarla taşlardır.”
İbn Abbas (r.a) bu âyetin tefsirinde der ki: “Bu âyetten anlaşılması gereken mâna şudur: Ailenize İslâm’ın hükümlerini öğretiniz ve onları edeplendiriniz.”
Mükemmel dinimiz İslâm, insanda fıtrî bir özellik olarak saklı olan kötü ve çirkinin kaynağı olan yanını öldürmenin ve yok etmenin değil, dizginlemenin peşindedir. Kötüye ve şerre meyletme özelliğinin öldürülmesi, iyiye ve hayra yönelten enerjinin sönmesine sebep olur. Zira olumlu olumsuzla yaşayabilir; bu bir kâinat kanunudur.
Tasavvufta insandaki şehvet ve nefis eğilimlerinin öldürülmesi yerine onların dizginlenmesinin esas alınması, işte bu gerçeğe dayanmaktadır. Yani tasavvuf, fıtratla değil, nefisle mücadeleyi esas alır. Bu usulden uzaklaşmak, tevhid dininin edeplerinden uzaklaşmaktır.
Bu konuda da yegâne örnek Hz. Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v). O, insandaki ölümlü ve beğenilmeyen kudretlerin yok edilmesini değil, bilakis iyi ve güzel adına dizginlemesini öğretmiştir. Bu dengeyi kendi hayatında örneklemiş, insan olma fıtratının gereklerini yerine getirmiştir. Bu cümleden olarak o da yemiş, içmiş, gülmüş, sevmiş, öfkelenmiş ve evlenmiştir. Ama hayatının her anında edebe riayet ederek; güzeli, iyiyi üstün ve galip tutarak hareket etmiştir. Erişilmez olan büyüklüğü buradadır.
Habîb-i Kibriyâ Efendimiz’in (s.a.v) vârisi olan rabbânî âlimler de, onun edebiyle edeplenmiş, hayatın her anını muhasebe etme hassasiyeti kazanmış mükemmel insanlardır.
Bizlere gelince; kurtuluş yolumuz, böyle edep âbidesi olan mükemmel insanların ellerinden tutup, onların izinden gitmek ve edepleriyle edeplenmektir.
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
ŞEFKAT VE MERHAMET

Allah'ın yarattığı canlılara karşı insanda varolan acıma, merhamet etme duygusudur. İnsandaki şefkat duygusunun kaynağı, Allah'ın Rahmân, Rahîm, Erhamurrâhimîn isimlerinde ifadesini bulan ilâhî rahmettir.
Yeryüzündeki bütün canlılar Allah'ın rahmet ve şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. “Allah rahmeti yüz parçaya ayırdı; doksandokuzunu kendi katında tuttu, birini dünyaya indirdi. Bütün canlılar bu bir parçadan istifade ederek hemcinslerine şefkat gösterirler. At, yavrusu memesini emerken başına değmesin diye ayağını kaldırır” (Buhâri) hadisi, bu duygunun sadece insanlara has olmayıp, hayvanlarda da bulunduğunu açıklamaktadır. Bütün canlıların hissettiği bu duyguyu, onların en üstünü, eşref-i mahlûkat olan insanın daha güzel bir şekilde hissetmesi gerekir. Zaten İslâm, yaratana hürmet-mahlûka, yaratılmışlara şefkat temellerine dayanan bir dindir. Çünkü mahlûkatın hepsi Allah'a aittir. İyi bir müslümanın müşfik, şefkatli olması gerekir


ŞEFKAT VE ÇEŞİTLİ İZHAR YOLLARI:



Kucaklamak, Öpmek



Başta ebeveyn olmak üzere bütün büyüklerin küçüklere olan münasebetinde en mühim esas, onlara gösterilecek sevgi ve şefkattir. Büyüklerde takdir edilme ihtiyacı ne ise, küçüklerde de sevilme ve şefkat görme ihtiyacı aynı şeydir. Ancak bu ikincilerde sevgi, onların gelişmesinde gıda hükmüne geçtiği için şahsiyetlerinin teşekkül ve inkişafında ma-i hayat, ziya-ı şems durumundadır ve sosyalleşmesinde en önemli faktör olması sebebiyle çok daha mühimdir.



Çocuğun müteakip yıllarda göstereceği bir kısım ruhi bozukluklar, ailesinden yeteri kadar sevgi ve alaka görmemesi, kötü muamelelere maruz kalmasıyla izah edilmektedir.

Çocuk temiz havaya nasıl muhtaçsa aynı tarzda sevgiye de muhtaçtır. Aile içerisinde sevilme ve reddedilme gibi durumların çocuğun konuşma kapasitesine de müspet veyahut menfi yönde etki edeceği, yeterli sevgiye mazhar olmayan çocukların konuşma özürlerine maruz kalacağı da belirtilmiştir.



Keza homoseksüellik, sadizm, altını ıslatma, itaatsizlik, anne-babaya düşmanlık gibi her çeşit ruhî bozuklukların temelinde insan yavrusunun en önemli psikolojik ihtiyacı olan içten sevilmek noksanlığı gösterilmektedir. Çevrelerinden, hususen anne babalarından, yeteri kadar sevgi ve alâka göremeyen çocukların, kendisine itimat duygusunu geliştiremeyeceği, büyüklere karşı düşmanca hareket etmeye, haşin, kırıcı, kavgacı, yalancı, hırsız, okul kaçkını olmaya meyledeceği vs. kesinlikle anlaşılmıştır. Suçlu çocuklar için tesis edilen ıslah evlerinde de başarı için, her şeyden önce, sevgi ve şefkate başvurulması gerektiği belirtilmektedir.



Hz. Peygamber (a.s) diğer birçok sünnetlerinde olduğu gibi, burada da sebep zikretmeksizin, çocuklara şefkat hususunda ısrar etmiş, teşvik edici sebep olarak da Allah indindeki mükafatı zikretmiştir



“Rahmet (şefkat) sahiplerine Rahman rahmet eder, arz ehline rahmet edin (müşfik olun) ki sema ehli de size rahmet etsin.” Rabbim şöyle buyurdu: “Şurası muhakkak ki rahmetin gadabımı geçmiştir.” Halka merhametli olmayana Hakk tarafından rahmet edilmez. “Merhamet ancak şaki olanlardan alınmıştır” gibi müteaddid hadislerde rahmeti bütün canlı mahlûkatla olan münasebetlerde büyük bir esas olarak vaz eden Hz. Peygamber (s.a.v) çocuklara karşı gösterilecek şefkat ve merhamete ayrıca dikkat çeker ve, “Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir” der.



Hz. Peygamber (a.s), çocuklarına karşı müşfik ve onlara düşkün olan kadınları takdir etmek suretiyle kadınları şefkatli olmaya teşvik etmiştir.



Bir seferinde, iki çocuğundan birini sırtına almış, diğerini de elinden tutmuş huzuruna gelen bir kadına, diğer bir seferinde de Hz. Âişe’nin ikram ettiği üç hurmadan ikisini beraberindeki iki çocuğuna birer tane verip üçüncüsünü kendine ayırmıştı. Az sonra üçüncüyü de çocuklarına yarımşar veren kadına, çocuklarına karşı izhar ettiği şefkatten dolayı fevkalâde takdir ve dualarda bulunmuştur.



RESÛLULLAH’IN EV HALKINA KARŞI ŞEFKATİ



Hz. Enes, Resûlullah’ı (a.s) ailesine karşı insanların en şefkatlisi olarak tavsif eder. Der ki “Aileasine karşı Hz. Peygamber’den (s.a.v) daha şefkatli hiç kimseyi görmedim. Oğlu İbrahim’in Medine’nin bir kenarında oturan sütannesi vardı. Sütannenin kocası bir demirci idi. Beraberinde biz de olduğumuz halde Hz. Peygamber (a.s) oraya (çocuğu sık sık görmeye) giderdi. Varınca demircinin dumanlandırılmış evine girer, çocuğu kucaklar öper, koklar, bir müddet sonra dönerdi.



Torunları Hasan’ı (veya Hüseynî) öperken Hz. Peygamber (a.s)’ i gören Akra İbn Habis bunu yadırgayarak: “Benim on çocuğum var hiçbirini de öpmedim” der. Hz. Peygamber (a.s) ona yönelerek şu cevabı verir: “Şefkatli olmayana merhamet edilmez.”



Saib İbn Yezid’in rivayetinde ise, “Halka merhamet ve şefkat göstermeyene Allah rahmet etmez,” demiştir. Keza İbn Mace’nin tahricinde “Çocuklarınızı öper misiniz? diye soran bedevilerin Resûlullah’tan (s.a.v) “evet” cevabı alınca: “Fakat biz, Allah’a and olsun öpmeyiz” demeleri üzerine de Hz. Peygamber (a.s): “Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim” demiştir.



Kucaklamak ve Öpmek



Çocuklara karşı duyulan sevgiyi ifade etmenin en iyi yollarından biri onların kucaklanıp öpülmesidir. Bu sebeple Hz. Peygamber’in (s.a.v) reyhana teşbih edip kokusu cennetin kokusundandır dediği çocukları kucaklayıp öptüğüne dair misaller çoktur.



İbnu Ömer’in (r.a) rivayetinde Resûlullah’ın (s.a.v) dünyadaki iki reyhanım dediği Hasan (r.a) ve Hüseyin’i (r.a) Enes’in (r.a bildirdiğine göre sık sık çağırtıp onları koklar ve bağrına basardı.



Keza Hz. Peygamber (a.s)’in kızı Fatıma’yı öptüğü rivayetlerde belirtilmektedir. Fatıma’yı bazı rivayetlerde umumiyetle başının tepesinden öptüğü belirtilirse de Hz. Ebûbekir’in kızı Âişe’yi yanağından öptüğüne dair rivayetin varlığı kız çocuklarının sadece alın veya tepeden öpüleceğine dair bir teamülün olmadığını gösterir.



Öpmeyi: “Sevgi öpmesi, merhamet öpmesi, şefkat öpmesi, hürmet öpmesi, şehvet öpmesi diye beş kısma ayrılan İslâm âlimleri Allah rızasıyla olduğu takdirde hepsinin ibadet sayılacağını ifade etmiş, çocukların öpülmesini de “rahmet” olarak değerlendirecek bunu bilhassa şehvanî olan öpmelerden tamamen ayırmıştır.



Sevgide Aleniyet



Verdiğimiz misallerde görüldüğü gibi çocukları seven Hz. Peygamber (a.s) sevgisini fiileriyle izhar ettiği gibi bizzat sözleriyle de alenen ifade etmiştir. Pek çok rivayet Hz. Hasan ve Hüseyin’i kucaklayıp öptükten sonra: “Ya rabbi ben bunu (veya bu ikisini) seviyorum, sen de sev” dediğini teyid etmektedir.





RESÛLULLAH’IN HAYATINDAN BAZI ŞEFKAT SAHNELERİ



Peygamberimize Zehirli Etin Sunulması

Enes (r.a) anlatıyor:

-“Yahudi bir kadın Allah Resûlü’ne, yemesi için zehirli bir koyun gövdesi getirdi. Durum açıklığa kavuştuğunda Resûlullah kadına neden böyle yaptığını sorunca kadın:

—Seni öldürmek istemiştim!

Allah Rasulu.

—Allah seni buna muvaffak kılacak değildi.

Sahabeler:

—Kadını öldürelim!

—Hayır öldürmeyin.”



Sihir

Yine Yahudilerden bir adam Allah Resûlü’ne sihir yapmıştı. Cebrail durumu bildirince Resûlullah büyü malzemelerini çıkarttırıp düğümleri çözer ve bunun neticesinde üzerinde hafiflik hisseder. Bu hadise ne yahudiye duyurulmuş ne gelişmeleri kendisine açıklamıştı.

“Bedir savaşına katılanlar bağışlanmıştır.”



Hıyanet

Ali (r.a) anlatıyor:

—Resûlullah (s.a.v) benimle birlikte Zübeyr ve Mikdadı göndererek:

—Hah bahçesine kadar gidin orada mahfesinde bir kadın göreceksiniz, yanında bir mektup olacak mektubu kendisinden alıp getirin” buyurdu.

Biz de yola çıktık. Hah bahçesine vardığımızda kadına:

—Mektubu çıkar dedik.

—Bende mektup falan yok dedi.

—Ya mektubu çıkarır ya da elbiselerini soyar biz alırız dedik.

Bu tehdidimiz üzerine kadın saç örgüleri arasına saklamış olduğu mektubu çıkarıp bize verdi. Mektubu alıp Allah Resûlü’ne getirdik. Mektubun Hatib b. Ebû Beltea tarafından Mekkeli bir grup putpereste yazılmış olduğunu, gördük. Kendilerine Allah Resûlü’nün planlarından birini bildiriyor idi. Resûlullah Hatib’e:

—Hatib bu ne iş? diye sordu.

—Ya Resûlullah! Hakkımda acele karar verme! Ben kavmime antlaşarak bağlı bir kişiyim, onlar arasında işim tehlikede. Çünkü maiyetindeki öteki muhacirlerin Mekke’de yakınlarını koruyacak akrabaları var. Ben böyle bir imkândan mahrumum, istedim ki bu açığımı bu yolla kapatayım da akrabalarımı koruyacak bir destek sağlayayım. Yoksa bunu kâfir olmak için veya İslâm’a girdikten sonra küfre dönmek, dinimden vazgeçmek için yapmış değilim dedi.

Allah Resûlü:

—Hatib size gerçeği söylüyor, dedi.

Ömer:

—Ya Resûlellah! Bırakın bu münafığın boynunu vurayım.

Rasulullah:

O, Bedir savaşında bulundu. Ne biliyorsun belki de Allah Bedir cengine katılanlara nazar buyurup:

-İstediğinizi yapın andolsun ki ben sizleri bağışladım, buyurmuştur dedi.





Resûlullah (s.a.v) diğer hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:



“Merhamet ancak şaki’nin (ebedi hüsrana uğrayanın) kalbinden çıkarılır.”



“Allah mahlûkatı yarattığı zaman, yanında bulunan, Arş’ın gerisindeki bir kitaba yazdı; Muhakkak ki rahmetim gazabıma galebe çalmıştır.” (Buhârî)



“Bir adam yolda yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine “Bu köpek de benim gibi susamış” deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti.

—Ey Allah’ın Rasulu! Yani bize hayvanlara yaptığımız iyilikler için de ücret mi var? dediler.

Aleyhisselatü vesselam:

“Evet! Her ciğer sahibi için bir ücret, karşılık vardır. ” buyurdu. (Ebû Davud)



İslâm’ın merhamet ve şefkat anlayışı sadece insanlarla ilgili değil, bütün canlılara şamildir. Bir defa Hz. Âişe validemiz huysuz bir deveye binmiş, onu oraya buraya sürüklemeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) Hz. Âişe’ye hitaben: “Yumuşaklıkla muamele etmekten ayrılma. Çünkü yumuşaklık her hangi bir şeyde bulunursa onu muhakkak güzelleştirir. Her hangi bir şeyden de yumuşaklık alınırsa onu kötüleştirir” (Ebû Davud) buyurarak hayvana bile yumuşaklıkla muamele etmesini emretmiştir.

Bir hadisi şeriflerinde bir kadına, kediyi aç, susuz bırakarak ölümüne sebep olmasından dolayı azap edildiğini belirterek şöyle buyurmuştur: “Bir kadın bir kedi yüzünden azap olunmuştur. Kadın kediyi açlıktan ölünceye kadar hapsetmişti. İşte o kedi yüzünden cehenneme girdi. Kadın kediyi hapsettiği zaman ne yiyeceğini verdi, ne su içirdi ve ne de yeryüzündeki haşerelerden yesin diye salıverdi.” (Ebû Davud)



Şefkat ve merhamet o derece önemlidir ki: Gerçek vicdan sahibi insanı ortaya çıkarmakta bire birdir. Küçüğe, büyüğe, canlılara, hayvanlara şefkat ve merhamet göstermek dinimizin emridir. Evet, bir insan köpeğe su vermekle günahlarının affolunmasına sebep oluyorken; neden bir insanın, diğer bir insana yaptığı merhametli davranışı onun günahlarının silinmesine neden olmasın!

Hayvanlara karşı merhamete Kanuni Süleyman ile Şeyhu’l İslâm Ebûssuud Efendinin manzum olarak ifade ettikleri şu soru ve cevabı da kaydetmek istiyoruz. Kanuni:

“Dırahtı sarmış olsa ger karınca

Zararı var mı karıncayı kırınca

Diye sorunca Ebûssuud Efendi buna:

“Yarın divanına Hakkın varınca

Süleyman’dan alır hakkın karınca.” diye cevap vermiştir.

Evet, İslâm’ın getirmiş olduğu merhamet anlayışı öyle şümullüdür ki bütün insanlara hatta bütün canlılara şamildir.

Bütün Peygamberler ümmetlerine ve bütün insanlara karşı çok şefkatli ve merhametlidirler. Çünkü onlar insanların irşadı, dünya ve ahirette mutlu olmaları için gönderilmişler, hayatlarına buna vakfetmişlerdir.



Anne Şefkati



Neslin devam edebilmesi için bütün bu zorlukları çeken ana babalardır. Anne, yavrusunu dokuz ay karnında taşır, hamilelik süresince pek çok güçlükle karşılaşır, hayatî tehlikeleri de göze alarak çocuğunu doğurur. Hiç bir şeye gücü yetmeyen bebeğini büyütmek için, uykusundan, istirahatından, sıhhatinden feragat eder. Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:

“Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tasviye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana-babana şükret.” (Lokman, 31/14)

Allah'ın, ana-baba ve çocuklar arasında yarattığı sevgi ve saygıdan kaynaklanan işte bu hak-görev ilişkisi, insan neslinin sıhhatli ve sağlam bir şekilde devam edebilmesinin ve vazgeçilmez bir şartıdır

Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki:

“Allah merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler.”

“Allah’ın yüz rahmeti var. Bunlardan biriyle mahlûkat kendi aralarında birbirlerine merhamet gösterirler. Doksan dokuz rahmet de Kıyamet günü içindir.”



Herkese Şefkat



Çocuklara, yaşlılara, hastalara, dul ve yetimlere, kimsesiz ve güçsüzlere, kölelere, hayvanlara… Büyük bir şefkat, sevgi ve merhamet besleyen Hz. Peygamber, bu konuda da bize en güzel örnekleri sunmuştur. Peygamberimiz bazen namazda uzun okumak ister, fakat duyduğu çocuk sesi sebebiyle, annesi cemaatte olabilir diye kısa keserdi. Sadece kendi çocukları ve torunlarını değil, gördüğü, rastladığı bütün çocukları sever, kucağına alır, okşar, öper, onlarla şakalaşırdı. Köle ve cariyelere müşfik davranır, başkalarının da böyle yapmasını isterdi. Hayvanlara taşıyamayacağı yükler yüklememelerini, onlara eziyet etmemelerini, yüzlerine vurmamalarını, onları boğazlarken, eziyet çektirmeden, en güzel bir şekilde kesmelerini tavsiye ederdi. Bu ulvî duygudan yoksun olanlara sadece acırdı. Hz. Peygamber'in (s.a.v) çocukları öptüğünü görünce şaşıran, on çocuğundan hiçbirini öpmediğini öğünerek söyleyen Akrâ' b. Habîs'e cevabı; “Allah kalbinden rahmeti söküp almışsa, ben sana ne yapabilirim" olmuştur. Rahmeti gazabına galip gelen, insana ana-babasından daha şefkatli davranan bir Allah'ın kullarına merhametsizlik, katı kalplilik, acımasızlık yakışmaz. Ona yakışan, Allah ve Resulü'nün bu güzel ahlâkıyla ahlâklanmak, Rabbi'nin kendisine yaptığı gibi, başkalarına karşı merhametli davranmaktır.
1Ebû Davud, Edep, 66.

2Tirmizî, Birr, 16.

3Müslim, Tevbe, 20.

4Buhârî, Edeb, 18.
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
MÜBAREK RAMAZAN AYININ FAZİLETİ

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurur:
"Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz." (Bakara 2/183)
Beğavî şöyle der: "Doğru olan görüşe göre bu aya isim olan Ramazan kelimesi ‘kızgın taş’ manasına gelen ‘Ramzâ’ kelimesinden gelmektedir. Araplar şiddetli sıcaklarda oruç tutarlardı. Araplar, aylara isim koymak istedikleri zaman, bu ay şiddetli sıcaklara denk geldiği için bu aya Ramazan ismini verdiler. Bu ayda günahlar yakılıp eritildiği için Ramazan isminin verildiğini söyleyen âlimler de olmuştur."

Ramazan orucu hicretin ikinci yılında farz kılındı. Dinin kesin olarak bilenen hükümlerinden biri olduğu için farz olduğunu inkâr eden küfre girer.


Ramazan ayının fazileti hakkında pek çok hadis-i şerif varid olmuştur. Bunlardan birinde Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

"Ramazan ayının ilk gecesi gelince sekiz cennetin bütün kapıları açılır. Bu ay boyunca cennet kapılarından hiçbiri kapanmaz. Cenab-ı Hak (c.c), bir nidacıya şöyle ilân etmesi için emir verir:
– Ey hayır arayan kişi, gel! Ey kötülükte ileri giden kişi, bırak! Günahlarının bağışlanmasını dileyen yok mu, bağışlansın! Dilekte bulunan yok mu, dileği verilsin! Tevbe eden yok mu, tevbesi kabul edilsin!
Bu durum fecir doğup sabah oluncaya kadar böyle devam eder. Cenab-ı Hak (c.c), her akşam iftar vakti azabı hak etmiş bir milyon kişiyi cehennemden azat eder."
(Beyhakî)

Rasûlullah (s.a.v), Ramazan ayını “sabır ayı” diye isimlendirmiştir. Çünkü sabır; nefsi arzularından alıkoymak ve Allah’ın emrine karşı hapsetmektir.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Sabır, imanın yarısı ve oruç da sabrın yarısıdır.” (Taberânî)

Rasûlullah (s.a.v) ibadet ehli ile oruç tutanın ortak özelliğini şöyle ifade buyurmuştur:

“Allah Teâlâ, ibadet eden genci meleklerine göstererek şöyle buyurur:
“Ey benim için şehvetini, isteklerini bırakan, gençliğini benim için harcayan genç, sen benim yanımda bir melek gibisin.”
(Deylemî)

Oruç tutan hakkında da: “Ey meleklerim, şu kuluma bakınız, şehvetini, lezzetini, yemesini ve içmesini benim için terk etmiştir” (Ahmed b. Hanbel) buyurmuştur
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz.

Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur, Cehennemden azat olur. Ramazan-ı şerif ayında, Resûlullah, esirleri azat eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur.

Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer.

Bu ayı fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allah Teâlâ’nın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir.

Kur’an-ı Kerim Ramazan’da indi. Kadir gecesi bu aydadır. Ramazan-ı şerifte iftarı erken yapmak, sahuru geç yapmak sünnettir. Resûlullah bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi.

İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısıyla her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir.

Hurma ile iftar etmek sünnettir. İftar edince,

“Zehebe’z-zama’ vebtelleti’l-uruk ve sebetil-ecrü inşaallah”


Manası: “Susuzluk gitti, damarlar ‎ıslandı‎, ecir de hak oldu in‏âallah” (Hâkim) duasını okumak, teravih kılmak ve hatim okumak önemli sünnettir.
Bu ayda, her gece, cehenneme girmesi gereken, binlerce müslüman affolur, azat olur.

Bu ayda, cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allah Teâlâ, bu mübarek ayda O’nun şanına yakışacak, kulluk yapmayı ve Rabbimizin razı olduğu, beğendiği yolda bulunmayı, hepimize nasip eylesin!

Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır.

Rasûlullah (s.a.v), bir hadis-i kutsîde Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söylemiştir:

“Ademoğlunun her ameli kendisine aittir; ancak oruç hariç. Oruç benim içindir ve onun karşılığını ben vereceğim.”
(Buhârî)
Selmân-ı Fârisî (r.a) Resûlullah’tan (s.a.v) şöyle rivayet eder:

"Resûlullah (s.a.v) Şâban ayının son günü bize bir hutbe okudu ve buyurdu ki:

– Ey insanlar! Büyük bir ayın gölgesi üzerinize düşmüş bulunuyor! O ay içinde bulunan Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Cenab-ı Hak (c.c), bu ayda oruç tutmayı farz ve geceleri ibadet etmeyi nafile kılmıştır. Kim bu ayda hayırlı bir haslet ile Allah Teâlâ'ya yaklaşırsa, diğer aylarda bir farz eda etmiş gibi sevap kazanır. Yine bu ayda bir farzı yerine getiren diğer aylarda yetmiş farzı yerine getirmiş gibi sevap kazanır.

– Bu ay sabır ayıdır. Sabrın karşılığı ise cennettir. Bu ay yardımlaşma ayıdır. Bu ayda müminin rızkı artar. Kim bu ayda bir oruçluya iftar ettirirse, bir köle âzat etmiş gibi sevap kazanır ve günahları mağfiret edilir.”


Bu sözler üzerine biz dedik ki:

Ey Allah'ın Resûlü! Bizim hepimiz bir oruçluyu iftar ettirecek imkâna sahip değiliz!

Rasûlullah (s.a.v) sözlerine şöyle devam etti:

– Oruçluya bir içim süt, bir içim su ve birkaç hurma vererek iftar ettirene de Allah Teâlâ bu sevabı verir! Kim bir oruçlunun karnını doyurursa, Allah Teâlâ onun günahlarını mağfiret eder. Yine onu benim Kevser havuzumdan içirir ve ondan sonra hiç susuzluk çekmez. Oruç tutan kişinin sevabından bir şey eksilmeden, kendisinin kazandığı sevap kadar da iftar ettiren kişiye sevap verilir.

– Bu ay öyle bir aydır ki, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennemden azat olmaktır! Bu ayda kölesinin (hizmetçisinin, işçisinin) işini hafifleten kişiyi Allah Teâlâ (c.c) ateşten azat eder.

– Bu ayda şu dört haslete sıkıca sarılın; iki haslet ile rabbinizin rızasını kazanır, ikisine ise her zaman ihtiyaç duyarsınız. Rabbinizin rızasını kazandıracak iki haslet şudur: Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şehadet getirmek ve Allah'tan günahların bağışlanmasını dilemek. Her zaman ihtiyaç duyduğumuz iki haslet ise; rabbinizden cenneti istemek ve cehennemden O'na sığınmaktır."
(Beyhakî)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

"İman ederek ve sevabını yalnız Allah Teâlâ'dan bekleyerek Ramazan orucunu tutan kişinin geçmiş ve gelecek günahları mağfiret edilir." (Buhârî)

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

"Âdemoğlunun her ameli katlanır. Hayırlı ameller en az on misliyle yazılır, bu yedi yüz misline kadar çıkar. Allah Teâlâ (bir hadis-i kudside) şöyle buyurmuştur: "Oruç bu kaideden hariçtir. Çünkü o sırf benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfatlandıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terk etti." (Buhârî)

Mevlâ Teâlâ'nın, “Benim için…” dediği bir ibadet için başka söz söylemeye gerek var mı!

Yine Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur:

"Ramazan ayında diğer ümmetlere verilmeyen beş haslet benim ümmetime verilmiştir:

1. Oruçlu kişinin ağız kokusu Allah Teâlâ katında miskten daha hoştur.
2. İftar edinceye kadar melekler onlar için istiğfar eder.
3. Şeytanların azgınları bu ayda zincire vurulur.
4. Cenab-ı Hak (c.c). hergün cenneti süsler ve ona, “Salih kullarımın kötülüklerden ve ezadan kurtulmaları yakındır!” der.
5. Ramazanın son gecesi günahları bağışlanır.


Sahâbe-i kirâm sordular:

– Ey Allah'ın Resûlü! O gece Kadir gecesi midir?

Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki:

– Hayır! Fakat her iş yapan kişiye işini bitirince ücreti eksiksiz olarak verilir!" (Ahmed b. Hanbel)
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
MUSA ile İBLİS

Bir gece Musa [a.s], Tûr’a gidiyordu. İblîs, Musa’nın [a.s] yanına çıkageldi. Musa [a.s], o mel‘una,

“Neden Âdem’e [a.s] secde etmedin ki?” dedi.

İblîs, ona,

“Ey Allah huzuruna kabul edilmiş kimse! Ben sebepsiz yere Allah’ın kudretinden sürgün edildim. Eğer secde edebilseydim ben de senin gibi Allah’ın kelimi [konuşan ağzı] olurdum. Fakat yüce Allah böyle diledi. Niye eğri söyleyeyim? Doğru bir düzen zuhur etmedi bu işte” dedi.


Musa (a.s) ona dedi ki:

“Ey yollara düşmüş, bukağılara müptelâ olmuş kişi! Hiç Allah’ı anar mısın?”

İblîs dedi ki:

“Benim gibi şefkatli bir âşık, O’nu bir an bile unutabilir mi? Bilirim ki O’nun gönlünde bana karşı bir zerrecik kin bile yok. Gönlümde O’na karşı sevgi beslemem de ne yaparım?...”

Ey oğul! Gerçi şeytan Allah’ın huzurundan uzaktır, ama Musa’yla (a.s) konuşmasına bakılırsa aynı zamanda Allah’ın huzurundadır.

Lânet, onun gönlünü yakmıştır ama aşkını da ziyadeleştirmiştir. Şeytan bile bu yolda bu derece hararetliyken acaba sen, sevgilinin aşkıyla nicesin?

Sihir öğrenmek istiyorsan lânete sevinmen gerek. Yok, bunu yapamayacaksan vazgeç bu sevdadan!

Bir bak da gör! Hârût’la Mârût nice zamandır baş aşağı, aç susuz asılı duruyorlar. Bilmiş ol ki, onlar kuyuda gönülleri kanlara bulanmış bir halde hayatlarından bezmişlerdir. Onların ikisi de büyüde zamanenin üstadı oldukları halde kendilerini kurtaramamışlarsa, kim sihir ilmini öğrendim diye sevinebilir?

Büyücülükte ilerleyip de bir âleme sahip olsan bile bunların hepsini bir anda mahvetmek için timsahlık eden bir sopa kâfidir. Büyüden meydana gelen o şeyler, bir tek sopada kaybolur gider. Çünkü onlar değersiz bir şeydir.

Senin gönlünde bir şeytan var. Bu yüzden daima büyü hevesiyle sarhoş olmaktasın. Fakat şeytanın, bir müslüman olsa sihrin fıkıh, küfrün iman kesilir. Ebedî olarak cennet ehline katılırsın. Şeytanın, hiçbir bahane ileri sürmeden sana secde eder.

Ey oğul! Ben, sana helâli haramı anlattım. Yüceliğin, ancak bu sihirle ebedîleşir. Böyle bir sihri elde etme imkânı varken, böyle olmaya çalışmak gerek, öyle değil!...
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
HERKESE HAYIRLI CUMALAR...
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
insanlığın peygamber efendimizden çook şey öğrenmesi gerekmektedir

Bazı cahillerin bugüne kadar alay etmekten geri kalmadıkları sinek hadisi....

KUTUB-İ SİTTE HADİS-İ ŞERİFLERİ'nden: 3870 - Ebu Hureyre radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur." Ebu Davud, Et'ime 49, (3844); Buhari, Tibb 58, Bed'u'l-Halk 14; Ibnu Mace, Tib 31, (3504, 3505); Nesai, Fera' 11 (7, 178). Şimdi şu habere iyi bakın
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
KARDEŞLİK ŞUURUMUZ

Müminler birbirlerinin kardeşidir. O halde müminler birbirleriyle iyi görüşüp konuşmalı, iyi münasebetler içinde, kardeşçe, birlik halinde yaşamalıdır. Muhabbet, tevazu ve nezaketle muamele, bu kardeşliğin değişmez esaslardandır. Münasebetlerimizin bu çerçevede tahakkuk etmesi, hiç şüphesiz birbirimizin hak ve hukuklarına saygı göstermemiz; üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmemize bağlıdır

Müminler birbirlerinin kardeşidir. O halde müminler birbirleriyle iyi görüşüp konuşmalı, iyi münasebetler içinde, kardeşçe, birlik halinde yaşamalıdır. Muhabbet, tevazu ve nezaketle muamele, bu kardeşliğin değişmez esaslardandır. Münasebetlerimizin bu çerçevede tahakkuk etmesi, hiç şüphesiz birbirimizin hak ve hukuklarına saygı göstermemiz; üzerimize düşen vazifeleri yerine getirmemize bağlıdır. Cenab-ı Mevlâ ayet-i celilede “Müminler ancak kardeştirler.” (Hucurat, 10) buyuruyor. Tarihimiz, yüce dinimizin vermiş olduğu bu kardeşlik anlayışının, kan bağı kardeşliğinden daha kuvvetli olduğunun misalleriyle doludur. Bu kardeşliğin insan hayatında her açıdan ehemmiyeti büyüktür. İster maddi, ister manevi alanda olsun... Bu yüzden müminler arasındaki kardeşlik bağı Rabbimiz’in bir lütfudur, keremidir. İnsanlar yaratılış itibarıyla medenidirler; toplu bir halde yaşamak zorundadırlar. Bundan dolayı aralarında bir takım karşılıklı hak ve vazifeler cereyan eder. Bunlara riayet edilmedikçe toplum hayatı devam edemez; hiçbir işte intizam bulunamaz. İşte bu vazifelerin başında, müslümanların dokunulmaz hukuklarına riayet etmek; canlarına, mallarına, namus, izzet ve şereflerine saygı göstermek gelir. Bu, Allahu Tealâ’nın emridir. Hakiki bir mümin, diğer mümin kardeşlerinin hukukuna riayet eder, saygı gösterir; asla haklarına tecavüz etmez, edemez. Ederse İslâm’a ihanet etmiş, Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz’in tabiriyle, iflas etmiş duruma düşmüş olur. Evet; müslümanları daima kardeşliğe, birlik-beraberliğe, birbirlerini sevmeye, haklarına riayet etmeye davet eden Fahr-i Cihan s.a.v. Efendimiz, bu davete uymayıp gelişi güzel hareketlerde bulunanları “müflis” diye vasıflandırmıştır. Müberra dinimizin önemli prensiplerinden biri de, “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek”tir. O halde müslüman, diğer kardeşlerini Allah rızası için sevmelidir. Müminlerdeki kardeşlik bağı başka hiçbir bağa benzemez; maddi menfaatlere dayanmaz, iman gibi azim bir kaynaktan beslenerek ahiret alemine uzanır. Ayet-i celilede, “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, dağılıp ayrılmayın ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın.” (Âl-i İmran, 103) buyuruluyor. Rabbimiz, inananlar arasında böyle bir kardeşliği ihdas ettikten sonra, takvalı olmalarını istiyor. Çünkü iyi ilişkiler kurma, sevme ve hoşgörülü olmanın yegane yolu takvadır. Bu olduktan sonra Allah’ın yardımına yol bulunur. İslâm kardeşliği, diğer bağlar ve ilişkiler gibi lafta kalmaz. Kardeş için her türlü zorluğa katlanılır. Kendisi için istenilen herhangi bir şey mutlaka kardeş için de istenilir. Bu kardeşlikte, kıskançlık, bencillik, ayıpları yüze vurma yoktur. Ve nihayet bu kardeşlik öyle bir noktaya ulaşır ki, “mümin, kardeşini kendisine tercih eder”. Mücella dinimizin emri bu doğrultuda iken, maalesef zamanımızda bu durumun tam tersiyle karşılaşıyoruz. Müslümanlar -her nedense- diğer kardeşlerinin hukukunu gözetmede, o haklara hassasiyet göstermede ihmalkârlık içindeler. Yaptıklarının diğer kardeşlerinin haklarına zarar veriyor olduğunu düşünmüyorlar. İnsanlar adeta birbirinin kuyusunu kazıyor. Her iyilik bana olsun düşüncesiyle hareket edip, diğer kardeşlerinin çektiklerinden habersiz, bencil bir ruh haline bürünmüşler. Maneviyat alemleri harebe haline gelmiş; sadece üç-beş günlük dünyaları için herşeylerini veriyorlar. Bütün bunların altında yatan asıl sebep, inananların dahi maneviyatlarını yavaş yavaş kaybetmiş olmalarıdır. Oysa insan maneviyattan uzaklaştığı takdirde, geriye et ve kemik yığınından ibaret bir ceset kalır. Gariptir, insanlar birbirlerine karşı vazife hissinden çok, şahsi hak duygusu ile hareket etmekteler. Halbuki, insanların toplum olarak büyük işler başarmaları için, şahsi hak duygusundan ziyade karşılıklı vazife hisleriyle dolu olmaları lazımdır. Bencillik her yerde daima kavga ve çekişmelere neden olmuştur. Oysa insanların birbirine karşı duydukları vazife hissi, daima barışçı ve yapıcı olmuştur. Mümin, başkalarının hakkına en az kendi hakkı kadar saygı göstermek zorundadır. Bir ferdin, bir cemaatin, nihayet bir milletin hakları nerede başlar, nerede biter bunu bilmek yeterli değildir; bilip, aynen riayet etmek gerekir. Bir mümini temel ahlâkî özelliklerinden olan hilm, rıfk ve lütuf Rabbimiz’in sıfatlarındandır. Hilm, intikam almaya gücü yettiği halde öfkeye sebep olacak söz ve davranışlara kızmamak, tahammül göstermektir. Rıfk ve lütuf ise, işlerde zorluk göstermemek, yumuşak davranmaktır. Müslüman, davranışlarında hilm, rıfk ve lütufla hareket etmelidir. Zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olmalıdır. Çünkü Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz, kendileri bu yüce sıfatlarıyla ahlâklanmış olduğu gibi, ümmetine de aynı şekilde davranılmasını tavsiye etmiştir. Müslüman, sosyal kişiliği açısından da örnek insandır. İnsanlar arasında yaşayıp, onlarla muaşeret etmekle; örnek davranışları, hayırlı hizmetleri, hikmetli ve doğru sözleri ile topluma faydalı olmakla mükelleftir. Köşesine çekilip ayrı yaşamak, insanlarla alakayı kesmek doğru değildir. Bütün peygamberler toplumla haşır neşir olmuşlar, onların eza ve cefalarına katlanmışlar, hak ve hakikati bıkmadan, usanmadan tebliğ etmişler, onlardan biri olarak içlerinde yaşamışlardır. Onların izinden giden alim, salih ve sadıklar da aynı şekilde hareket etmişlerdir. Tekrar hatırlatalım; mümin, her şeyden önce bencillikten, tamahkârlıktan, ihtirastan, intikam duygusundan ve şahsi menfaatini öne çıkarma hastalığından sıyrılmalıdır. Bu ise düşünüldüğünden daha güç bir iştir. O halde, olumlu kullanıldığında fert ve toplulukları harekete geçiren birer saik olabilen bu hisleri düzene koymak ve büyük davaların hizmetinde kullanmak, çok asil bir terbiyeyi gerektirir. Bu asil terbiye ise, ancak en güzel mürebbi olan Fahr-i Alem s.a.v. Efendimiz ve O’nun vârisleri olan Allah dostlarının terbiye mekteplerinde elde edilebilir. Böyle manevi terbiye mekteplerinde yetişenler, sadece çevresindekilere veya hemhal olduğu dostlarına değil, bütün insanlığa güzel duygular beslerler, iyi muamelede bulunmaya gayret ederler. Hatta sadece insanlığa da değil, Rabbimiz’in yaratmış olduğu her şeye, her canlıya merhamet nazarıyla bakarlar. Yunus’un dediği gibi “yaratılanı yaratandan ötürü” severler; karıncayı dahi incitmekten çekinirler. Allah’ın kullarına hizmeti en güzel, en büyük vazife addederler... * * * Sizlerle buluştuğumuz bu ilk yazımızda, omuzlarımıza yüklenen vazifenin, emanetin ağırlığının, sorumluluğunun bilinci doğrultusunda bu hizmet kervanındaki yerimizi almış bulunuyoruz. Emaneti teslim eden büyüğümüzden aldığımız bu hizmeti, bir bayrak yarışı addedip en ileriye, en güzele ve iyiye götürmeye, rıza-yı Bârî niyetiyle gayret edeceğiz. Zira düsturlarımızdan biri de, “insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” hadis-i şerifidir. Şimdiye kadar sizlerle bu köşeyi paylaşan büyüğümüz, üzerine düşen sorumluluğu en güzel biçimde yerine getirerek, insanlığı hakikatlerin ışığı ile aydınlattı. Biz de inşaallah bu büyüklerimizin izinde ve murakabeleri altında, elimizden gelen gayreti sarfetmeye çalışacağız. Rabbimiz’in tevfik ve inayeti ile...
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
Aşkın Gücü

bildirdi: "Zamanın birinde bir padişah vardı.Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda bir güzel cariye görüp ona aşık oldu.
Onu alıp sarayına getirdi.Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı günden güne eriyip tükenmeye başladı.Memleketin en ıyı hekımlerı cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar.Padişah bunu görünce çok üzüldü,günlerce çareler aradı,sağa koştu sola gitti olmadı.Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti,secdeye kapanarak ağladı.Cariyenin iyileşmesi için yalvardı.Bu sırada uykuya daldı.Rüyasında bir pir gördü;pir ona;


'Artık üzülme duan kabul oldu.Yarın şehrinize bir yabancı gelecek o bizdendir.Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek.' dedi.
Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı.Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı.Konuşup görüştükten sonra,padişah pire hastanın hastalığını anlattı daha sonra onu hastanın yanına götürdüler.
Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı.Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi.
'Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine büsbütün harap etmiş hastayı.' dedi.Sonra şöyle devam etti.
'Onların içerden haberleri yok,onun içinde hepsinin aklı fikri işin dış yüzünde.' dedi.
Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı,fakat bunu padişaha söylemedi.
Hastanın halinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi.Çünkü hiç bir hastalık gönül derdi gibi değildir.
Hekim durumu anlayınca;
'Padişahım,dedi.Herkesi uzaklaştır köşede bucakta kimseler kalmasınki ben hastayla baş başa kalıp rahat rahat çalışayım,hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim.'
Padişah emretti oda boşaldı hastayla hekimden başka kimse kalmadı.
Hekim yaklaşıp hastanın baş ucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle;
'Memleketin neresi, nerelisin?Bana söyle,çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır.
Memleketinde yakın akrabaların kimler var,kime yakınsın?' diye sordu.
Hekim elini kıyın nabzına koymuştu.Hem soruyor hemde nabzını kontrol ediyordu.
Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları anlatıyor,başından ne geçtiyse söylüyordu.
Hekim kızın nabzını tutmuştu ve;
' bu kız kimin adını söylediğinde eğer heyecanlanır,nabzı hızlanırsa demekki sevdiği ,uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur' diye düşünüyordu.
Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü.Fakat nabzında bir değişiklik olmadı.
Hekim;
'Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin? 'diye sordu.
Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi nede nabzının atışı değişti.Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri,şehirleri görüşüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü.Lakin halinde bir değişiklik olmadı.Ta ki hekim SEMERKAND şehrini soruncaya kadar.
Semerkand'ın adı geçince kızın nabzı hızlandı yüzü, yanakları kızardı.Çünkü o Semerkand'da bir kuyumcuya aşıktı ve ondan ayrılmış olmanın ıstırabıyla yanıp tutuşuyordu.
Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkand'dın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi.Sonra kıza;
'Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım.Fakat sen bu bana anlattıklarını sakın başkasına söyleme,hele hele padişaha hiç anlatma' diyerek tembih etti.
Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı.
'Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok:' dedi:

Bunu duyan padişah hekimin nasihatını canu gönülden kabul etti:Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi...Elçi Semerkand'da varınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu.Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim etti ve padişahın onu davet ettiğini eğer gelirse padişahın en yakın adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince,kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı.
Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü.Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu.Hazinesini ona teslim etti.
Hekim bunun üzerine:
'Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya verki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşşin' dedi.
Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi,altı ay murat alıp murat verdiler.Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu.
Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı.İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı.Eski güzelliğinden eser kalmadı.
Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlüde ondan yavaş yavaş soğudu,aşkı günden güne azaldı.Bir müddet sonra kuyumcu öldü.Ölüncede kızın aşkı tamamen sona erdi.Böylece o güzeller güzeli o aşktan ve hastalıktan arınıp tertemız oldu.
BU CİHAN BİR DAĞDIR BİZİM YAPTIKLARIMIZ İSE SES SESLERİN AKSİ YİNE DÖNÜP BİZE GELİR.
Buradaki padişah : RUHU
Cariye :NEFSİ
Cariyeyi tedavi edemeyen hekimler:SAHTE ŞEYHLERi
Cariyeyi tedavi eden hekim: MÜRŞİDİ KAMİLİ
Kuyumcu ise: İNSANDAKİ HEVA VE HEVES gibi şeyleri temsil etmektedir.

MESNEVİDEN.
"
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
İYİ ARKADAŞ

tablo1.jpg
spacer.gif
İYİ ARKADAŞ
tablo3.jpg
bildirdi: "Rebâh b. Rebî şöyle anlatıyor.
“Peygamber (s.a.s.) ile birlikte bir savaşa çıkmıştık. Resulullah her üç kişiye bir deve vermişti. İki kişi deveye biniyor, üçüncüsü de deveyi çöllerde sürüyordu. Dağları inmekte iken Resulullah yanıma geldi. Ben o sırada yürüyordum. Bana: “Rebâh yürüyorsun ha” dedi.--->

“Ben deveden henüz indim .şimdi sıra arkadaşlarımda” diye karşılık verdim. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) arkadaşlarımın yanına geldi. Onlar hemen deveyi çöktürerek indiler. Yanlarına varınca bana: “Şu deveye bin ve geri dönünceye kadar da inme, biz seni takip ederiz” dediler. “niçin?” diye sordum. “Çünkü Resulullah senin için; “ doğrusu salih bir arkadaşınız var.ona iyi davranın,” buyurdu” diye cevap verdiler. (Y.Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, III, 1086)

Böyle salih arkadaşlar, dostlar edinmek her insan için çok önemli bir konudur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) : “Mü’min, mü’min kardeşinin aynasıdır.” (Tirmizî, Birr,18) buyurmuştur. Bir düşünür de: “Arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” demiştir. Başka bir hadis-i şerifte : “İnsan sevdiği kişi ile beraberdir” (Buhârî, Fezâilu Ashabi’n-Nebî,7) buyurulmuştur. Dostlar, arkadaşlar, sevilen insanlar arasından seçilir. İnsan sevdiğinin kusurunu görmez, eksikliklerini farketmez. Onun ahlâkını benimser. Bunun için arkadaş seçerken dikkatli olmak gerekir. Rastgele bir arkadaş seçimi insanı felâketlere sürükleyebilir. Akıllı, Allah’tan korkan güzel ahlâklı insanlarla arkadaş olmaya gayret etmelidir. Kötü arkadaş, başkalarının bizim için besledikleri iyi duyguları yok eder. Kötülüklerine bizi de bulaştırır. Akılsız dost, akıllı düşmandan daha çok zarar verir.

Unutulmamalıdır ki iyi arkadaş; bizi insanlara sevdiren, ihtiyaç duyduğumuzda ve yalnız kaldığımızda yanımızda olan, düştüğümüzde elimizden tutan kişidir.


 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
MASUMİYET VE MERHAMET

Esirler arasında bir kadın... Belli ki yorgun, ümitsiz...

Kolay mı? Savaştan çıkmışlar. Vatanlarını, mallarını mülklerini, özgürlüklerini kaybetmişler. Yazık ki kabilesi alemlere rahmet Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz ile savaşmış.

Harp sona ermiş; kadının kabilesi mağlup olmuş. Kalanlar esir alınmış.

Sahabe-i Kiram r.a., ele geçirmiş oldukları esirleri savaştan sonra bir yerde toplamışlar. Rasul-i Ekrem s.a.v. de orada, esirlere bakıyor...


Kalabalığın arasında kadın telaşlı, öteye beriye bakıp bir şey arıyor. Biraz sonra bir çocuk gözüne ilişiyor. Birden çevikleşip çocuğa koşuyor, kucaklayıp şefkatle bağrına basıyor. Bir tarafa çekilip emzirmeye başlıyor. Belli ki kargaşada çocuğunu kaybetmiş. Bulduğunda dünyalar onun oluyor; esirliğin üzüntü ve sıkıntılarına aldırmadan...

Kimin merhameti?

Varlığı alemlere yüce bir merhamet ve şefkatin eseri olan Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz bu manzarayı seyreden sahabilerine soruyor:

- Ne dersiniz, bu kadın yavrusunu ateşe atar mı?

Sahabe-i Kiram r.a.:

- Hayır, atmaz! diyorlar.


Bunun üzerine Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz şöyle buyuruyor:

- “Şüphe yok ki Allah Tealâ’nın kullarına merhameti, şu kadının çocuğuna olan merhametinden daha fazladır.” (Buharî, Edeb 18)

Bu esir kadının akıbeti hakkında başka bilgiye ulaşamadık. Ama rahmet Peygamberi s.a.v. Efendimiz’in, en merhametli yolu izlemiş olduğundan da zerre kadar şüphemiz yoktur.

Olayın cereyan şekli ve Efendimiz s.a.v.’in ifadesi, Yüce Mevlâ’nın kullarına olan merhametinin enginliğini, hiç çıkmayacak şekilde hafızalara nakşediyor.

Ya şiddetli azap?

Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi, bir sohbetinde yukarıdaki hadisi naklettikten sonra çok hikmetli bir noktaya dikkatlerimizi çekiyor:

“Şu hususa da dikkat edilmelidir: Çocuklar masum hallerinden dolayı annelerinin merhametini kazanırlar. Bir kul da hayatını temiz bir şekilde sürdürmeye devam etmelidir ki ilâhi merhamete layık olsun. Yoksa Cenab-ı Hak, ‘erhamü’r-rahimîn: merhametliler merhametlisi’ olmakla beraber ‘şedîdu-l‘ikâb: azabı oldukça şiddetli’dir aynı zamanda... Nitekim Kur’an-ı Kerim’de:

‘Biliniz ki Allah, azabı oldukça şiddetli olan ve çok bağışlayıp çok merhamet edendir.’ (Maide, 98) buyrulmuştur.” (Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerîm’den Dersler ve Öğütler, s.56, İstanbul 1947)

Merhametin sahibi, insanı da en güzel şekilde yaratmış ve insanın bu güzelliği bozmamasını istiyor. Yaratılışından sapmamasını, çirkinleşmemesini istiyor.

Öyleyse kula düşen güzel yaratılışını muhafaza etmek. Ki böylece üzerinden merhamet eksik olmasın...
 

elmas

New member
Local time
11:30
Katılım
6 Temmuz 2007
Mesajlar
6
Tepkime puanı
5
Puanları
0
SULTANIN MERAKI

Yıldızlar uykudaydı. Ağaçlar, kuşlar, ırmaklar ve insanlar uykuda…


Bir tek, uzaktan bakıldığında eski bir yapıyı andıran, saray olduğunu anlayabilmeniz için bahçesine kadar gitmeniz gereken o yerde gözleri uyku tutmayan bir adam vardı. Başı ellerinin arasında, gözleri yaşlı bir adam. Beynini kemiren sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Dualar ediyor, yalvarıyordu.

Nasıl olduysa birer kanca gibi aklına takılan şu üç soruydu adamı bu hallere düşüren:
Ben gerçekten babam bildiğim adamın oğlu muyum?
Cennete gidecek olanları cennetlik kılan sebep nedir?
Ben de cennete gidenlerden olabilecek miyim?
Şimdi merakının kölesi olan bu adam, ülkenin sultanıydı.
Vakit gece yarısı olmuştu. Sultan’ın bir geceyi daha soruların pençesinde kıvranarak geçirecek takati yoktu. Ani bir kararla doğruldu. Abdest aldı, iki rekât namaz kıldı, sonra vezirini çağırttı. Sadece veziri değildi o, dert ortağı, can yoldaşıydı. Bütün sıkıntılarını paylaşabilirdi. Durumdan onunda haberi olursa belki biraz rahat ederim, diye düşünüyordu…
Gecenin bu vakti çağrılan vezir, endişe ve korku içinde üstünü giyinip huzura çıktı. Sultan geldiğini fark etmemiş gibiydi. Neden sonra vezirini görünce tebessüm ederek:


—Hazırlan, çıkıp biraz dolaşalım, dedi.


Vezir söyleneni çok iyi anlamıştı. Sultan onunla özel bir şeyler konuşmak istediğinde hep böyle yapardı çünkü. Bazen bir molla, bazen bir tüccar kılığında şehri dolaşırlar, halkın arasına karışırlar, bir yandan da dertleşirlerdi.
Ama vezir bu kez yanılıyordu. Sultan onu beklerken derdini açmaktan vazgeçmişti. Hiç kimseye anlatmayacaktı bu üç soruyu, vezirine bile. Sırrını kalbinde taşırsa muradının erken hâsıl olacağına dair bir his vardı içinde.
Gecenin karanlığında şehrin ara sokaklarına dalarak yürümeye başladılar. Tek-tük karşılaştıkları insanların hallerini hatırlarını sorarak ilerliyorlardı meydandaki büyük caminin önünde kıvrılıp, tepedeki mezarlığa doğru uzanan yokuşa geldiklerinde, önce bir ses dikkatlerini çekti. Biraz daha yaklaşıp dikkatle baktıklarında, mezarlığın tam ortasında, tepenin üzerinde birilerinin oturduğunu fark ettiler. Mezarlığın kapısından içeri girince, gördükleri manzara her ikisini de şaşırtmıştı. Birkaç genç oturmuş, ay ışığının altında ellerindeki kitapları okumaya çalışıyorlardı. Yaklaştılar, usulca yanlarına oturup gençlerin okumayı bitirmesini beklediler. Oradakiler yeni gelenlere bakıp bir şeyler söyleyeceklerdi ki. Sultan söze girişti:


—Hayırdır, bu saatte burada ne yapıyorsunuz?


İçlerinden bıyıkları yeni terlemeye başlayanı cevap verdi:


—Biz talebeyiz. Derslerimizi ezberliyoruz.


—Neden evinizde, medresede değil de buradasınız peki?


—Lambamızın yağı bitti, karanlıkta kaldık. Burada ay ışığında okuyabiliriz diye düşündük.


Bu cevap üzerine Sultan bakışlarını gençlerden kaçırmaya çalışarak vezirine işaret verdi. Müsaade isteyip kalktılar. İkisinin de içi burkulmuşu. Saraya doğru hızlı adımlarla yürürken susuyorlar, bu gecenin hikmeti olsa gerek, diye düşünüyorlardı.
Saraya vardıklarında Sultan’ın ilk işi gençlerin lambalarına yıllarca yetecek kadar yağ hazırlatmak oldu. Vezir birkaç görevliyle birlikte hazırlanan yağı ve bir miktar erzakı alarak mezarlığa doğru yola koyulduğunda, gözden kaybolana kadar Sultan pencereden onları seyretti. Gençlerin hali göz önüne gelince içi ürperdi birden, bir gariplik, bir mahzunluk çöktü üstüne, ağlamaya başladı. Gözlerinden boşanan yaşlar yanaklarını ıslatırken, koca sultan çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Günlerdir uyku görmeyen gözleri süzülen her damlayla biraz daha kızarıyor, yaraya tuz dökmüşçesine canını yakıyordu.
Bu hal ne kadar devam etti bilinmez. Sultan’ın gönlünü bir muhabbet sarıverdi birden. Bir ılıklık çöktü yüreğine, içi tatlı bir huzurla doluverdi. Yavaşça doğruldu oturduğu yerden. Gecesini gündüzünü zindan eden o üç soru aklına bile gelmiyordu artık. Gidip yatağına uzandı. Gözleri hafifçe kapanırken, yüzüne belli belirsiz bir tebessüm yayıldı. Uykuya daldı.
O tatlı uykuda bir rüya gördü Sultan. Peygamber Efendimiz tebessüm ederek kendisine sesleniyordu: “Ey filan oğlu falan, işte o öğrenilen ilim insanların cennete girmelerine vesiledir. İnsanlar da ilim ehline yaptıkları yardım sebebiyle cennete gideceklerdir. O gençlere yapılan yardım sayesinde sen de cennetliklerdensin.”
Uyandı, dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Odayı canları mest eden bir koku sarmıştı. Rüyayı hatırlamaya çalıştı. Kâinatın Efendisi gecesini şereflendirmiş, mübarek dudaklarından süzülen sözlerle sorularına cevap vermişti. “Ey filan oğlu falan” derken Sultan’ın babasının ismini söylemiş, böylece Sultan gerçekten babasının oğlu olduğunu anlamıştı. Bu birinci sorunun cevabıydı. Sonra kimlerin cennetlik olduğunu en son da kendi durumunun ne olacağını öğrenmişti. Sultanı gecenin karanlığına atan üç soru, bir kandilin ışığında aydınlanıvermişti işte.


Yıldızlar uykudaydı. Ağaçlar, kuşlar, ırmaklar ve insanlar uykuda…



Bir tek, mezarlıktan caminin önüne inen yolda, sırtlarında kandil yağı ve erzakla gülümseyerek yürüyen birkaç genç uyanıktı.
 
shape1
shape2
shape3
shape4
shape7
shape8
Üst